'Aydınlanmış akıl' iki büyük dünya savaşının nedenlerindendir
Kendisi dışında herkesi, her şeyi aydınlanmamış kabul eden, tekçi, ilerlemeci, pozitivist, aklı mutlak ve tek yol gösterici olarak gören bakış açısı doğal olarak kendisi gibi olanın dışındakine yaşam hakkı tanımamaktadır.
Star gazetesinin Açık Görüş ekinde Hale Kaplan, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kudret Bülbül ile son çıkan eseri "Siyaset Bilimleri Sözlüğü" üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bizde söz konusu söyleşiyi okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz:
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kudret Bülbül ardı ardına birbirinden değerli dört kitap yayınladı. Özellikle en son yayınlanan Siyaset Bilimleri Sözlüğü, kavramları eleştirel bir bakışla ele alıyor olması yönüyle önemli ve ufuk açıcı bir çalışma. Kitap, siyaset biliminin köklerini ararken nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğine dair de ipuçları veriyor.
Son dönemde ardı ardına Siyaset Bilimi, bu kitabın İngilizcesi Political Science ve Siyaset Bilimi Sözlüğü isimli kitapları çıkardınız. Bu çalışmalarla neyi amaçladınız?
2010’da akademiden ayrılıp bürokrasiye geçmiştim. 2017’de tekrar akademiye döndüğümde akademik çalışmalara daha fazla Türkiye perspektifinden katkı yapıldığını düşünüyordum. Maalesef durumun hiç de böyle olmadığını görmem uzun sürmedi. Geçen yıllarda, üniversitelerde daha fazla doğrudan Batılı kitaplar ya da çevirileri ders kitapları olarak okutulur hale gelmiş. Bu kitaplar kendi toplumları için son derece değerli olabilir. Ama o kitaplarda bizim anlam dünyamıza, kültürümüze, medeniyetimize dair nerede ise hiç bilgi yoktu. Bu durumda biz öğrencilerimize, araştırmacılara ve okumak için Türkiye’ye gelenlere kendilerinin tarihte olmadıklarına dair bir köksüzlük/tarihsizlik duygusu öğretmiş oluyorduk.
Bu çalışmaların amacı bu yanlış öğretiyi düzeltmek, küresel bilgi havuzuna kendi anlam dünyamızdan da gereken katkıları sunabilmektir. Çalışmalar, Siyaset Biliminin kökenlerini ve çözümlemelerini sadece Batı’da aramayıp daha etik, adil ve çoğulcu bir dünya düşleyenleri hedeflemektedir. Bu tür çalışmalar tekil çalışmalar olarak kalmayıp, farklı çalışmalarla desteklendiğinde kuşkusuz ancak kalıcı bir iz bırakabilir, bir akarsuya dönüşebilir.
Siyaset Bilimi Sözlüğü bildiğimiz sözlüklere pek benzemiyor. Kavramları yaygın anlamlarının yanında eleştirel bir bakış ile izah etme yolunu seçiyorsunuz. Bu tercihin sebebi nedir?
Bilimsel çalışmalar tarafsızlık ve evrensellik iddiası ile yapılıyor olsa da çoğunlukla içinden ve içine doğdukları toplumların kabullerini içerirler. Meselenin bu boyutunu kaçırdığımızda belirli bir toplumda üretilmiş bilgi birikiminin, yaklaşımın ya da belirli toplumlar için açıklayıcı olan teorilerin bütün insanlık ailesi için geçerli olduğunu sanabiliriz. Bu yanlışa düşmemek için çok dikkatli olmak gerekir. Bir taraftan belirli toplumlar için üretilmiş bile olsa, reddiyeciliğe düşmeden o bilgi birikiminden olabildiğince faydalanırken, bu birikimin kısıtlarını ya da sınırlılıklarını da görmek gerekir.
Tarafsızlığın en çok gözardı edildiği alanlardan biri sosyal bilimler. Bunu doğal mı kabul etmek gerek?
Tabii bu durumun doğal, yapay, tembellik, hegemonya gibi bir çok boyutu var. Ben üniversitelerde ‘Sosyal Bilimler Batı bilimleri midir?’ konulu konferanslar veriyorum. Gerek sosyal bilimlerin dönemselleştirilmesi (Antik Yunan, Roma, Rönesans, Aydınlanma, modern çağ, modernite..) gerekse kendisine en fazla referans verilen düşünürlere baktığımızda durum maalesef büyük oranda öyle. Kuşkusuz böyle olmaması gerekir. Ama bu durumun tek sorumlusu olarak Batı’yı göremeyiz. Dünyanın bir yereline, Batı’ya ait bilgi birikiminin tasnif edilmiş bir biçimde elimizde olması insanlık için büyük bir kazanımdır. Latin Amerika, Çin, Hint, Türk İslam gibi dünyadaki diğer medeniyet merkezlerinin bilgi birikimlerinin de küresel bilgi havuzuna aktarılması gerekir. Bunu yapacak olanlar da herhalde öncelikle Batılı bilim insanları değil, bu coğrafyanın bilim insanları olsa gerekir. Bu nedenle bu coğrafyanın bilim insanlarından, sadece Batı bilimini aktarıcıları olmak yerine, eleştirel bir akıl ile daha özgün eserler ortaya koymaları beklenir.
