1. YAZARLAR

  2. ASLI ATEŞ KAYA

  3. "Artık Ölümü Seviyorduk!"
ASLI ATEŞ KAYA

ASLI ATEŞ KAYA

Yazarın Tüm Yazıları >

"Artık Ölümü Seviyorduk!"

07 Temmuz 2012 Cumartesi 04:57A+A-

 "Ahizenin diğer ucundaki ses: 'Öldü' diyordu.

'Babanız öldü!'

Her nefis gibi babam da ölümü tatmıştı işte."

 

Ani bir şekilde fırladım yatağımdan. Elime aldığım telefonumun şarjının bitmiş olduğunu anladığımda yüreğimden birşeylerin koptuğunu hissettim o an.

- 'Ya aramışlarsa'...

Ne titreyen ellerime ne de zangırdayan dişlerime mani olamadım. Ne zaman fişi takıp konuşmaya çalıştığımı hiç hatırlamıyordum bile. Üst üste gelen arandığıma dair mesajlar içimden birşeyleri koparıp almıştı oysaki. Oracıkta buz kesildiğimi biliyorum sadece. Sabah namazını sükunet içinde kıldığımı hatırlıyor, kardeşimin dizlerinin üzerine çöküşünü ise ömrüm boyunca unutamayacağım anıların arasına, oracıkta hafızama kaydediyordum.

Ahizenin diğer ucundaki ses: 'Öldü' diyordu. 'Babanız öldü!'

Elimi var gücüyle sıktı. Kolumdan kan fışkıracak zannettim. Direksiyon hakimiyetimi kaybetmemek için hiç kımıldamadım. Cevap dahi yetiştirmedim. Solgun bir bakışla, o bitmeyen hastane yoluna doğru, yol alıyordum sadece.

- 'Öldü mü?' diyordu. Bunu hep tekrarlayarak, içimden söküp atamayacağım o derin acının izlerini büyüterek yol alıyorduk öylece.

Ölüm tamamıyla bize aitti işte, biz de ona. Herşey dursun, herşey bitsin istiyordum. Kanayan içim, durduramadığım gözyaşlarım, sevgisine doyamadığım babam gibi ölümde bana ait, bize ait artık. Hatıraların canlılığı şimdiden sarmıştı bütün ruhumu. Ve babaların ölümü çok acıydı işte.

Babam bize ölümü sevdirmişti. Artık ölümü seviyorduk biz...

Hastane koridorlarının o buz gibi soğuk nefesini tüketenler bilir eziyetini. Aylardır kapısından bir türlü ayrılamadığım hastane binasının duvarları üzerime düşecek gibi hissediyordum.

Cenaze sonrası duyduğum acının bedenimde derin izler bırakacağı belliydi...Yere yığılmışım... Göz kapağıma var gücüyle bastıran bir parmağın acıyıcı hissine cevap dahi veremedim. Çok canım yanıyordu oysa.

- 'Hayati fonksiyonları devam ediyor. Bir şok daha lütfen' diyen sese, 'sizi duyuyorum' diyemedim bile. Canımdan bir parçanın götürülüş serüveni, benim de hastane odasında yarı baygın bir hale gelmemle sonlanmıştı besbelli. 

'Benim de ölmem lazım, yaşayamam 'O' olmadan' cümlesini sarfetmeyi hiç istemedim, dilimden döküldü öylece. Babamdan sonra yaşamın ağır yükü hepimizin omuzlarını şimdiden bükmüştü.

Hatıralar bir bir zihnimi işgal etmişti. Babamla ilgili bütün anılarım, gözlerimin önünden bir şerit gibi geçiyordu. Oturuşu, kalkışı, yürüyüşü, çay içişi, gülümseyişi, gezmesi, şakalaşması, arkadaşça sohbetleri, merhameti ve pencerede bir annenin yufka yürekliliğiyle yolumu gözleyişi, hepsi ama hepsi artık yoktu. Hastane odasında her ölümden bahsederken kestiğimiz cümlesini bile düşünüp, 'keşke bıraksaydık, kim bilir bizlere neler söyleyecekti?' diyordum şimdi. Yakıştıramıyorduk işte, ölüm babama hiç yakışmamıştı.

...  

Bir ölümün ardından yaşanılan drama tanıklık ediyordum ben de. Zihnimden bu dünyaya ve ölüme dair o kadar çok şey geçti ki, yüreklerin kaldırabileceği ölümlerin varlığını keşfettim mesela o an. Baba acısını 'arkadaşımın' her mimiğinde hissettim. Acılı gözlerle dilinden dökülenlere tanıklık ediyordum: "Pencerede bekleyenim olmayacak artık, ben böyle yaşar mıyım?", sorusu ile yutkunamadık dahi.

Sözcüklerle büyüyen cümlelerimiz, gözyaşıyla nasıl da eriyordu. Ya yutkunarak ya da boğaza düğüm atarak ağlamak!

'Kaç yaşında olursan ol, ebeveynin hayattaysa sen hala çocuksun! Sen şimdi büyüdün kardeşim...' diyebildim bir de.

Almanya'daki mezarlıklar bana ölümü değil de, daha çok dünyalı olmam gerektiğini hatırlatır hep. Zira o kadar düzgün, albenili, rengarenk çiçeklerle, resim ve figürlerle süslenmiştir ki mezarlar, bu hayata dair bütün duygularınız yeniden canlanır. Artık hiç kopmak istemeyecek kadar dünyalı hissedersiniz kendinizi. 'Ahiret hayatını hatırlatıcı mezar nasıl olur ki?' diye de düşünmüyor değilim. Üstelik 'toprağın altında yatanı bilmem' bana yetebilmeliyken hele. Karşılaştığımız her ölümün bizlere ne kadar dünyalı olduğumuzu hatırlatması gerçeğini gördükçe 'evlerimize, çocuklarımızın zihnine, dünyamıza daha çok ölümü yerleştirelim' diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.

Ölümün o sarsıcı, soğuk ve tarif edilemez acısı bizleri sararken, asla üzerlerine ölümü konduramadığımız sevdiklerimizden ayrılırken, nefessiz kalan bizlere esas mekana gitmenin gereğini hatırlatan birilerinin olması mı gerekir? Sakın insanın kendini sadece etten ve kemikten ibaret saymasının neticesi olmasın bu korkunun sebebi?

Ölüme dair bütün nesnelerden uzaklaşmaya çalışmak, silmek istemek çözümsüzlüğün girdabını oluşturmaktır. Soluklandığımız dünyada ölümü kaybettik. Mola verdiğimiz mekanın sahibi zannettik kendimizi.  Aramak şöyle dursun, bulunca da 'nasıl ortadan yok edebiliriz?' telaşı sarıyor bizleri.

Ölümü daha çok hatırlasak mesela. Çocuklarımıza daha çok anlatsak... Çiçeğin, böceğin ölümüyle başlasak. Park, müze, tarihi mekanları gezme seanslarımıza mezarlıkları da eklesek. Hayata dair gerçeklerle yüzleşebilsek biz de onlarla birlikte.

“Başkalarına vız gelen şey beni derinden yaralıyor” demişti ismini hatırlayamadığım bir düşünür. Her gün karşılaşılan ölümde, her karşılaşma sonrasında, derin izlerle ayrılıyorsak, kucaklayıcı, etkileyici, acıyıcı dünyamızda  kendine has nakışlarla dokumalı ruh alemimizi. Payımıza düşen daha bir ruhsal çöküntü olmamalı, olsa olsa hayatı öğrenmenin en can yakıcı şeklidir bu, adını 'ölüm' diye bildiğimiz şey. 

Yaş ilerleyince yılların kısalması gibi gördüğümüz zamanın, hayatımızdan çalınan zaman olduğunu hatırlamıyoruz bile. Eksileni, biteviye arttırmaya çalışmanın beyhude çabası var hepimizde.  

Ölüm de doğum kadar bizlerle beraber ya, doğumun müjdeleyici sesini evimize konuk ettiğimiz gibi,  ölümü de misafir etsek olur mu acaba?

Hayatın ve ölümün sahibine dönmeden ölümle tanışmak bir de... 

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum