Anneliğe övgü
Kemal Sayar ötelenen, kategori dışı ilan edilen "anneliğin" mahiyetine dair hatırlatmalarda bulunuyor.
Kemal Sayar / Zafer Dergisi
Anneliğe övgü
“Hayat” diyordu Kierkegaard, “geriye doğru anlaşılır ama ileriye doğru yaşanır.” Anneler görüyorum, kariyer sahibi kadınlar, iş güçlerini çocuklarını yetiştirmek için bırakmış ve işte şimdi onlar büyüdükten sonra, sanki bir pişmanlık dalgası ruhlarının örsüne çekiç olup vuruyor.
Kimse size iyi bir anne olduğunuz için aferin demez, ama iyi yazarlar, iyi doktor veya iyi öğretmenler aferin alır. Tuhaf şeydir, işlerimiz bize bir kimlik verir ama annelik veya babalık vermez. Yine de pek çok anne bebekleriyle geçirdikleri o rüya anlarını hiçbir şeye değişmek istemez. Pişmanlık gibi görünen şey aslında sahici değildir; yası tutulan, geçip giden yılların hatırasıdır. Bir değişme imkânı olsa, pek çoğu bebekleriyle geçirdikleri ömür parçasını, sağlam bir kariyer karşılığında geri vermeye yanaşmayacaktır. Bu yazıyla iyi annelere, çocuğu için kendisinden verebilen, çocuklarını cömert bir sevgiyle büyüten ve modem dünyada hep hakları yenen annelere bir selam vermek istiyorum.
Sinir bilimlerindeki en heyecan verici gelişmelerden birisi, yaşantıların biyolojiyi değiştirebildiğinin gösterilmesi. Anne baba çocuğun sinyallerine cevap verdiğinde, pek çok önemli biyolojik sürece de katılmış olur. Anne ve baba ona cevap vermekle, onunla ilişki kurmak ve oyun oynamakla, çocuğun sinir sisteminin aşırı stres yaşamayacak şekilde olgunlaşmasını sağlar. Böylece, beynin ön bölgesinde prefrontal korteks adlı bölge eksiksiz gelişir ve çocuk ilerleyen yıllarda sosyal davranmasına yardımcı olacak şekilde bilgileri zihninde tutmayı, duyguları üzerine düşünmeyi, dürtülerini sınırlamayı öğrenir.
Hayatın ilk yılında beyinde pek çok bağlantı gerçekleşir. Hızla gerçekleşen bağlantılarla sinir ağları oluşur ve bu hammaddeden zihin ortaya çıkar. Hücreler sistemde yerlerini alır ve kullanılmazlarsa ölürler. Bu işleme ‘budanma’ adı verilir. Beyin, yararlı olanı tutar, artık işine yaramayacak olanın da gitmesine izin verir. Beyinde o kadar çok bağlantı üretilir ki bunların içinde bazı örüntüler belirir. En sık ve yineleyici yaşantılar, belirli yolları oluşturur; kullanılmayan bağlantılar budanır. Beyin böylece şekil alır. Özellikle sosyal zeka, altı ile on sekiz ay arasındaki ilişkilerle şekillenir. Yineleyici ve tipik yaşantılar beyni yapılandırır. Bir baba eve her akşam belirli bir saatte gelip onu kollarına alır ve severse, bebek babadan beklenen davranışın bu olduğunu düşünmeye başlar.
Bebekler en tuhaf ortamlarda bile, kendilerine yeterince dikkat gösterilirse serpilirler. Sorun, dikkat olmadığında veya dikkat eleştirel veya düşmanca bir hüviyet kazandığında ortaya çıkar. Düşmanca davranan, eleştirel, ihmalkâr anne babalar büyük olasılıkla stresli anne babalardır ve kendileri de iyi bir çocukluk geçirmemişlerdir. Bu önemlidir, zira bebeğin sinir sistemi hayatın ilk evrelerinde çok duyarlıdır. Erken yaşantılar, beynin biyokimyasını değiştirebilir. Yeterince dikkat görememiş bebekler, adeta güçsüzlük ve çaresizliklerini zorla kabullenmek durumunda kalırlar. Bebek ağladığında hemen yanında beliren bir anne ile, önce çayını kahvesini bitiren sonra onun yanına giden anne veya bebeğinden olumlu biçimde söz eden anne ile ondan bir ‘baş ağrısı’ gibi yakınan anne, çocuklarının gelişimine çok farklı etki ederler. Olması gereken yerde olmayan, ihmalkâr, saldırgan anne babaların çocuklarının duygusal gelişimlerinde bir tutukluk olabileceğini biliyoruz. Evet, bu çocuklar normal bir biçimde gelişebilir ve zekâ bakımından da üstün yetenekler gösterebilirler ama duygusal açıdan kötürüm kalırlar.
Anne ve babanın bebekle kurduğu iletişim, yeni sinir hücrelerinin, yeni sinir yollarının, yeni budaklanmaların oluşmasını sağlar. Yineleyici yaşantılarla öğrenme olur. Bebek ilişki kurdukça, yakın ilişkilerinde diğer insanlardan ne beklemesi gerektiğini öğrenir. “İnsanlar duygu ve ihtiyaçlarıma cevap veriyorlar mı yoksa onları saklamam mı daha doğru olur? Bana duygularını düzenlemek konusunda yardım mı edecekler, yoksa beni hayal kırıklığına mı uğratacaklar?” İnsan olarak temel psikolojik örgütlenmemiz, hayatımızın ilk ay ve yıllarındaki yaygın deneyimlerle şekillenir.
