Arap Baharı’nı Yeniden Düşünmek
Arap Baharı esasen bir olay değil, süreç olduğu için form değiştirmeye ve yeni formlar kazanmaya meyyaldir. Sürecin bu yapısı, Arap İnsanı'nın zihin kalıplarını, algı ve düşünce dünyasını yeniden şekillendirmektedir.
Galip Dalay / Al Jazeera
Arap Baharı’nın özünü, statükoya isyan oluşturmaktaydı. Bu statüko, siyasal olarak baskıcı rejimler, ekonomik olarak boğaz-tokluğu iktisadı ve idari olarak polis devlet yapısı şeklinde temayüz etmekteydi. Buna karşın, statükocu rejimler ile kıyaslandığında, dünya ile daha iletişim halinde bulunan, kendi ülkeleri ile başka ülkeler arasında mukayese yapma imkan ve araçlarına sahip olan toplumsal yapı, alternatif bir düzenin mümkün olduğu inancıyla statükoya baş kaldırdı. Ekmek, adalet ve onur (özgürlük) sloganlarında somutlaşan yeni bölgesel düzen talebi, eski statükonun daha insani bir düzen ile değişimini öngörüyordu.
2010 yılı sonunda Tunus'ta başlayan bu dalganın kısa sürede Mısır'a ulaşması ve Arap dünyasının diğer polis devletlerini sarsması, eski statükoların devrilmesini talep eden güçlere moral ve psikolojik üstünlük aşıladı. Bu sürecin neredeyse minimum bir maliyetle gerçekleşiyor olması, bu toplumlarda bir özgüven patlamasına sebebiyet verdi. Bu da devrim sarhoşluğu yaşayan toplumsal kesimlerin abartılı ve irrasyonel taleplerde bulunmalarına yol açtı. Fakat 2011 Suriye İç Savaşı ile başlayan, 2013 Mısır Darbesi ile daha da pekişen karşı devrim, darbe ve iç savaş deneyimleri, bu psikolojik üstünlüğün sarsılmasında dalga kıran işlevi gördü.
Ekonomik olarak daha müreffeh, siyasal olarak daha açık ve adil bir gelecek öngören toplumsal kesimler, aniden kendilerini iktisaden daha düşkün, devlet olgusunun sağladığı minimum güvenlik ve istikrardan mahrum halde buldular. Koşulların iyileşeceği ümidinin yerini fiilen daha da kötüleşen koşullar almaya, başka bir ifadeyle yeni durum eski statükodan daha kötü görünmeye başladı. Bu da Arap Baharı yaşayan devletlerin bazılarında toplumun önemli bir kesiminin, özgürlük ve adalet gibi idealler yerine ‘minimum ekonomik getiri, güvenlik ve kısmen işleyen devlet sistemi’ arayışının öncelemesine yol açtı.
Önümüzdeki kısa dönemde, rejimlerin siyasal karakterlerinden bağımsız olarak, güvenlik, düzen ve minimum ekonomik koşulların sağlanması, Arap toplumlarının talepler hiyerarşisinin zirvesine rengini vuracaktır. Bugün Arap dünyasında Arap Baharı ile yayılan ümit dalgasının yerini kriz, şiddet, iç savaş ve çökmüş devlet sistemlerine bırakmasının, radikal siyaset ve aşırılıkların Ortadoğu’ya hakim olmasının koşullarını yarattığı görülüyor. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD), El Kaide gibi örgütler, yeni dönemin en önemli kazananlarını temsil ediyor.
Toplumdan kopuk, toplumsala karşı kendisini konumlandırmış ve bu yapısı nedeniyle varlığını devam ettirmek için önemli ölçüde dış patronaja dayanan otoriter rejimler, Arap Baharı öncesi bu örgütlerin en önemli meşruiyet kaynağını oluşturmaktaydı. Siyasal alanın kapalı olması, toplumsal muhalefet ve taleplerin kanalize olacakları mekanizmaların yokluğu, bu grupların konvansiyonel siyasetin dışında kalan yöntemler ile siyaset yapmalarına zemin hazırladı; silahın siyasal amaca aracı kılınmasına meşruiyet sağlıyordu. Oysa Arap Baharı, bu denklemin içini boşaltmıştı. Siyasal alanın önünün açıldığı, toplumsal taleplerin demokratik mecralarda siyasal sisteme kanalize olduğu ve/veya olabileceği inancının artık radikal siyaset ve şiddetin siyasal ve toplumsal meşruiyeti ile tabanını ortadan kaldıracağı varsayılmaktaydı. Müslüman Kardeşler’in sivil siyaseti önceleyen anlayışının yükselişi, El Kaide’nin şiddeti önceleyen stratejisine vurulan en büyük darbe olarak görülmekteydi.
