Asabiyetin Pençesinde Sıkışmak
Asabiyet, sinirlilik; akrabalık, soy yakınlığı; akraba, soy, kavim, vatan, millet, din gayreti gütmek ve bir toplumun ileri gelenleri manalarına gelmektedir. Bunların yanında, günümüzde biraz daha geniş anlamda kendine yer bulmuş, kan bağının yanında çeşitli fikri, ideolojik, coğrafi, mezhebi, dinsel baskı ve ayrıcalık anlamlarında kullanılmaya başlamıştır.
İslâm öncesi Arap toplumunda, bir kimse kabilecilik his ve gayretiyle baba tarafından olan akrabasını yada kendi kabilesinden olan birini, haklı -haksız her konuda başkalarına karşı korur, ona destek olurdu. Bu anlayışa göre, korumada önemli olan, kişilerin zalim veya mazlum olmaları değil, himaye edenlerin kabilesine mensup olup olmamalarıydı. Bu zihniyet, bir cahiliye devri şiirinde şu şekilde ifade edilmiştir:
”İster zalim olsun ister mazlum, kandaşın olan kişinin yardımına koş.”
Oysa Kur'an-ı Kerim bu mantığı toptan reddeder:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”
Ayrıca peygamberimiz “İnsanları bir asabiyet için toplanmağa çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir” (Ebu Davut) buyurmuştur.
“Asabiyetin gayesinin mülk (hâkimiyet, iktidar) olduğunu söyleyen İbn Haldun asabiyeti kötüleyen hadisleri şu şekilde açıklar: “Resulullah'a göre dünya ve dünya işleri, âhiret için bir binek ve vasıtadır. Vasıtadan mahrum olan, maksada ulaşmaktan da mahrum olur. Resulullah insanın bir fiilinin terk edilmesini isterse, bundan maksadı, o fiilin tamamen atılması, fiilin kaynağını teşkil eden tabiî kuvvetlerin ve vasıfların işlemez hâle getirilmesi değildir. Maksadı, o fiilleri ve kuvvetleri doğru olan hedeflere yöneltmek için son haddine kadar gayret sarf etmektir.
Resulullah'ın asabiyetini yermesi de, aynen bunun gibidir. “Akrabalarınızın ve evlâtlarınızın size bir faydası olmaz” (60/3) ayetinden maksat cahiliye döneminde olduğu gibi asabiyetin, batıl ve batılla ilgili haller üzerine olması; bir kimsenin diğerine karşı gururlanması ve asılsız yere hak iddia etmesidir. Bunlar da akıllı kimselerin özellikleri olmayıp faydasız şeylerdir. Ancak asabiyet, bir iyiliğe binaen ve Allah'ın emrini yerine getirmede olursa arzu edilen bir şey olur…
Yine ibn Haldun'a göre İslâm, asabiyetin zararından çok faydasını görmüştür. Asabiyet, grup hissi, hizip duygusu, cemaat dayanışması, belli grup üyelerini birbirine bağlayan manevî rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde görülmesi halinde çok daha geniş uygulama alanları bulunabilmekte, millî topluluklara bağlı kalmamaktadır. Meselâ, belirli din, mezhep ve ideolojilere bağlı olan fertler, asabiyet bağı ile birbirine bağlanarak, diğer din, mezhep ve ideoloji sahiplerine karşı birbiriyle bütünleşmiş bir toplum olarak ortaya çıkmakta, asabiyet şuuru ile varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu sebeple asabiyeti, sadece kavmî tesanüt(dayanışma) olarak değil, aynı zamanda ideoloji ve din tesanüdü şeklinde görmek gerekir. Yoksa kavmiyetçilik ya da onun izlerini taşıma düşüncesi İslâm'da kesinlikle yasaklanmıştı.” (A.K.)
Oysa ki günümüzde, özellikle de parti, dernek, memleket ve izimcilik adı altında, asabiyetin hep kötü yüzü kullanılmış, onun bayrağı altında zulümler işlenmiş ve işlenmeye de devam etmektedir.
Dünya da ve günümüz Türkiyesinde, bu zihniyet bir ahtapot gibi kollarını her tarafa salmış, siyasetten sosyal yaşantıya, bilimden ülke menfaatlerine, her yerde kirli yüzünü göstermektedir.
Özellikle de politikacılar ve siyaset arenasında, ‘bu mu adalet’ dedirtecek boyutlara ulaşmıştır. Her hükümet olanın, yandaşlarını kucaklamak için her türlü haksızlığı mubah sayması, vicdan gözünün balçıkla sıvanması ve inadına güç ve menfaat uğruna birilerinin harcanması, birer adet geline gelmiştir.
Sağcısı, solcusu, liberali, demokratı kim varsa(istisnaları tenzih ederiz), paçalarından haksızlık, zulüm ve riya akmaktadır. Ve bunu her yolcu, handa konaklayan için koz olarak kullanmakta ve ‘eğer biz olsaydık’ sözcükleriyle başlayan cümleler kurarak, kendi adaletlerinden dem vurmaktadır. Tavanda böyle bir zihniyetin olmadığı, kontrol dışında tabanın başına buyruk böyle bir zırhı kullanmaya çalıştığını düşünmek komik ve cahilce bir yaklaşım olacaktır.
