Araba devrildikten sonra yol gösterme yazısı...
Bizim gazetenin, “BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopteri NTV santralından gönderilen cep telefonu sinyalleriyle düşürülmüş olabilir” iddiasını haberleştirilen manşeti çöktü, gazete net bir özür diledi ve mesele kapandı.
Madem öyle, bu neyin yazısı? Bu, “neden böyle oldu?” üzerine, hangi insani ve mesleki zaafların böyle bir sonuca yol açmış olabileceği üzerine bir kafa patlatma yazısı...
Ben, ders çıkarmadıktan sonra özrün hiçbir kıymetinin olmadığına inananlardanım; ders çıkarmak da hatayı analiz etmekten, hatanın nerelerden kaynaklanmış olabileceği üzerine düşünmekten geçer. Bunu yapmaya çalışacağım.
Başlıkta “araba devrildikten sonra” dedim ama, aslında 10 yıldır bu türden ağır hatalara yol açabilecek mesleki ve kişisel hâlet-i ruhiyeler üzerine yazıyorum; bu son ve büyük hatayı da, tabii olarak, derdimi ve düşüncelerimi sizlerle bir kez daha paylaşmanın bir aracı olarak görüyorum.
Benim algılamama göre –özetin özeti olarak söylüyorum- bu türden hatalar, büyük bir habere imza atacak olmanın yarattığı mesleki-insani coşkuyla “gazeteci kuşkusu” arasındaki savaşı birincinin kazanması sonucunda ortaya çıkıyor.
“Büyük haber coşkusu”nun “gazeteci şüphesi”ni yenmesiyle ortaya çıkan vahim gazetecilik hatalarını ele aldığım çok sayıdaki yazımdan iki tipik örnek seçtim. Şimdi bu örnekleri açarak, sözünü ettiğim hatanın nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalışacağım...
Birinci örnek: Taraf’tan...
11 Kasım 2008’de bu sayfada kaleme aldığım, Taraf’ın, gerçek dışı olduğu ortaya çıktıktan sonra özür dilediği manşet haberiyle (4 Kasım 2008) başlayayım... Hatırlayanlar olacaktır, habere göre Müjdat Gezen, “Mustafa” filmiyle ilgili olarak Can Dündar’ı topa tutmuş, “O, Türkiye liboşlarının en önde gidenidir” türünden laflar etmişti.
Sonradan ortaya çıktı ki bu bir internet uydurmasıdır, Taraf, bu uydurmayı kaynak olarak kullanmış, bu arada Gezen’e de bir şey sormamış ve sonuçta ortaya “Hazreti Atatürk kavgası” başlıklı haber çıkmıştı.
Ben, sözünü ettiğim yazımda, Taraf’ın, internet yoğurtlarının bundan böyle üflenerek yeneceğini ima eden özeleştiri ve özür metnini yetersiz bulmuş, insani eğilim ve zaaflarımızın, duygularımızın, heyecanlarımızın gazetecilik pratiğimizdeki etkileri üzerinde kafa yormanın daha önemli olduğuna işaret etmiştim:
“Gazeteci de sonunda bir insandır ve ulaştığı kimi bilgilerle bir haberi nihayet kotarıp yazıişlerine iletme aşamasına geldiği an, haberini dayandırdığı bilgilerin sıhhatine ilişkin son bir kontrol yapma iradesinin en zayıf olduğu andır. Buradaki kaygı, ‘ya haberim düşerse’ kaygısıdır. O kritik anda, bu kaygının yerini, ‘ya yayımlandıktan sonra haberimin doğru çıkmazsa’ kaygısının alması hiç kuşkusuz çok büyük bir olgunluk gerektirir. Bunu yapabilen bir gazeteci, icabında bir manşete imza atma şansını kaçırır ama okurlar karşısında mahcup duruma da düşmez.”
Bakalım, “o kritik an”da bizim örneğimizde ne olmuş? Gazete yöneticileri, önlerine gelen haberle ilgili olarak muhabirlikteki başarısını defalarca ispat etmiş bulunan Mehmet Baransu’ya “NTV’yi arayıp aramadıklarını” soruyorlar, o da “İki kere aradım, geri dönmediler” diyor. Bu bilgi bende, Baransu’nun, bir muhabirin haberini dayandırdığı bilgilerin sıhhatine ilişkin son bir kontrol yapma iradesinin en zayıf olduğu o anda, “ya haber doğru değilse”den çok “ya haberim düşerse” kaygısıyla hareket ettiği yönünde güçlü bir sezgiye yol açıyor. Baransu, “Bir iddiayı doğrulamak için gösterilmesi gereken çabanın tamamını göstermeden iddiayı haberleştirmemek” prensibini bilen bir gazeteci olarak, NTV yöneticileriyle görüşmeden haberini yazıişlerine sunmamalıydı.
Gazete yöneticilerinin, “NTV’yle konuş, sonra getir haberini” demek yerine bu işe kendilerinin girişmelerini, muhabiri hataya sürükleyen “patlatalım şu haberi” aceleciliğini onların da paylaştığını gösteriyor.
İkinci örnek: Cumhuriyet’ten...
“Büyük haber patlatıyoruz coşkusuyla haberi bir an önce yayımlamak, sonra da derdine yanmak” kategorisinden vereceğim ikinci örnek, 21 Ağustos 2003 tarihli Cumhuriyet’in manşet haberi: “Bağış’a bakan ödülü...”
İddiaya göre, Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü İrfan Aycan tarafından bakan adına 22 Temmuz’da 81 il valiliğine gönderilen genelgede, “İmam hatip lisesi yaptıran veya yapımında büyük oranda katkısı bulunan hayırsever vatandaşların listesi” istenmiş, bu kişilerin ödüllendirileceği duyurulmuştu.
Haberde, gazete araya girerek şu saptamayı da yapmıştı: “Genelgenin, AKP hükümetince başlatılması planlanan okul yaptırma projesi dahilinde yayımlandığı öğrenilirken genelgenin niçin yalnızca imam hatip lisesi yaptıranlara yönelik olarak yayımlandığı anlaşılamadı.”
Haber sağlam görünüyordu. Çünkü muhabir, haberini sayı numarası ve tarihini verdiği bir belgeye dayandırmıştı. Fakat bu yanıltıcıydı. Muhabir, “yakaladım” coşkusuyla gazeteci kuşkusunu devre dışında bırakmasaydı, genelgenin altındaki “Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü” imzasından işkillenmesi gerekirdi. Öyle ya, Bakanlığa bağlı başka dairelerin genel müdürleri de kendilerine bağlı birimlere bu yönde bir talimat göndermiş olamazlar mıydı?
Cumhuriyet muhabiri, kafasında bu soruyla Milli Eğitim Bakanlığı’nı arasıydı, oradan şu cevabı alacaktı:
“Size ulaştırılan bilgi doğru, fakat eksik. Sadece Din Öğretim Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanmış bir genelge söz konusu değildir. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı genel müdürlükler, kendilerine bağlı birimlerden aynı şekilde bilgi istemişlerdir.”
Nereden mi biliyoruz bunu? Çünkü Bakan Çelik, haberin Cumhuriyet’te yayımlandığı gün yazılı bir açıklamayla “tablonun bütünü”nü böyle duyurdu basına...
Siz kendinizi Cumhuriyet muhabirinin yerine koyun... Böyle bir haberi Bakanlığa sormadan yayımlar mıydınız? Cevap çok açık görünüyor değil mi, yayımlamazdınız. Aslında muhabir de biliyordu işin doğrusunu. Şimdi düşünün biraz: O muhabiri, bildiği bir şeyi uygulamaktan kaçınmasına iten şey neydi?
Neden Taraf ve Cumhuriyet?
Bu çerçevede yazdığım yazıların en tazesi Medyaironik’te 8 eylülde, “‘Hah, yakaladım’ gazeteciliği mahcup eder!” başlığıyla çıktı. Orada da 3 eylül tarihli Cumhuriyet’in “TSK okullarından atılanlara piyango” manşetini ele almıştım. Yerim çok daraldığı için önceki iki haberde yaptığımın tersine ayrıntıya girmeyeceğim, isteyen dönüp o yazıya bakabilir...
Örneklerimi neden Taraf ve Cumhuriyet’ten seçtim biliyor musunuz? Çünkü her iki gazete de heyecanlı, “taraf”lı, kendi sözü olan ve bunu gizlemeyen bir gazetecilik yapıyorlar. Bu türden gazetelerin, kendi dünya görüşlerini ve varsayımlarını doğrular nitelikteki haberler karşısında kuşkularını törpülemeleri daha kuvvetli bir olasılıktır.
Dikkat ederseniz, verdiğim bütün örneklerde bu var. Birinci örnekte Taraf, artık donmuş bir ideoloji halini aldığını düşündüğü Kemalizmin günümüzdeki temsilcilerinin hal-i pür melalini gösteren; ikinci ve üçüncü örneklerde de Cumhuriyet, “şeriatın gelmekte olduğu” yönündeki temel propagandasını destekleyen haberler karşısında soğukkanlılıklarını kaybediyorlar ve bu “heyecan”ları onlara pahalıya mal oluyor.
Taraf’ın, onu en fazla heyecanlandıracak, dolayısıyla da hataya sürükleyecek haber alanı içinden bir haberle değil de NTV haberi gibi bir haberle “vurulması” daha küçük bir ihtimaldi, fakat gördüğünüz gibi bu ihtimal gerçekleşti. Tabir caizse denizde değil de derede boğuldu. (Taraf, kendisi için asıl tehlikeli olabilecek alandan hep alnının akıyla çıktı; o kadar ki, NTV’den manşetten özür dilendiği gün dahi sürmanşette “‘Kâğıt parçası’nın aslı savcılıkta” haberi vardı)
Bu sonuçta, Taraf’ı beğensin beğenmesin bütün okurlardaki “Sarsıcı haber beklentisi”nin de büyük payının olduğunu düşünüyorum. Bu bir tuzak. Bir gazete gündemi belirleyen gazete olmak gibi bir imaj edindiğinde okurlar bir beklenti içine giriyor, bu duygu zamanla okurlardan gazetecilere sirayet ediyor ve okurlar gibi onlarda da bir tür bağımlılığa yol açıyor.
Bunu zorlamaların, abartmaların, “gündem belirleyecek haberler” söz konusu olduğunda şüphe eşiğini aşağı çekmelerin izleyeceğini tahmin etmek zor değil.
Meselenin bu yanını başka bir yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT