Ayasofya’nın Arkasını Doldurma Sorumluluğu
Sembolik ama siyaseti, toplumu, yakın tarih tartışmalarını, diplomatik ilişkileri sarsacak kadar stratejik değeri son derece yüksek bir sembolik adımdı, Ayasofya’nın ibadete açılma kararı. Bu sebeple CHP ve İYİ Parti tarafından Ayasofya’nın ibadete açılma kararına yönelik izlenen önemsizleştirme, değersizleştirme stratejisi sürdürülebilir bir mahiyet arz etmiyor. Zaten gerek CHP ve İYİ Parti temsilcileri tarafından verilen beyanatlar gerekse bu partilere müzahir çevrelerin dile getirdiği eleştirilerin giderek sertleşmesi, gerilim dozunu yükselten tutumlara yönelmeleri Ayasofya’nın ibadete açılmasının daha pek çok söylem ve pratiği değiştireceğine işaret ediyor. Üstelik bütün bu sarsıntılar henüz Ayasofya Camii ibadete açılmamışken, meydan ve sokaklara taşan cemaatin görkemli katılımıyla namazlar eda edilmemiş, dualara coşkuyla ‘âmin’ diye katılım olmamışken sökün etmeye başladı.
Ayasofya’nın Önünü Almak Üzere Üretilen Bahaneler
Bir taraftan “Ayasofya ibadete açılınca imanımız mı artacak, takvamız mı güzelleşecek?” mealinde tahfif edici soruların, diğer taraftan “Ayasofya’yı ibadete açmadan önce enflasyonu düşürün, gençlere iş bulun” türü itirazların yükselmesine şaşırmamak lazım. Hem şaşırmamak hem de muhataplara kızmadan kabarmadan ikna edici cevaplar vermek lazım. Öncelikle Ayasofya’nın ibadete açılması bir gaspın, bir tecavüzün sona erdirilmesidir ve hiçbir şarta, kayda bağlı olmaksızın özgürleştirilmesi siyasal ve toplumsal iradenin sorumluluğudur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında geçen “tarihe ihanet ve hukuka aykırılık” vurgusu yerindedir. Kürtçe’nin özgürleşmesi için kişi başına düşen milli gelirin şu kadar, işkencenin önlenmesi için Dolar/Euro paritesinin bu kadar, siyasal ve iktisadi hakları savunmak üzere örgütlenme hakkının tahakkuk edebilmesi için enflasyon ve işsizlik rakamlarının şu oranda olması gibi şart ve kayıtlar düşülmesi ne kadar acayipse Ayasofya için de benzer durum geçerlidir. Bir hakkın teslimi, bir özgürlüğün tanınması için öne sürülen şartlar açık ya da örtülü despotizmin tezahürüdür.
Ayasofya’nın temsil ettiği sembolik değerler ister istemez birkaç cephede birden verilecek mücadelede adalet duygusu sağlam, siyasal açıdan kuşatıcı ve söylemleri tutarlı bir mücadelenin verilmesini gerekli kılmaktadır. Evvela Ayasofya’yı açalım ama “Atatürk’ü tartışmayalım, Kemalizm’e dokunmayalım yoksa çarpılırız” türü kendi kendini hadım eden vehim ve tabuların üzerine cesaretle yürümekten başka seçenek yoktur. Meral Akşener’in siyasete ve topluma olduğu kadar tarihe de had bildirmek üzere kurduğu “Ayasofya’nın ikinci fatihi Atatürk’tür” gibi önermelerin bir yanıyla fanatik diğer yanıyla trajikomik saplantıları temsil ettiği meselesi etraflıca tartışmayı hak etmektedir.