İslam(cılar) içi siyasette sivilliği ve demokrasiyi önceleyen ana damarın radikal siyasete karşı kazandığı psikolojik üstünlük, ne yazık ki uzun erimli olmadı. Suriye krizinde bölgesel/küresel aktörlerin aldıkları pozisyonlar ile Mısır Darbesi, bu bağlamda önemli kırılma eşiklerini temsil etti. Mısır’da canlı yayında izlenen darbeye karşı dünyanın anlamlı hiçbir tepki göstermemesi, eski bölgesel statükonun seküler ve İslami-monarşi bileşenlerinin darbeyi planlamadan uygulama aşamasına kadar desteklemesi, bölgesel siyasette gelişen yeni siyasal dalga/trendi apaçık ortaya koymuştur. Bu yeni trendin, hem bölgesel siyasetin bundan sonraki yönelimine boyasını çalacağı hem de bölgeye önümüzdeki dönem yüzleşmesi gereken önemli bir miras bıraktığı aşikardır.
Bölgesel otoriterizmin ortak ötekisi: İhvan
Birincisi; Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi, otoriter rejim formlarının farklı kalıplarını Ortadoğu’da yeniden hakim kılmak için harekete geçen dalganın ortak ötekisi haline gelmiş durumda. Seküler-askeri otoriteryan rejimlerden, meşruiyetini İslami referanslar ve iktisadi patronaj ilişkileriyle sağlamaya çalışan Körfez monarşilerine (ki Katar onların dışındadır) kadar eski bölgesel statükonun farklı bileşenleri, İhvan’ın yükselişini kendilerine varoluşsal bir tehdit olarak kodlayıp onu bölgesel düzlemdeki siyasal aktivizmlerinin ortak ötekisi olarak konumlandırıyor. Bu yapıların, İhvan kaynaklı böyle bir tehdit algısına sahip olmalarının, sahici temelleri bulunduğu söylenebilir.
İhvan, topluma nüfuz etmiş organizasyonel yapısı, fikri duruşu, elde ettiği (ve edeceği) iktidarının meşruiyet temelleri nedeniyle o yapıları tehdit ediyordu. Toplumsal alandaki derinliğine güvenen İhvan, en iptidai demokrasi formu olan iktidarların hür seçimlerle belirlenmesi prensibini sahici bir şekilde talep etmekteydi. Topluma siyaseti şekillendiren ve geleceği inşa eden bir unsur olarak yaklaşması, İhvan’ı gerek monarşiler gerekse de seküler otoriteryan rejimler nezdinde tehlikeli kıldı. Daha da önemlisi, İhvan’ın İslami söylemini toplumsal irade prensibinin içine yerleştirmesi, İslam’ı kendi varlıklarına gerekçe kılan, oradan devşirdiği meşruiyet ile toplumsal iradeyi yok sayan, siyasal alanı baskılayan monarşileri varoluşsal bir krize sürükleme potansiyeline sahipti.
İçi boşalan Arap-devlet yapısı
İkincisi; darbe, iç savaş, devrim ve karşı-devrim silsilesi sadece radikal siyasetin yükselişine zemin hazırlamakla kalmadı; Ortadoğu’da sınırların silikleştiği, devlet mefhumunun geleneksel anlamını yitirdiği yeni bir dönemi başlattı. Bugün devlet-altı (Irak Kürdistanı), ulus-devlet aşırı (Kürtler) ve devlet-dışı aktörler (IŞİD), bu yeni dönemde en az ulus-devletler kadar, hatta bazen onlardan daha fazla iktidar alanlarına hükmedip siyasal ve askeri güç kullanabiliyor. Devlet mefhumunun bu şekilde içinin boşalması, bölgesel istikrarsızlık, parçalanmışlık ve karmaşa halinin daha uzun bir süre devam edeceğini salık veriyor.
Üçüncüsü; Arap Baharı’nın doğuşu, dışarıdan bir dizaynın ürünü olmaktan ziyade içerideki koşulların sonucuydu. Zaten bu hareketlerin kısa sürede bu kadar etkili olmaları, ayaklanmaların sahici bir karaktere sahip olmalarından kaynaklanmaktaydı. Doğumunda bir etkiye sahip olmayan dış aktörler, Arap Baharı’nın yaşadığı dönüşümde kritik bir rol oynadı. İran ve Suudi Arabistan arasındaki bölgesel rekabet, Bahreyn’deki gösterilerde kendini açıkça ortaya koyup sonucu birincil derecede etkiledi. Suriye İç Savaşı, bölgesel ve küresel bir hegemonya mücadelesinin yaşandığı sahneye dönüştü. İran-Suudi Arabistan–Türkiye arasındaki bölgesel rekabet ile ABD-Rusya arasındaki küresel rekabetin Suriye krizinin geçirdiği evrilmeleri belirleyen başlıca faktörler olduğu yadsınamaz. Mısır’daki darbenin planlama aşamasından uygulama aşamasına kadar bütün süreçlerinin dizaynının Mısır dışında yapıldığı artık herkesin malumü.