Kültürlerin kendi kavramlarını üretmesi meselesi, anlam kodlarının genişlemesinin ötesinde yukarıda bahsettiğimiz sosyal bilimler ve tarafsızlık bahsinde de teraziyi dengelemek konusunda mühim sanırım...
İnsanlık tarihi uzun bir tarih. Sosyal bilimlerin tarihi ise oldukça yeni. En fazla 200-300 yıl kadar geriye götürülebilir. Bu dönemde daha çok Batılı bir paradigma içerisinden üretildiği için doğal olarak sosyal bilimlerde Batılı bir hegemonya söz konusudur. Sosyal bilimlere bunu bilerek yaklaşmak gerekir. Bununla birlikte bu tespit halihazırda sahip olduğumuz bilgi birikimini değersizleştirmez. Bu konuda reddiyeciliğe ve teslimiyetçiliğe düşmemek gerekir. Tekrar etmem gerekirse, insanlığın bir bölgesine, yereline(Batı’ya) ait bilgi birikiminin elimizde olması büyük bir kazanımdır. Eksik ya da yanlış olan bu birikimin insanlığın tamamının birikimi olduğunu düşünmemizdir. Bu bilgi birikimine/havuzuna başka coğrafyaların birikimi de eklenmelidir.
Bazı kavramlara verdiğiniz yer ve getirdiğiniz derinlikli yorum dünyanın bugünkü açmazlarına işaret eder gibi görünüyor...
Bazı kavramlar ya da süreçler doğdukları toplumlar için bile yeterince sorun üretmişken, bu tür kavramlar tüm dünyada bir ilgi hatta tapınma derecesinde bir hayranlık uyandırabiliyor. Bu kavramlardan biri aydınlanma kavramıdır. Batılı anlam dünyasında aydınlanma kendi Ortaçağ karanlığından kendilerini çıkaran temel perspektiftir. Oysa Batı’nın insanlık için ürettiği sorunlara baktığımızda bu aydınlanmış Batılı insan aklının çok ciddi sorunlar yarattığını da görebiliriz. Kendisi dışında herkesi, her şeyi aydınlanmamış kabul eden, tekçi, ilerlemeci, pozitivist, aklı mutlak ve tek yol gösterici olarak gören bakış açısı doğal olarak kendisi gibi olanın dışındakine yaşam hakkı tanımamaktadır. Bu bakışı 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın nedenleri arasında görebiliriz. Avrupa’da ve ABD’de yükselen ve teröre kadar uzanan bakış açısının kökenlerinde, yabancı göçmen ve Müslüman düşmanlığının artmasında, kendisi gibi olmayan herkesi aşağılayan ve yaşam hakkını sorgulayan bu “aydınlanmış” bakışın etkisini görmek mümkündür. Bu nedenle özellikle Fransa’da Macron’da yansımasını bulan, Müslümanların marketlerde helal gıda reyonlarına sahip olmasına bile karşı çıkarken, İslam’ın peygamberine her türlü hakareti ifade özgürlüğü olarak gören, başka bir dinin değiştirilmesi için mekanizmalar kurma cesareti gösterebilen akıl esasen sadece Macron’un aklı değil, aydınlanmış Fransız aklıdır.
Aydınlanma düşüncesinde farklı gelenekler de söz konusudur. Ama özellikle Fransız tipi aydınlanma insanlığa, aklın kurucu rasyonalitesine tamamen teslim olup, kendi bakışını kutsarken, rasyonel görmediği her şeyi ötekileştiren, aşağılayan, çatışmacı bir üstten bakış armağan etti. İnsanlık tarihinin en kanlı savaşlarının, en yoğun ölümlerin, giyotinlerin “aydınlanmış” akıl döneminde yaşandığını hatırlarsak, gelenek, ahlak, din, tanrı, sezgi, ara kurumlar gibi kendini sınırlayan bütün bağlardan koptuğunda, aklın değil, aydınlanmış aklın ne tür bir Frankeştayn’a dönüşebileceğini hayal etmek zor değildir.