Tarihi devamlılık demek tarihte yapılan yanlışlara, zulümlere, çirkinliklere sessiz kalmak, saygı duymak manasına gelmez. Cumhuriyet’i Tek Adam ve Tek Parti despotizmine dönüştüren, binbir türlü ayak oyunlarıyla Kazım Karabekir ve Mehmet Akif’ten Halide Edip ve Cavit Bey’e kadar Millî Mücadele’nin bütün öncülerini tasfiye edip “sofra ashabı”yla ülkeyi Orman Çiftliği gibi yöneten Ulu Önder’e sadakat bildirmeye girişmek kendini inkâr etmek demektir. Bununla beraber adalet, özgürlük, refah, güvenlik gibi toplumsal talepleri öne almayıp da resmî ideoloji ve devlet sınıflarıyla birlikte hareket etmek üzere teşkil edilecek siyaset bürokratik oligarşiye eklemlenerek intihar etmek anlamına gelecektir.
Güzel Adım Ama Devamı Gelmeli
Sosyal adalet, eşitlik, ehliyet, liyakat gibi alanlarda ortaya çıkan zaaf ve problemler Ayasofya gibi meselelerde atılacak olumlu adımları gölgeleyecek, değersizleştirecek bir malzeme olmaktan çıkarılmalıdır. Trol ve amigolar tarafından bu yöndeki talepleri bastırmaya matuf her girişim ters tepmeye, siyasetin bu adımlarını istismar ve riyakârlık olarak yaftalamaya zemin hazırlamaktadır sadece. TÜİK rakamlarıyla oynayarak, istatistik marifetiyle sürekli ve rakipsizce refah seviyesini yükselten bir Türkiye tablosu çizerek toplum tatmin edilemez aksine huzursuz kılınır. Mevcut sıkıntıları kabullenmek fakat giderilebilmesi için güvenilir kadro ve projelerle öne çıkmak yerine Kılıçdaroğlu döneminde SSK Hastanelerinde yaşanan rezillikleri, Sözen döneminde İstanbul’u kaplayan çöp dağları görüntülerini tekrar tekrar vizyona sokmak üretici ve ikna edici bir siyaset olmaktan çoktan çıkmıştır.
Mülakat sistemine hiç kimse güvenmiyor, işe alımlarda ayrımcılık yapıldığı kanaati derinleşip yaygınlaşıyor, alım gücünün düşmesi, işsizliğin artması hiçbir söylemle örtülemeyecek kadar derin sarsıntılara sebebiyet veriyor. Barolara ilişkin düzenlemenin kısmi birtakım faydaları olsa bile yargı sürecinde zuhur eden ve yargıya güveni gün geçtikçe azaltan çarpık kararlara bir faydasının olamayacağını hepimiz biliyoruz. Ne olursa olsun mevcut siyasi karar ve kadroları koruma refleksi içeride çürümeyi toplum nezdinde ise güvensizliği hızlandırmaktadır. Kamuoyu önünde upuzun fakat bomboş konuşmalar yapan siyasetçi ve bürokratların verdiği zararı muhaliflerin hepsi bir araya gelse veremez. Vitrin, imaj, söylem, kadro ufuk ve cazibe üretecek kapasiteyi değil de polemik ve düşman üretecek karakteri temsil ediyorsa başka düşmana hacet yok demektir.
Bölgesel ve küresel ilişkiler bağlamında Türkiye açısından riskler, tehditler, stresler giderek artmaktadır. Suriye ve Libya’da boğuşma sürerken şimdi de Rusya’nın desteğiyle Ermenistan tarafından Azerbaycan’a yönelik askeri saldırıların başlaması ve Ürdün’de mahkeme kararıyla Müslüman Kardeşler Cemiyeti’nin kapatılması yaklaşmakta olan yüksek gerilimlerin habercisidir. Ayasofya’nın önünü açık tutmak, arkasını sosyal adalet ve toplumsal dayanışmayla, artan refah düzeyi ve kuşatıcı siyasal adımlarla güçlendirmek aciliyet arz etmektedir. Aksi durumda, büyük hayırlara kapı açacak Ayasofya adımını muhalefet değil bizzat sahipleri açığa düşürecektir.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT