Armağan: Kemalize Olmuş Muhafazakarlar Beni Ürkütüyor
Mustafa Armağan: Muhafazakâr kesimden olduğunu söyleyen “Kemalize olmuş” insanlar var. İşte bu beni üzüyor, ürkütüyor.
Yazdığınız bir twitte “Bediüzzaman Said Nursî’nin yayımlansa “Sırr-ı innâ a’tayna” Risalesini yasaklatacak bir muhafazakar Kemalizm gelişiyor Türkiye’de, şaşırtıcı zamanlar” diyorsunuz. ‘İslâmî Kemalizm’ nasıl ve kimler tarafından geliştiriliyor?
Kemalizm Türkiye’de maalesef “Su-i misal emsal olmaz” sözünü yanlış çıkartacak şekilde ona karşı olan ya da karşı olduğunu söyleyen birçok bünyeye menhus bir hastalık gibi sirayet etmiş durumda. Meselâ “Kürt Kemalizmi” dediğimiz yaklaşım Türk Kemalizmi’ne karşı çıkan bünyenin içerisinde kendisine varlık sahası bulabildiği gibi muhafazakâr kesimde de çeşitli izdüşümleri bıraktı. Dolayısıyla Kemalizmi CHP ile özdeşleştirip o cepheye inhisar ettirmek doğru değil. Çünkü mevcut eğitim sisteminden yetişen ve bu paradigmayla kafaları yoğrulan nesiller ister istemez Kemalist tortuları hayatlarının değişik aşamalarında yansıtıyor ve yaşatıyorlar.
Türkiye’de bir zamanlar dedeleri, babaları Kemalizm’den çok çekmiş, vaktiyle Kemalist paradigmaya karşı çıkmış, itiraz etmiş bazı kesimlere mensup insanlar bile zaman içinde Kemalist yanlışları tekrarlaya tekrarlaya bilinçaltlarına sızdırdı ve dayatma gerçekler karşısında onları bir tür içselleştirme sürecine girdiler. Bu içselleştirme tecrübesi veya “Stockholm sendromu” diyelim adına bugün Kemalizmi resmî tarih üzerinden eleştiren bizim gibi insanların karşısına hiç hesapta olmayan bir ideolojik duvar olarak çıkmakta.
Yalnız bu, dediğim gibi, ille belli bir kesim, belli bir bünye için değil, genel olarak Türkiye sathına yayılmış olan bir anlayış ve aslında kökü kurutulması gereken bir anlayıştır…
Peki Kemalizm neydi? Sadece ezanı yasaklatan, idam sehpalarını kuran, camileri ahıra çeviren bir anlayış değildi şüphesiz. Halkın iradesine ipotek koyan, onu silâh zoruyla susturan, ona ‘rağmen’ bir şeyleri dayatan bir zihniyetin adıydı. Bu zihniyetteki her kesim, her bünye Kemalizm’den bir pay veya maraz kapmıştır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın Kemalizm hakkındaki hakikî fikirlerini içinde barındıran “Sırr-ı İnnâ A’tayna Risalesi”ni bırakın, bazen muhteva itibariyle benzer bir metin olan ve resmî Külliyatta mevcut bulunan “5. Şuâ”nın bile bazı baskılarında makaslandığına şahit oluyoruz.
Peki ne var bu gizli risalede? Diğer kitaplarında remzen anlattığı bazı şeylerin ismini bu Risalede koymuş Üstad. Hani yaygın deyişle, ‘i’lerin noktalarını yerlerine yerleştirmiş. O zamana kadar günün birinde noktalarını koyarım diye ‘ı’ yazmış, ama artık noktaları yerlerine koyunca ‘Kral çıplak!’ demiş. Şimdi bu Risaleyi gündeme getirince “Hayır. Bunu yayınlayamazsın, dile getiremezsin, başımıza iş açarsın” gibi dayatmacı bir anlayışla karşılaşıyoruz. Bu Risale yayınlanır mı, yayınlar mıyız bilmiyorum. Fakat bundan rahatsız olup da aleyhimize dâvâ açabilecek İslâmcı ya da muhafazakâr kesimden olduğunu söyleyen “Kemalize olmuş” insanlar var. İşte bu beni üzüyor, ürkütüyor.
Şu deniliyordu ya hep: Dersimliler nasıl CHP’ye oy veriyor? İşte Stockholm Sendromu, katiline âşık olmak vs. Peki bu tavır ne oluyor? Burada da sen dinini, dedeni, değerlerini alt üst etmiş bir anlayışı tahkim ediyorsun. Biz “I. İnönü Savaşı diye bir savaş yok, bu icat edilmiş bir kurgu, bunu İnönü bile kendisi itiraf ediyor hatıralarında, Mustafa Kemal biraz büyüttü diyor” diyoruz. Buna rağmen “Hayır, İnönü kahramandır vs.”, demeye başlıyorlar. Oysa sorgulamalarımız küllî olmalı; ve temel insan hakları, İslâmî değerler, çağın gerektirdiği özgürlük ortamında Bediüzzaman’ın hiçbir satırı gizli kalmamalı.
Sadece o da değil. Kim Kemalizm hakkında bir hakikati ortaya koymuşsa onu değerli bir hatıra gibi gelecek nesillere aktarmalıyız. Derin Tarih dergisinde kısmen bunu yapıyoruz. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin İskeçe’de yayınladığı Yarın dergisi yasaklı bir yayındı; 1927-30 yılları arasında çıkarttı. Biz bu dergideki bir tefrikasını yayına hazırladık ve okurlarımıza sunduk. Şimdi bakıyorum, “Vay efendim Millî Mücadeleye karşı çıkmış birinin kitabını yayınlıyorlar” gibi eleştiriler. Benim için önemli olan şu: Ne olursa olsun, bu adam bir şeyler söylemeye çalışıyor, bir derdi var. Türkiye’de yapılmak istenen din reformu fikirlerini erkenden fark etmiş ve buna tepki koymuş. Mustafa Sabri’yi de bilsin insanlar. Nasıl ki Nazım Hikmet’e uzun yıllar boyunca “vatan haini” denilirken şimdi mezarı neredeyse bir ziyaretgâh haline geldiyse onun tarihteki konumu da arkasındaki siyasî ve fikrî iradeyle değişecektir. Nitekim zaman içinde birçok şey değişiyor. Türkiye de bu değişime ayak uyduracak.
Resmî tarih kapsamında okullarda anlatılmaya devam eden, ama aslında anlatıldığı gibi olmayan tarihî olaylara örnek verebilir misiniz?
Tarih öğretiminde örneklerden öte mantık hatalı, mantık sakat. O sakat mantığı değiştirmek lâzım önce. Çünkü sistem bir bataklık haline gelmiş; örneklere takılmak bataklıkla uğraşmayıp sinek avlamak gibi bir şey. Bence Kemalizm bir bataklıktır ve Türkiye’de, hem İslâm hem Osmanlı hem de benlik algısını, insanların kendisine bakışını ters-yüz etmiş ve olguları tersine çevirmiş bir bataklıktır. Buna böyle yaklaşılmalı. Kemalizm bize 90 yıldır bir hikâye anlattı; maalesef o hikâyeyi devam ettirmek isteyen bir anlayış mevcut. Ancak biz bu hikâyeyi devam ettirmek istemiyoruz. Biz diyoruz ki başka hikâyeler de var. Bize anlatılanlar yalandı diyoruz. Böyle bakar ve o başka bir hikâyelerden biri üzerinde anlaşmaya varabilirsek o zaman belki Kemalistleşme eğilimlerinin önüne geçmiş oluruz.
II. Abdülhamid’in devrilmesiyle başlar bütün hikâye aslında. Bediüzzaman’ın deyişiyle Mason ve zındıka komitelerinin icraatlarını bir kenara bırakalım şimdilik ki, “Sırr-ı İnna a-tayna”da bu hususa dair de çok ilginç bahisler var. Mason komitesinin Sultan Abdülhamid’i tahtan nasıl indirdiğini ve bu oyunun o sırada onun farkına varılamadığını, asıl maksadın Osmanlı’yı, Hilâfeti ve İslâmiyeti haritadan silmek olduğunu gayet samimî bir edayla ortaya koyar. Yani Abdülhamid’in devrilmesi değildir mesele. Osmanlının, İslâm’ın, hilâfetin bu topraklardan temizlenmesi ve sökülüp atılması meselesidir. Sonra ne oldu peki? Çanakkale’deki kahramanlıklar… Bakın Çanakkale’de hep Mustafa Kemal anlatılıyor. İkinci bir isim aklınıza geliyor mu? –Muhtemelen gelmiyor. Gelenler kim? Rütbesizler. İşte Seyid Onbaşı, Yahya Çavuş bir iki tane de alt düzey, rütbesiz erin kahramanlıkları. Ama rütbelilerin içinde M. Kemal’den başka kahraman yok. Ne Selahaddin Adil Paşa var, 18 Mart’ın gerçek kahramanı, ne Esad Paşa... Bakın biz 1916’da Kutü’l-Amare’de büyük bir zafer kazandık. İngiliz ordusu tarihte bir meydan savaşında acaba en son hangi devlete yenilmişti? Fransa’ya mı, Almanya’ya mı? –Hiçbirine… Oysa biz Kutü’l-Amare’de bir İngiliz ordusunu yendik, yenmekle kalmadık, tamamını esir aldık. Bir orduyu, topuyla, tüfeğiyle, 13 bin eri ve 58 subayı, 20’ye yakın generaliyle hem de. Peki bu zafer niye gündeme getirilmiyor? İçinde Mustafa Kemal, içinde cumhuriyetin kurucuları yok da ondan. Öyle olunca onu siliyor, temizliyorsun.