Çünkü olayların zincirleme sürekli birbirini takip etmesi, biri unutulmadan diğer bir vakanın yansımalarının kulakları sağır etmesi, vicdanların tahammül edemeyeceği haksızlıkların her daim zuhur etmesi, kokuşmanın en tepeden başladığının göstergesi olmaktadır.
Zulmün kimliği ve dini yoktu. Bunu son yaşanan olayda daha iyi kavramıştı beynim. Toplum iki zıt kutuplar arasında sıkışıp kalmıştı. Bir tarafta körü körüne reddiyetçilik, diğer tarafta inadına sahiplenme… Olayın en vahim yanı, Allah, din, adalet ve mazlumiyet adına meydana çıkanların, söz konusu kendileri olduğunda, beridekinden hiç farksız, aynıyla muamele etmesi, onların düştükleri hatanın aynısı içinde debelenmesidir.
İthamlarımın muhatabı AKP iktidarı ve onların bürokratları, emir erleridir. Karşımızdaki her kim olursa olsun (sevdiğimiz, akrabamız, partidaşımız, gönül birliği ettiklerimiz), dili sürçmeye, elleri ve ayakları yanlış işlemeye başladığı an, hakkı haykırmalı ve insanlık adına zulmü engellemeliyiz/engellemeye çalışmalıyız. Yüreğimiz yansa, sevdiğimiz zarar görecek dahi olsa.
26.08.2010 tarihinde, BDH’nde görevli iki çalışan (hemşire ve temizlik işçisi) tartışmış. Temizlik şirketine bağlı sözleşmeli olarak çalışan şahıs, filanca AKP’li milletvekilinin yeğeni olduğunu söyleyerek, kendisini buradan attıracağı tehdidini savurmuş ve soluğu başhekimlikte almış. Anında huzura çağrılan hemşireye, hemen dilekçesini yazması söylenmiş. Kendisini bundan sonra burada tutamazlarmış.
Yaptığı marifetin derin hazzını(!) tüm hücrelerinde hisseden zat, yaptığının yeterli olmadığı düşüncesiyle, hemen ertesi gün atıştığı bir başka temizlik personeline “onu buradan attırdım, benimle iyi geçin seni de attırırım” zılgıtını çalarak, kasılmış bedeniyle, mutlu ve mesut, arkasının sağlamlığının güvencesiyle, borusunu öttürmeye devam etmiş/ettirmekte.
Başhekimin ardından sağlık müdürünün huzuruna çıkan hemşire, iki gözü iki çeşme, kimseyle konuşmak istemeyerek, huzurunun bozulması, ailesinin belki de bir başka ile taşınmasıyla yaşayacağı sıkıntıların kızgınlığıyla, verdiği dilekçesinin neticelenmesini beklemekte.
Hemşire arkadaş belki de gerçekten suçludur. Karşısındaki personelle haksız ve gereksiz tartışmaya girmiş, onu rencide etmiştir. Bilemiyoruz, çünkü kimseyle konuşmuyor. Amma kim olursa olsun, yapılacak ilk şey onun görev yerini değiştirmek olmamalıydı. Gerçekten suçluysa, önce uyarı, kınama, maaş kesimi veya birim değişikliği cezaları verilmeliydi ki buna benzer pek çok olay ve örnek mevcuttur. Hatalarında ısrarcı olmaya devam ederse, o zaman başka bir yere naklini yapılmalı/istenmeliydi.
Şimdi insanın kafasına haklı olarak pek çok soru takılıyor:
O şahıs AKP’li bir zatın ‘hısımı’ olmasaydı, idare yine aynı kararı alacak mıydı?
Sırtını AKP’ye dayayan şahıs, utanmazca, bir personeli dahi yerinden oynatabiliyorsa, o korku çemberi içinde, diğer çalışanlar nasıl huzur içinde olacaklar?
Onun bir başkasını dahi tehdit etmesi, bunu herkesin duyması ve bilmesi, idareyi harekete geçiremiyorsa, acaba AKP bir sonraki seçimde, kendisinin ‘alternatif’ olduğunu halkına nasıl ilan edebilecek?
Hükümette olanlar, partilerinin ismini kullanarak, bir takım asalakların adlarını kötüye kullandığının ve kendi adlarına zulmettiklerinin farkında mıdırlar?
Referanduma beş kala, bu ve buna benzer vakalar artarak gerçekleşmeye devam ettikçe, ‘AKP ise hayır’ diyenlere, nasıl ‘haksızsınız’ diyebilecekler?
…
Soruları arttırmak mümkün. Lakin uygulayıcısı kim olursa olsun, asabiyetin her türlüsünden Allah’a sığınmak, boynumuzun borcu olmalıdır.
Selam ve dua ile.
YAZIYA YORUM KAT