Asım Öz, Birikim Dergisini Değerlendiriyor
Asım Öz, Birikim dergisinin Ocak sayısını ele almış.
Asım Öz / Haksöz-Haber
Birikim dergisi 273. sayısında Tunus ve Mısır’da yaşanan geçiş sürecine odaklanan yazılara yer veriyor. Yüksel Taşkın, Mete Çubukçu ve İnan Rüma konu hakkında yazı yazmışlar. Özellikle ilk iki yazı sol liberallerin İslamcı yapıları ve onların halkla ilişkilerini nasıl gördüklerini anlamak bakımından dikkate değer yazılar. Birikim’de, Müslümanların bir kısmının “Ortadoğu İntifadası” olarak adlandırdığı ama genel olarak “Arap Uyanışı”/ “Arap Baharı” gibi farklı şekillerde adlandırılan süreci okuyup anlama konusunda bir yıldır hayli yazı yayımlandığını da belirtelim.
Bu sayıda konu hakkındaki ilk yazıyı Yüksel Taşkın kaleme almış. “Ortadoğu: İslamcı Popülizm İktidara Yürürken” başlıklı yazısında, son bir yıldaki gelişmeleri yorumlayan Taşkın, Ortadoğu’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını belirterek başladığı yazısının hemen giriş paragrafında, sol çevrelerde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri okuma biçimlerinin hiç de sağlıklı olmadığını ifade ediyor. Özellikle kuşkucu çevrelerin bir sonraki aşamada İslamcıların iktidarı devralacağını düşünmelerini eleştiren yazar, Ortadoğu’yu Oryantalistlere özgü bir bakışla ele almanın yanlışlığını sitemkâr bir biçimde ifade ederek; “verili tarihsel gerçeklik içerisinde İslamcı popülizmin sandıktan çıkmasının kaçınılmaz” olduğunu, bundan dolayı solu da içeren laik çevrelerin artık kafalarını kuma gömme inadından vazgeçerek, bu gerçekliği kabul edip mücadelelerini buna göre yürütmelerinde büyük fayda görüyor.
Selim Bakış Önerisinin Terki
Ortadoğu ülkelerinin kendi tarihselliklerinin rengini vereceği yeni liderlerle meşru mücadele yürütmeye hazırlıklı olunmasının gereğini vurgulayan yazar, kültürel popülizm ifadesini bir aşağılama öğesi olarak kullanmaktan çekinmiyor. Taşkın, popülizmi “halk yardakçılığı, halkın ağzına bir parmak bal çalıp büyük menfaatler temin etmek anlamında” kullanıyor. Bu kullanım kelimenin Türkiye'de yaygın kullanımı ile de paralellik taşıyor. Oysa popülizm sadece olumsuz anlamların içine doldurulacağı bir açıklama birimi değildir. Sözgelimi Hakan Arslanbenzer’in tanımından yola çıkarsak; “popülizm gerçek anlamı ile, halkçılık, halk taraftarlığı, halk severliktir. Halk ise belli ekonomik ve kültürel seçkinliğe sahip olanlar dışında herkestir, yaşayan insan çoğunluğudur. Siyasi kararların bu çoğunluk lehine alınmasını talep etmek popülizmin özünü oluşturur.” Taşkın’ın rahatsızlık duyduğu temel nokta da burasıdır zaten. Mısır’da siyasi kararların çoğunluk lehine alınması Müslümanların/İslamcıların öne çıkmasına sebep olacaktır. Zira, Taşkın’ın bakışına göre eğer kültürel popülizme sahip bir lider İslamcıysa alarm zilleri daha belirgin olarak çalıyor. Çünkü siyasal söylemin hâkim unsurlarından birinin “dinsel milliyetçilik” olması endişelenmek için yeterli bir sebeptir. Taşkın, o kadar kör bakışlı ki, bir paragraf öncesinde başkalarına, özellikle kuşkucu laik çevrelere tavsiye ettiği selim bakışı bir paragraf sonra terk etmekten çekinmiyor.
Mısır’da Müslüman Kardeşler içi ve Selefiler arasında yaşanan İslamcılık(lar) arası çekişmelere de dikkat çeken Taşkın, Ortadoğu’daki demokrasi sürecinin alacağı biçimlerin iki tür İslamcılık arasındaki rekabetin sonuçlarıyla yakından alakalı olduğunu belirtiyor. Tabii burada öncelikle şunu hatırlatmak gerekir: İslamcı siyasi pratikleri tanımlarken demokrasiden daha geçerli sözcükler bulunması gerekir. Yoksa her yerde demokrasi arayan oryantalist bakışı yeniden üretmekten başka bir şey yapılmış olmaz.