Bebeğin hayatında önemli saydığı kişilere duyduğu itimat, hayatının ileriki evrelerinde, karşısına çıkan zorluklarla baş edebileceği inancında kendisini gösterir. Kendini kelimelerle, müzikle, farklı uğraşılarla yatıştırabilen insanlar, hayatın çeşitli dönemeçlerinde bozulur gibi olan dengelerini tesis ederler. Bu düzenleyici yetenekler sayesinde insanlar, duygusal açıdan sağlıklı bir ömür sürerler. Ruhsal sıkıntılar, bu iyileştirici düzenekler çalışmadığında ortaya çıkar.
Günümüz toplumunda depresyonun giderek arttığını, bir salgın boyutuna tırmandığını biliyoruz. Bunun gibi antisosyal davranış da kitlesel düzeyde tırmanış gösteriyor. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin eski başkanı ve tanınmış araştırmacı Nancy Andreasen, bu durumu hayat tarzlarımızın giderek daha stresli olmasına bağlıyor. Hayatlarımız giderek daha rekabetçi esaslara göre tanzim ediliyor, insanlara rehberlik edecek değerler belirsizleşiyor ve giderek bir şüphe ve maddecilik çağında yaşıyoruz. Her geçen gün daha fazla anne çocuklarını bakım evlerinin veya bakıcıların hizmetinden yararlanarak büyütüyor. Anne babaların çok uzaklarda ve hep meşgul olduğu evlerin yalnız çocukları, duygularını yerli yerince düzenlemeyi öğrenemeden büyüyor. Bu yüzden günümüzde gençler arasında intihar davranışı veya madde kullanımının yaygınlaştığını görüyoruz.
Modern hayat bize ilişkinin değil işin öncelikli olduğunu telkin ediyor. Oysa çocukların anne babalarıyla çok yakın ilişkiye ihtiyaçları var. Erken dönemlerinde anlamlı bir bağlanma ilişkisi geliştirememiş kişiler, başka insanlarla özdeşim kuramıyor. Bu kişiler başka insanların da gerçek duygularının olabileceğini fark edemiyor ve bazen ölçüsüz saldırganlık gösterebiliyorlar. Yeterince sevilmemiş gençler, gün geliyor bir cep telefonu için bir başka genci hunharca bıçaklıyorlar. Böylesi bir acımasızlık, ancak karşındakinin bir insan olduğunu, onun ‘gerçek’ olduğunu, sahici duygularının bulunduğunu görmezden gelerek yapılabilir. Bebekliklerinde kendilerine kötü davranılmış kişilerin ileride daha az empati yeteneği gösterdiklerini biliyoruz.
İyi anneler çocuklarını dinler, onlara dikkat eder, davranışlarını biçimlendirir ve bedensel, duygusal veya zihinsel temas yoluyla çocuklarında iyi duyguların oluşmasını temin eder. Bir dokunuş, bir gülümseyiş, duygu ve düşünceleri kelimelere dökme tarzı çocuğun iç dünyasında yankılanır. Başkalarının duygularını fark edip ona cevap verebilmek, zaman ister. Duygulara yer ve imkân verecek bir zihinsel uzaya gereksinir, ilişkileri önceleyen bir arzululuk haline ihtiyaç duyar. Bu da hedef yönelimli toplum için bir meydan okumadır. Bu toplum bize, “duygulara dikkat kesilip de yavaşlama, aman hız kesme, hedefleri erteleme” diyor.
Toplumsal ve ruh sağlığıyla ilgili pek çok sorunun özünde anne babalığın iyi bir biçimde yapılmaması yatıyor. Oysa bizim çocuklara hayatta karşılaşacakları sorunları çözme konusunda yeterli duygusal teçhizatı sağlayabilmemiz gerekiyor. Bunun için emzirmenin yine baştacı edilmesi, bebekli annelerin evlerde yalnız bırakılmak yerine daha çok sosyalleşmelerinin sağlanması icap ediyor. Yetersiz annelik bundan sonraki nesillerde kendisini tekrarlayacak bir sağlıksızlık demektir. Annelik önündeki tüm zorlayıcı engeller kaldırılmalı, anneler baştacı edilmeli, anne çocuk etkileşiminin en üst düzeyde olması sağlanmalıdır.
Antidepresan ilaç masrafı dünyada her yıl milyarlarca dolar tutuyor. Oysa sorunu ta kaynağında çözmek mümkün: Her bebeğe ihtiyaç duyduğu ilgi ve dikkati vererek, iyi anne babalık sağlayarak pek çok ruhsal sorunu önleyebiliriz. Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği yeniden yüceltmeli, anneliği övmeliyiz. Çalışma hayatı annelerin ihtiyaçlarına göre çok esnek biçimlerde düzenlenmeli, toplumsal hayat annelerin çocuklarına yeterli ilgi ve bakımı verebileceği şekilde ayarlanmalıdır.
Kutlu Nebi sözü, cenneti annelerin ayakları altına seriyor. Çocuğun cenneti de, gözleri şefkatle ışıldayan bir annedir.
HABERE YORUM KAT