Aşı savaşları ve ‘Borç Tuzağı’ taktikleri
Çin ülkelere kredi açıp onların mülklerini ellerinden alırken, İngiltere AstraZeneca aşısını AB ile giriştiği ticaret savaşlarında bir araç olarak kullanıyor.
HAKSÖZ HABER
Dünyanın dört bir yanındaki devletler, koronavirüs salgınıyla mücadele etmek için büyük rakamlara ihtiyaç duyuyor. Ekonomik olarak da bir kriz söz konusu. Büyük ekonomilere sahip ülkeler bu krizi belli bir oranda az bir hasarla atlatabiliyor. Ancak fakir ülkeler için durum kötü bir hal alabiliyor.
Ülkeler ticaretlerini canlandırmak ve ihtiyaçlarını temin etmek için var olan borçlarına borç kattıkça birileri bu ekonomik zor durumdan fayda elde ediyor. Tabi ki kredi ve ekonomik destek sağlayan ülkeler: Çin, ABD, İngiltere, İsviçre gibi dünyanın önde gelen kredi sağlayıcıları oluyor. Borç alındığında ve geri ödenmemesi halinde yaşanacakların ne olduğunu ülkeler az çok biliyor: “varlıklarına bir başka ülkenin firmalarının el koyması.” Bu durum küresel ölçekte yaşanan sağlık krizinin olduğu şu günlerde bir korkuyu ve endişeyi beraberinde getiriyor.
Pandemi ile beraber ağırlaşan ekonomik sıkıntıların üstesinden gelmek de zor oluyor. İlaca sahip olan ülkelerin bu endişesi olmuyor. Çünkü onların kendi ilaçları var ve istedikleri kadar üretebilir hatta istedikleri kadar satar ya da istemediklerine satmazlar. İlaç sağlık için değil de daha çok ticari bir ürün olarak piyasalarda bulunması yönüyle oldukça değerli bir kâr aracı olarak görülüyor.
Çin, fakir ülkeleri karşılayamayacakları ve çok az fayda sağlayacakları pahalı bir altyapıyı inşa etmeleri için kredi almaya teşvik ediyor. Ardından da alınan kredilerin ödenmemesi durumunda krediyi alan ülkelerin işletmelerini kontrol altına alıyor. Çin’in burada nihai bir amacı olduğu düşünülüyor, ‘sonunda bu varlıkların kontrolünü zor durumdaki borçlularından alarak etkinliğini ve gücünü pekiştirme.’
Bazen Çin’in, ABD’nin ve İngiltere’nin stratejileri söylem olarak bir silaha dönüşüyor. İngiltere’nin aşıyı satmıyorum demesi gibi; ya da Çin’in “Siz ne kadar isterseniz o kadarını size satarım” demesi gibi. İngiltere, aşıyı sayısal olarak az ürettiği gibi onu piyasada nadir bulunan bir meta olarak göstererek değerli kılıyor. Aşının etkinliği de büyük oranda kabul edildiği için az bulunması onu pahalı kılmaktan çok önemli kılıyor. İngiltere, aynı zamanda ilacın sağlık etkisinden çok ekonomik ve siyasi etkisinden faydalanmayı tercih ediyor. AB’yi köşeye sıkıştırmak için kullanıyor.
Çin de buna benzer bir tavır takınıyor. Aleyhinde söz söylenmemesi karşılığında Çin, dileyen herkese ilacı satıyor. Çünkü aşılar, Çin’in globelleşmesi için bir araç. Diğer ülkelere kredi karşılığında da ilaçlarını satıyor. Çünkü karşılığını ekonomik ve siyasi olarak alacağını biliyor. Doğu Türkistan’daki soykırımlara dünyanın sessiz kalmasının mantıklı hiçbir izahı yok! Batı bir yandan “demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük” sözleri ile kamuoyu gündemleri oluştururken, dünyanın öte yanına sessiz kalıyor. Bu durum ekonomik ve siyasi sebeplerle açıklanmayacaksa hangi sebeplerle açıklanabilir?
Geçtiğimiz haftalarda İngiltere, Avrupa Birliği ülkelerine Kovid-19 aşılarını göndermeyeceğini ifade etmişti. AB ve İngiltere arasındaki gerilim sadece aşıdan kaynaklanmıyordu. İngiltere, AB’yi kendisine bir yük olarak gördüğü için Brexit yasası ile AB’den ayrılmıştı. Ve ticari faaliyetlerini yeniden düzenleyecek yasaları görüşmüş ancak aleyhinde karar alınacağını görmüştü. İngiltere pandemi sürecinde ürettiği aşı ile durumu lehine kullanmaya başladı. İngiltere AstraZeneca aşısını tabiri caizse bir silah gibi kullanarak AB’ye rest çekiyor. AB ihracat yasağı ile kıskaca alacağını düşündüğü İngiltere tarafından şu aralar kıskaca alınmış gibi görünüyor.
Pandemi ile beraber aşıların bulunması ve tedariki de dünyadaki en önemli ticari kalemlerden birisi haline geldi. Hem üretimi maliyetli olan hem de milyonlarca doz olarak üretilmesi planlanan aşıların zamana ihtiyacı var. Ancak ülkelerin tamamı için bu zaman aleyhe işleyen bir süreç, bu yüzden tüm ülkeler bir an önce aşılamalarını tamamlamak istiyor.
Çin’de kendi ilaçlarını tüm dünyaya bir yandan daha uygun bir fiyatla sunarken diğer yandan aşıların maliyetini karşılayamayan ülkelere kredi açıyor. Ancak bu kredilerin geri dönüşü sadece para olmadığı gibi Çin’in ekonomik boyunduruğu altına girme riskini de barındırıyor. Bu durum bazı ülkelerde tedirginliğe sebep oluyor.
Bir ülke, mafyadan borç alan talihsiz bir kumarbaz gibi Çin kredileriyle borca battığında Pekin'in kuklası olması kaçınılmaz oluyor. Mafyaların borçlularına yaptıkları gibi ülkeler de devlet organlarını veya araçlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Buna verilebilecek en basit örnek Sri Lanka'nın Hambantota limanının durumu olabilir. Pekin, Sri Lanka'yı, ticari başarı ihtimali olmayan projeyi finanse etmesi için Çin bankalarından borç almaya ikna etti. Zahmetli koşullar ve zayıf gelirler sonrasında Sri Lanka temerrüde düştü. Bu noktada Sri Lanka’nın yapabileceği pek bir şey kalmadı. Pekin, limanı teminat olarak talep ederek; Sri Lanka hükümetini limanın kontrolünü Çinli bir firmaya teslim etmeye zorladı.
2018'de şimdiki ABD Başkanı eski Başkan Yardımcısı Mike Pence Çin’in stratejisini, "borç tuzağı diplomasisi" olarak adlandırmıştı. Geçen yıl ABD’deki başsavcı William Barr, Pekin'in "fakir ülkelere borç yüklediğini, şartları yeniden müzakere etmeyi reddettiğini ve ardından altyapının kontrolünü ele aldığını" iddia ederek konuyu gündeme getirmişti.
Kimilerine göre ABD’nin özellikle bu söylemi kullanması bir güç savaşının çarpıtılmış söylemi. Öte yandan Çin’in, Sri Lanka’da gerçekleştirdiği liman devri ve kredi faaliyetleri kanıtlandı. ABD’nin de bir zamanlar bu yöntemle Kafkaslar’da kimi ülkelerin ticari işletmelerini aldığı biliniyor. Hakeza Fransa’nın, Kuzey Afrika’daki petrol işletmelerini bu yollarla aldığı biliniyor. Ülkeler arasında her ne kadar söylemsel olarak bir savaşın unsuru olarak dile getirilse de bu iddialar, tartışılmayı ve derinlemesine incelemeyi de hak ediyor.
HABERE YORUM KAT