Öte yandan Cumhuriyeti kuran kadronun yenilgi ve başarısızlıklarının üzerini de örtüyorlar. Elimine etmek istediklerinin ise sadece başarısızlıklarını anlatıyorlar. Meselâ Vahdeddin’in İngiliz gemisiyle Malta’ya gittiğini anlatıyorsun, ama Sevr’i inatla imzalamadığını anlatmıyorsun. Enver Paşa için diyorsun ki, Sarıkamış’ta 90 bin askeri dondurdu –ki bu rakam da yanlış, gerçekte şehitlerimizin sayısı 30 bin ve donanların sayısı 5-10 bin civarında, çoğu da silâhlı çatışmalarda şehit oldu.– Ama Çanakkale’yi kazanan Başkomutanın Enver Paşa olduğunu söylemiyorsun. Sarıkamış Ocak 1915, Çanakkale Mart 1915. Birini kaybettiği zaman kaybetmiş oluyor, ama kazanınca başarıyı başkasına havale ediyorsun. Niye? Mustafa Kemal’in rakip olarak gördüğü birisi olduğu için. O zaman Enver Paşa kaybettiğinde gündemde, kazandığında yok gibi bir manzara çıkıyor karşımıza. Kutü’l-Amare’de Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa savaşı kazanıyor, ama tarihlerde ismini ara ki bulasın. Niye? Enver Paşa’nın yakını olduğu için. Anlatabildim mi?
İşte tarihimiz bu sapık mantıkla yazıldığı için önce bu mantığı değiştirmek lâzım. 1918’de General Allenby karşısında tek kurşun atmadan çekilen 7. Ordunun komutanı Mustafa Kemal 10 gün içerisinde 560 km. vatan toprağını bırakıp geri çekiliyor, onu hiçbir şekilde başarısız kabul etmiyorsun ve diyorsun ki “kuvvetlerini başarıyla geri çekti”. Bu nasıl bir başarı? Elinde kalan kuvvet 1500 kişi ya var ya yok. 10 bin civarındaki kuvvetten geriye bu kalmış, ama siz “başarıyla geri çekti” diye hezimetin üstünü örtüyorsunuz. Bunu sorgulayacağınıza, Filistin’i, Suriye’yi nasıl bıraktı da geldi diyeceğinize Mondros Mütakeresini yapanları suçluyorsunuz: Vahdettin Mondros Mütarekesini imzalattı vs. Peki o savaşı kaybedenlerden neden bahsetmiyorsunuz? 1918’in 19 Eylül’üne kadar sınırımız Kudüs’ün kuzeyindeydi. Eğer o gün mütareke imzalanmış olsa sınırımızın dibinde Kudüs. Peki bu savaşı kaybeden insanlar neden sorgulanmıyor? İngilizlerle anlaşılıp Adana’ya çekinilecek, ‘Arap toprakları’ onlara bırakılacaktı; plan buydu. Nitekim İngiliz Mareşali Allenby’nin Şubat 1919’da –yani kendisini yendikten 4 ay sonra– İstanbul’a gelip “Mustafa Kemal’i, 6. Ordunun başına tayin edin” demesi hiç mi değer taşımıyor?
Ya da şöyle düşünelim: Lozan Konferansı ne zaman imzalandı? 24 Temmuz 1923’te. Biz Ağustos’ta TBMM’de onayladık. Sonra bekliyoruz İngiltere de onaylasın diye. Yenmiştik diyoruz, masaya yumruğumuzu vurmuştuk ya! Ağustostan Nisana kadar Avam Kamarasına getirmek için ayak sürüyor İngilizler. Niçin Nisan’a kadar bekliyorlar? Martta biz hilâfeti kaldırdık, Şeyhülislâmlığın son bakiyesi olan Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldırıp yerine Diyanet’i kurduk, medreseleri kapattık, ondan sonra “Tamam, Türkiye yoluna giriyor, görüşmelere başlayabiliriz” dediler. E hani yenmiştik ‘yedi düveli’? Mağlûp tarafın bizden önce antlaşmayı onaylaması lâzımdı, değil mi? Yenmenin anlamı budur. Ama hayır. Biz onaylıyoruz ve bekliyoruz, İngilizlerin keyfi ne zaman gelecek diye. Ve bakıyoruz ki biz hilâfeti kaldırmadan imzalamayacaklar, dolayısıyla onu kaldırıyoruz, 1924 Anayasasıyla laikliği ilân ediyoruz, o zaman ciddiye alınıyoruz.
Olayları böyle anlamazsak tarihî realiteyi kavrama imkânımız da olmaz. O yüzden Kemalizm bir perde çekiyor gözümüze, bir Hacivat perdesi. Perdede bir şeyler oynuyor ama arkasında neler dönüyor? Asıl deşifre edilmesi gereken bu. Emirdağ Lâhikası’nda Büyük Doğu’dan yapılan Lozan alıntısı bence olan bitenin asgarisini söylüyor. Tabiî ki o tarihlerde ancak o kadarı söylenebilirdi. Oysa biz bugün çok daha ötesini söyleyebiliyoruz çünkü elimizde daha fazla delil var.
YENİ ASYA
HABERE YORUM KAT