Akademik dünyada İslamcılıkla ilgili çalışma yapanların birbiriyle rekabet eden iki tür İslamcılığa dikkat çektiklerini belirten Taşkın, ilk gruptaki İslamcıların siyaset ve iktisat alanlarının kendine özgü tartışılamaz özerkliklerinin bulunduğunu düşünmelerinden dolayı sekülarizasyon kuramının varsayımlarını doğrulayan bir konuma sahip olduklarını vurguluyor. Ona göre bu grubu oluşturan İslamcılar hukuk alanında İslami ilkelerden yararlanmayı öne çıkarsalar da bunun belli bir noktadan sonra terk edilmesini savunan temkinli bir bakışa sahipler. İslam’ın ahlak alanında etkili olabileceğini ve bunun kamusal yansımalarının da olacağını düşünmelerinden dolayı bu yorumu bireylerin özel alanlarında etkili olacak bir İslami yorumu sahiplenmekle nitelemenin de mümkün olmadığının altını çizen Taşkın, bu yorumun kimi zaman liberal yorumlara kimi zaman da kültürel popülizmin otoriter yorumlarına savrulabildiğini ifade ediyor. Yazara göre, Türkiye’de AKP ile cisimleşen bu “reformcu yorum”a İran’da Abdülkerim Suruş’un düşüncelerinde, Tunus’ta Nahda’da, Mısır’da ise Vasat Partisi ile Müslüman Kardeşler’den koparak Devrim Sürüyor Bloku’na katılan İhvan mensuplarında rastlamak mümkün.
Olumsuzluk Siyaseti Olarak Görülen Popülizm
Diğer İslamcılık yorumu ise İslam’ın siyasi, iktisadi, hukuki ve kültürel bütün alanlar da somut önerileri olduğunu ama bunu somut olarak dillendiremeyen köktenci grupların oluşturduğu ve şu an sokaktaki karşılığını Selefiler’de bulan yorum. Mısır seçimlerinde ciddi bir oy oranına ulaşan Selefiler’in batı medyası tarafından “yeni görsel nesne” olarak kullanılacağını düşünen Taşkın, İslam dünyasında farklılıklar taşıyan köktenci grupların mevcut olduğunu ama bunları radikal siyasal İslamcılarla karıştırmamak gerektiğini de belirtiyor. Ona göre radikallerle köktencileri ayıran temel fark ilkinin direkt devleti hedef alan devrimci söylemde kendini gösteren modernist etkidedir. Bu yüzden köktenciler, radikallerin bu yönünü kabullenmezler ve yaşam alanlarını İslam’ın ilkelerine göre dönüştürmeyi öncelikli stratejileri olarak görürler. Yaşam alanı siyaseti Mısır’da da görüldüğü üzere, modern siyasete karşı gösterilen kuşkuculuğun bir anda terkini de beraberinde getirir. Radikallere göre siyasal popülizmlerine daha sadık olan köktencileri radikal popülist olarak niteleyen Taşkın, radikalleri ılımlı popülistler olarak niteliyor. Ne var ki, her halükârda popülizm olumsuz bir sıfat olarak ortaya konuyor. ABD ve AB ülkelerinin tavırlarının bu popülizmlerden birini geriye çekerken diğerini öne çıkaracağı üzerinde özellikle duruluyor. Yani her zaman dış koşullarla kayıtlı bir İslamcılık var karşımızda. Denilmek istenen şudur bir bakıma: Batı olmasa Ortadoğu’daki radikalizm olmayacak, dolayısıyla İslamcıların yerine siyasette solcu, liberal, laik gençlik öne çıkacaktır. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki bu yorumlar büyük ölçüde Asaf Bayat’tan izler taşımaktadır.
Pek çok çalışmada görüldüğü üzere AKP’nin iktidara gelmesinin radikal İslamcılığın ateşinin sönmesi anlamına geldiği bu yazıda da tekrar ediliyor. Taşkın’a göre sahneden çekilen radikal İslamcıların bir kısmı AKP’nin yolculuğuna eşlik ettiler, azımsanamayacak bir kısmı ise apolitik siyasal İslam’a yöneldiler. Geri kalanların bir kısmı Selefileşme sürecine girdiler. AKP öncesi vasatı pür radikal olarak gören çevrelerin çoğunun sarıldıkları metaforun adil düzen olduğu düşünülürse İslamcılığa ilişkin kategorik okumaların neyi ne kadar yansıttığı konusunda ciddi kuşkuların oluşmaması mümkün değil.
Batılı Söz Dağarcığı
Tunus hakkında da değerlendirmelerde bulunan Taşkın, Tunus’un iç kesimlerinde demokratik sol güçler açısından ayakların yere basılabileceği alanların mevcut olduğunu bir umut ilkesi olarak öne çıkarırken İslamcılar söz konusu olduğunda umudun “u” suna bile yer vermekten kaçınan bir perspektife sahip nedense. Taşkın’ın değerlendirmelerinde öne çıkan bir husus da sahil metaforu. Tıpkı Türkiye gibi- eğer CHP’yi sol kabul edersek- sol partileri de sahile sıkışan bir siyasal ortam var Tunus’ta.
22 yıl Londra’da sürgünde yaşayan Raşid Gannuşi’nin AKP iktidarından çok önce AKP’ye benzer bir siyasal tavrı savunduğunu vurgulamak gerektiğini ifade eden Taşkın, Nahda liderliğinin kendi tabanından daha liberal olduğunu belirtiyor. Nahda’nın kendisini tanımlarken kullanmış olduğu İslami değerlerden ilham almakla birlikte İslamcı değil İslami bir parti ifadesi üzerinde duran Taşkın, Nahda’nın Tunus’taki yoksul kesimlerin beklentilerini karşılayabildiği ve liberal duruşunu kendi kitlesi içinde popülerleştirmeyi başardığında Tunus’un daha az çatışma yaşayan bir ülke haline geleceğini belirtiyor. Nahda üzerine yapılan analizlerde ağırlıklı olarak Gannuşi’nin kendi tezlerini temellendirdiği argümanlardan değil batılı söz dağarcığından hareket edildiği görülmektedir. Beklentinin de sol liberal bir beklenti olduğu düşünülürse Taşkın’ın yazısının girişinde itiraz ettiği oryantalist yaklaşımı sürekli bir biçimde tekrar etmekten kaçınamadığını hatta bunun bir bilinç haline geldiğini görmek mümkün.
Mısır’a ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerde ordunun yönetimin stratejik konumunu terk etmek istememesi haklı olarak eleştirilirken Müslüman Kardeşlerin bu süreçteki tavırlarını da anlamak istemiyor Taşkın. Yüksel Taşkın’ın yazısıyla kimi noktalarda ortak vurgular taşıyan Mete Çubukçu’nun “Arap Ayaklanmalarının Birinci Yılı: “Tahrir Ruhu" mu İslami Uyanış mı?” başlıklı yazısı İhvan’ı oportünist davranmakla suçluyor. Binlerce kişiyi meydanda yalnız bırakmakla itham ettiği Müslüman Kardeşler’in Tahrir yerine seçimlere yoğunlaşmasını orduyla arayı bozmama çabası olarak yorumluyor. Her iki yazar da sözgelimi Praksis dergisinde söyleşisi yayımlanan Fulya Atacan kadar empatiyle yaklaşabilse Müslüman Kardeşler’e, onları biraz daha anlayabilirdi. Çünkü sahada olan mücadele eden ve şu ya da bu biçimde yılların tecrübesine sahip bir örgütlenme var karşımızda. Varsa yoksa sol ve liberal güçlere karşı Müslüman Kardeşlerin geleneksel güvensizliği hatırlatılıyor. Oysa bu güvensizliğin oluşmasına sebep olan karşı darbelerin somutluklarına hiç yer verilmiyor. Sözgelimi Samir Amin tarzı sol bakışlara nasıl itimat etsin İhvan, ya da herhangi İslamcı bir hareket.