Arap Baharı’nın böyle ulusal bağlamlardan çıkıp önce bölgesel, akabinde küresel bir bağlama oturması, Ortadoğu’daki sürecin muhtemel geleceğine dair de bize ipucu sunuyor. Ortadoğu’daki mevcut istikrarsızlık için anlamlı ve uygulanabilir bir reçete ancak ülkeler içindeki dengeleri ve talepleri adilce gözeten bölgesel ve uluslararası bir mutabakat tarafından ortaya konabilir.
İslam-Batı ve demokrasi
Dördüncüsü; Batı’nın Arap Baharı ile bu sürecin ima ettiği demokratik deneyime yaklaşımı, sürecin başından itibaren en fazla ilgi uyandıran konulardan biriydi. Batı’nın tarihsel olarak genelde Ortadoğu ile ilişkileri, özelde İslamcılara yaklaşımı, meseleyi ilgi çekici kılmaktaydı. Çünkü Batı, bu süreci etkileme potansiyeli yüksek bir aktördü. Bunu pozitif yönde kullanması da Batı-Ortadoğu ve Batı-İslamcı ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasına sağlayabilirdi.
Batı'nın bu alandaki etkisi, iki ana başlıktan kaynaklanıyor:
1) Batı’nın maddi kaynakları.
2) Batı’nın demokrasi, insan hakları ve özgürlükler alanındaki moral gücü.
Bu iki kaynak arasındaki etkileşim, Batı’yı Ortadoğu ve İslam dünyasında etkili kılmaktaydı. Fakat Arap Baharı'nın ilk başlangıç dönemindeki söylemsel desteğe rağmen, Batı bu her iki alanda ortaya koyduğu performansla kötü bir sınav verdi. Arap Baharı’nın başlangıç aşamasında Batı, Ortadoğu ile ilişkilerinde artık halkların talepleri pahasına diktatöryel rejimlerle ilişki kurmayacağını beyan etmiş; Ortadoğu ve Akdeniz ülkeleriyle yaptığı bütün anlaşmalarda demokrasi, reform, iyi yönetim ve insan hakları maddelerini anlaşma protokollerine ekletmeyi ihmal etmemişti. Batı’nın, Ortadoğu'nun en önemli demokrasi deneyiminin askeri darbeyle sonlandırılması sırasında yaşananlara karşı anlamlı bir tutum almaktan ziyade, olayların adını dahi koymakta aciz bir görüntü sergilemesi, kendi meşruiyet temelleri ile kredibilitesine ciddi darbe indirdi. Bu deneyim, gelecekteki İslamcı kuşakların Batı ve Batılı değerler algısını daha da negatif yönde şekillendiren bir miras bıraktı.
Arap Baharı, tam tersi bir sonuç doğurabilirdi. Batı ile İslamcılar ve bölge halkları arasında anlamlı bir ilişkinin kapıları aralanabilirdi. Batı, Arap/Müslüman toplumları artık bölgesel politikada baskılanması gereken gayr-i medeni unsurlar olarak görmediği mesajını, Mısır Darbesi’nde ilkesel bir pozisyon alarak güçlü bir şekilde verebilirdi. Bu da İslamcıları, siyasetlerini kısmi manada zehirleyen kategorik Batı karşıtlığı meselesini gözden geçirmelerine yol açabilirdi. Böylesi bir senaryo, Arap dünyasındaki İslamcı siyasetin daha sağlıklı bir dönüşüm yaşamasına katkı sunabilirdi. Maalesef Batı, Mısır Darbesi’ndeki tutumuyla, demokrasi meselesini ya kültürel bir hadise ya da taktiksel bir enstrüman olarak gördüğünü ortaya koydu. İslamcıların, uluslararası ve bölgesel siyasetin şekillenmesinde medeniyetsel/kültürel normların başat rol oynadığı inancını pekiştiren bir işlev gördü.
Sonuçta; bir olay değil, süreç olan Arap Baharı, form değiştirmeye ve yeni formlar kazanmaya meyyaldir. Sürecin bu yapısı, Arap insanının zihin kalıplarını, algı ve düşünce dünyasını yeniden şekillendirmektedir. Arap Baharı’nı başlatan değer ve gerekçelerin yeni koşullarda Arap İnsanı’nın zihin dünyasında kazandığı ve kazanacağı anlamlar ile bu anlam(lar)ın bölgesel/küresel siyasetteki kısıtlamalar ile yaşayacağı etkileşim, Arap Baharı’nın geleceğini tayin edecektir.
HABERE YORUM KAT