Aydınlanmanın karşı çıktığı şey, skolastik düşüncede, tanrı adına insanların sınırlanmasıydı. Amaçlanan da, Kant’ın ifadesiyle, insanın, kendini içine soktuğu vesayetten kurtarmasıydı. Ama tarih öyle akmadı. Aydınlanma ile girilen süreçte ise Aydınlanmanın bizatihi kendisinin bir vesayete dönüştüğünü, insan aklının ve hazzının tanrısallaştırıldığını görüyoruz. Bugün gelinen noktada, hiçbir değer, ilke, ahlak ve kuralla sınırlanmadan tanrısallaşan Aydınlanma aklını ve hazzını sınırlayacak yeni bir aydınlanma sürecine ihtiyaç bulunmaktadır. Ama bu kez bir başka sınırsızlığa düşmeden ve yeni bir vesayet yaratmadan..
Sözlükte başka sözlüklerde pek olmayan kavramları da uzunca tartışıyorsunuz...
Evet, kendinizi sadece Batı bilgi birikimi sınırlamayınca bu durum zaten kendiliğinden oluşuyor.
Bu kavramlardan biri de adalet. Nedense Batı siyaset bilimi kitaplarında ve sözlüklerinde adalet kavramına pek yer verilmez. Hatta Batılı bazı yazarlar bu kavramı anlamsız bulur. Elbette eşitlik de özgürlük de insan hakları da oldukça değerli kavramlardır. Ama önce adalet ki, özgürlük de eşitlik de onda mündemiçtir. Sözlükte hem Batı hem de İslam düşüncesinde adalet kavramını uzunca tartıştım. İslamda sosyal adalet yükümlüğünün kime düştüğünün yanıtını aradım. Sözlükte Türk İslam düşüncesindeki pek çok kavrama da yer vermeye çalıştım.
Yakın zamanda çıkan bir diğer kitabınız Bürokrasiname. Üzerinde durulmayı hak eden mühim bir kitap. Sizi bunu yazmaya iten neydi?
Türkiye’de devlet büyüklerimiz, siyasilerimiz ve bürokratlarımız, gözlemlerini, düşüncelerini, anılarını pek yazmıyor maalesef. Oysa bu pozisyonlarda elde edilen bilgiler çok değerli. Özellikle içinde yaşadığımız geçiş dönemlerinde. Herbirimizin birikimlerini ailelerinden ya da bir yerlerden değil, bizatihi kişisel deneyimlerimizden öğrendiğimiz bir dönemde. Çocuklarımızın, gelecek nesillerin de aynı şekilde deneme yanılma yolu ile bu tecrübeleri edinmesini istemiyorsak gözlemlerimizi yazmalıyız. Bu pozisyonlarda elde edilen deneyimler de kişisel değil, kamusal olduğundan bu deneyimleri topluma aktarmamak bence ayrıca vebal.
Ben de gerek akademide ve gerekse bürokraside, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşar Vekilliği, Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, Başbakanlık Müşavirliği gibi bulunduğum pozisyonlardan hareketle gözlemlerimi paylaşmak istedim. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtiğimiz bir dönemde bürokraside karşılaştığımız sorunlara dair tespitlerimi ve çözüm önerilerimi sıraladım. Yeni sistemle yeni bir bürokrasi ve yeni bir Türkiye’ye katkı vermeye çalıştım.
Bizim bürokrasiye negatif manalar yüklememizin temelinde ne var?
Tabii ki bir değil, birçok nedenler var.
Yaklaşık yüzyıl önceki Başbakanımız Said Halim Paşa, bürokrasi için çok ağır bir ifade kullanır: “Mesleklerinin icabatından olarak memleketin zararına yaşayan..” Dikkat buyrulsun bunu söyleyen bir Başbakan. Daha sonraları da pek çok Başbakanımızın, Cumhurbaşkanımızın ağır eleştirilerde bulunduğunu biliyoruz.
Said Halim Paşa’nın eleştirilerinin cumhuriyet döneminde ve bugün tam olarak ortadan kalktığını söyleyebilmek zordur. Oysa Paşa bu eleştirilerini yaptığında devlet bir cumhuriyet değil, hilafet idi. Bir ulus devlet değil, imparatorluktu. Başkent Ankara değil, İstanbul idi. Pek çok devasa değişiklik yapmamıza rağmen hala bürokrasi sorununu tam olarak çözememişsek sorun zihniyet sorunudur ve yapısaldır.
Bürokrasimiz neden hizmet değil statüko, oligarşi gibi kavramlarla ifade ediliyor?
Bir önceki soruda ifade ettiğim gibi sorun kişisel değil. Bürokrat dediğimiz insanlar içimizden çıkan insanlar. Sizin bizim gibi biri. Ama sorun yapısal. Öyle olunca da bu yapısal mekanizmayı değiştirmeyince oligarşik hali baki kalıyor ve içine her gireni bir ölçüde kendine benzetiyor. Çalışmamda bu yapısal sorunların aşılabilmesi için kendimce detaylı analizlerde ve somut çözüm önerilerinde bulundum.
HABERE YORUM KAT