Müslüman Kardeşler’le Mısır’ın en yoksun ve yoksul kesimleri arasında sınıfsal bir mesafenin oluştuğunun sürekli olarak altı çiziliyor. En alttakilerin hınçlı oylarının da Selefilere gittiği belirtiliyor. Buna karşın seçim sürecinde Selefilerin partileşmesine izin verilmesinin Yüksek Askeri Konsey’in Müslüman Partileri bölme stratejisinin bir yansıması olarak okunabileceğini belirtmesi üzerinde düşünülebilir. Hele İhvan’ın kırsal da yaygınlaştığı düşünülürse Tunus’ta seçimlere giremeyen Selefilerin Mısır’da seçimlere katılmasına izin verilmesinde bir “bit yeniği” aranabilir. Şöyle yorumluyor bu konuyu Taşkın: “Mübarek’in Müslüman Kardeşler’i zayıflatmak için, yoksullar arasında çalışmalarına göz yumduğu şeyhler ve onların takipçileri, beklenmedik bir örgütlenme kıvraklığı göstererek Al Nur Partisi çatısı altında bir araya geldiler ve seçimlerde yüzde 20’nin üzerinde oy almayı başardılar. Mısır Devrimi’ne giden süreçte göstericilere karşı tavır aldıkları, gösterilere katılmadıkları bilinen Selefilerin yakın zamana kadar siyasi partilere karşı da kuşkucu bir tavırları vardı.” Burada şunu da eklemek lazım: Selefilerin eylemlere katılmadığı doğru değil, Tahrir’e katılmayanlar vardı, ama çoğu katıldı.
Selefilerin yerleşik seçkinler olarak gördüğü Müslüman Kardeşler’in Selefilerle beraber hareket etmeyeceklerini vurguladıkları da bilinmekte. Mısır Meclisinin büyük oranda şekillendiği bugünlerde bir yandan Selefiler, diğer yandan seçilmiş kimi laik milletvekillerinin askeri yönetimi tercih edeceklerini belirtmeleri, ordunun temsilcisi konumunda olan Yüksek Askeri Konsey’le Müslüman Kardeşler’in doğrudan karşı karşıya gelmesi olasılığını arttırıyor. O yüzden Müslüman Kardeşler’in bundan sonraki süreçteki sorumluluğu daha ağır olacak gibi.
Dijital Oryantalizm
Evgeny Morozov, cesur ve sağlam zeka ürünü olan kitabı Net Yanılsaması’nda internetin demokratik olmayan toplumları değiştirip dönüştürme sürecindeki etkisini abartma halini dijital oryantalizm olarak adlandırır. Mete Çubukçu, Arap ayaklanmalarında, sokağa çıkanlara dair ilk başlarda ana akım medyada yapılan ve dijital oryantalizmin göstergesi mahiyetinde okunabilecek olan sosyal medya vurgusunu doğru bulmaz. Yani sosyal medyanın renksizliği, sıradanlığı, örgütsüzlüğü ve ideolojisizliğinden uzaktır sokağa çıkanlar. Farklı ülkelerin değişik dinamikleri olsa da hareketlerin ateşleyici unsurlarının, sokak, öfke ve onur olarak özetlenebileceğini ve bu ayaklanmaların dünyayı yeniden sokakla tanıştırdıklarını ifade eden Çubukçu, seçim sonucunda ortaya çıkan sonuçların şaşırtıcı hatta bazıları için hayal kırıklığı olsa da aslında beklenen bir durum olduğunu belirttikten sonra yine demokrasinin evrenselliği üzerinden sol liberal bir bakışla süreci anlamlandırıyor: “Hayal kırıklığı yaşayanların genel kanısı şu: Birçok ülkede ayaklanmaların farklı bileşenleri vardı ama şimdi İslamcılar onları ezerek geçiyor ve ilerisi için demokratik hakların gelişip gelişmeyeceği konusunda şüphe uyandırıyor. Ama bildiğimiz Mısır dâhil diğer ülkelerde bu hareketlerin yıllar içinde örgütlü olarak büyüdükleri ve toplumun büyük bir kısmı nezdinde kabul görüyor olması. Aslında İslami kökenli partiler için de yeni bir dönem ve yeni bir sınav var. Demokrasi için ayaklanan kitlelerin seslerine ve taleplerine kulak vermeyip “İslami” bir hayat tarzı empoze etmeye ve bu çerçevede yasalarla baskı kurmaya ve hatta bu amaçla eski rejim kalıntılarıyla iş birliğine gittikleri takdirde ‘yeni ayaklanmalarla’ karşılaşmaları muhtemel.” Çubukçu Tahrir ruhunu savunuyor ama aslında söylemek istediği veya gönlünden geçen solcuların ve laik çevrelerin ayaklanmalardaki rolünü hatırlatmaktan fazla bir şey değil. Benzer kaygıların eşlik ettiği vurgular geçenlerde Zaman’da İhsan Dağı’nın “ Şeriatı Savunmak” (3.02.2012) yazısında da yer alıyordu. Dağı’nın yazısının son cümlesi bir bakıma Çubukçunun yazısının ana fikri gibi: “Arap devrimlerinden demokrasi çıkarmaktır asıl devrim, iktidara seçimle gelen İslamcı otoriter bir rejim değil.”
İslami muhalefet hareketlerinin bölgenin öne çıkan tek kitlesel muhalefet biçimi olmasını rejimlerin baskıcı karakterine bağlayan Çubukçu, İslami hareketlerin bir taraftan yüzyılın başından bu yana örgütlü çalışmalarının olduğunu söylerken solda sıklıkla gördüğümüz bir bakış açısını da gündeme taşıyor. Ona göre baskıcı rejimler hiçbir muhalif harekete izin vermeyerek İslami muhalefet hareketlerini kendi elleriyle büyüttüler. Bu süreçte cami sadece “ibadet” yeri olarak değil siyaseten toplanma yeri, dayanışma mekânı olarak da öne çıktı. Tahrir sürecinde hayatında hiç camiye gitmeyen insanların, Cuma günü toplanma yeri olarak camileri seçmesi sebepsiz değildi.
Mısır’da Müslüman Kardeşler AKP örneğini yakından izlese de her ülkenin kendine özgü şartlarının olduğunu fark edemeyecek derecede bir AKP sempatisinin bulunmadığını, bundan dolayı da Türkiye olgusunun çok fazla öne çıkarılmasından rahatsızlık duyulduğunu belirten Çubukçu, toplumsal hayata müdahale ettikleri takdirde Arap ayaklanmalarından kalan esas hususun bölgenin İslami muhalefetle yeniden tanışması olacağını ve bunun da yeni çatışma alanları yaratacağının altını çiziyor.
Zaten yazısının başlığı da doğrudan bu çatışmaya işaret eder nitelikte. Şöyle diyor özetle Çubukçu: “İslami muhalefet ya da Müslüman Kardeşler’in siyasi rengini toplumsal hayata ne kadar müdahale edip biçimlendirmeye çalışacakları; çoğulcu mu, çoğunlukçu mu olacakları ya da İslamcılığı mı yoksa yoksullukla mücadeleyi mi önceleyecekleri belirleyecek.” Yazısında haklı soru işaretleri bulunsa da İslamcılığı sadece dinin bazı ritüellerini yasalaştırmakla sınırlı bir biçimde kavrayan Çubukçunun bakışı oldukça sorunlu. İnan Ruma’ın yazısındaki Müslüman Kardeşler hakkındaki bütün değerlendirmelerin Samir Amin’in “sahadan sunduğu güvenilir bilgilere” dayandırılması ardından da gene Samir Amin kaynaklı olması kuvvetli olan Ergin Yıldızoğlu’nun güncel ekonomik krizi Lenin’in emperyalizm analizi üzerinden incelemesinin neticesi olan, Arap baharını siyasal İslam’ın emperyalizmle buluşması yorumunun hatırlatılması manidar. Sosyalizmi bir seçenek olarak gören bakışın İslamcılığın da bir seçenek olduğunu düşünmemesi mümkün değil. Nedense mesele İslamcılık ve İslamcı yapılar olunca seçenek bir yana bırakılıyor; anonimleşen ve ne olduğu sabitlenemeyen demokrasi, çoğulculuk vs. kavramlar üzerinden bir sıkıştırma siyaseti izleniyor. Bu ise seçenek olma durumuna ilişkin ikircikli bakışın sonucu aslında.
Mısır’da seçim sonucu sürecin başta asker siyaset ilişkileri olmak üzere pek çok noktada İslami partiler açısından yeni bir test niteliği taşıyacağı ise zaten bilinen bir durum. Her halükârda yaşanlar bir değişime işaret ediyor. Değişim kadar değişimin anlamlandırılması konusundaki mücadele de devam ediyor. Neticede “Ortadoğu İntifadası”, “Arap Uyanışı” vesilesiyle farklı yollar üretebilmenin şimdiki imkânlarının ayaklanma öncesi koşullara nazaran daha fazla ve bunun da yeni bir sınav olduğu söylenebilir.
Solun ağırlıklı kısmının Ortadoğu değerlendirmelerinde öne çıkan bir isim olarak Samir Amin’in Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslami hareketlere dolayısıyla Ortadoğu’daki son gelişmelere bakışını nasip olursa Montly Review dergisinin son sayısı vesilesiyle bir sonraki dergi değerlendirmesinde yapmayı düşünüyorum. Bu kadar önemli mi Samir Amin? Evet. Çünkü Samir Amin’in bakışı Fikret Başkaya üzerinde bile etkilidir. Bu bakımdan onun değerlendirmelerinin etki alanı oldukça geniştir.
HABERE YORUM KAT