Anneler Günü!
İnsanoğlu nankör bir varlıktır. Unutmaya, ihanet etmeye, bencilleşmeye ve ‘bana ne’ci takınmaya müsaittir. Vaktiyle kendisine tanınan imkânları, verilen nimetleri bir çırpıda unutabilmek, ‘ben merkezli’ bir yaşam döngüsü içinde cebelleşmek, tanımamak, sıkıntılara katlan/a/mamak en önemli özelliklerindendir.
“O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız! Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim/34)
Ve âdemoğlu, iş işten geçtikten sonra dövünen, ‘keşke, acaba, ah, vah’ diyerek pişmanlığını dillendiren, vaktinde nasihat dinlemeyen ve hep dinç ve hep güçlü olabileceğini zannedendir.
Kapitalizm, özel mülkiyetin üretim araçlarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olduğu ve işlettiği; yatırım, dağılım, gelir, üretim, mal ve hizmet fiyatlarının piyasa ekonomisinin belirlediği sosyal ve ekonomik sistemdir.
Weber, kapitalizmin rasyonelleşmiş eğilimlerinin, kültürel değerler ve kurumlar için potansiyel bir tehdit oluşturduğunu ve insan özgürlüğünü bir ‘demir kafes’ içine sıkıştırabileceğini söyler.
Kapitalizm gibi pek çok ‘izm’lerin çepeçevre kuşattığı insanlık, bir yandan fıtratında varolan bir takım insani duygu ve hasletlerle (vicdan, acıma, merhamet, sevgi, adalet, saygı, özlem, açlık, giyinme vs) kendini bilme ve kaybetmeme mücadelesi vermeye çalışırken, diğer yandan baskıcı sistemlerin, kapitalist zihniyetlerin ve sömürü ağının dev pençesinde ayakta kalabilme direnişi göstermektedir.
Günümüzde tek liderin, tek patronun, tek söz sahibinin sermaye olduğu, paranın sahibinin otorite sayıldığı, sorgula/ya/mayan, işlet/e/meyen yoksul halkların sömürülmesinin hak görüldüğü, güçlünün güçsüzü silahıyla, parasıyla, yandaşlarıyla ezdiği, yok ettiği bir dünyada yaşadığımız inkâr edilemez.
Mantar gibi günlerin, haftaların, bayramların, gecelerin türetilmesi, insanların gözünün içine sokulurcasına böyle zamanlarda inadına maddi tüketimin teşvik edilmesi boşuna değildir. Sermayedarların keselerini doldurmaları için böyle günlere, gecelere ve kutlamalara her zaman ihtiyacı vardır ve olmaya da devam edecektir.
İnsanlar akıllarını kullanamamaya devam ettikçe, ceplerini doldurmak isteyenler, insanların duygularını hiçe saymak uğruna, hedeflerine ulaşmak için, tüketim çılgınlığını devam ettireceklerdir. İnsanların faydasına diyerek her gün yeni şeyler piyasaya çıkaracak, günlük hayatımızda gereği olmayan, yokluğunu dahi hissetmediğimiz pek çok lüzumsuz şeyler, biz gafillerin hizmetine(!) sunulacaktır.
“Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.” (Yunus/100)
Bugünlerde yine öyle zamanlardan birini yaşamaktayız. ‘Anneler Günü’ diye tellallar dolaşmakta ekranlarda. Onların yüceliklerinden, onlara karşı yetersiz ilgimizden, saygısızlıklarımızdan ve haksızlıklarımızdan değil de, hep onlara alabileceğimiz hediyelerden bahsediliyor, sevginin ölçüsü sanki onlara alacağımız hediyeyle orantılıymış gibi.
Anneler, dünyaya gelmemize vesile olan, bin bir sıkıntı ve zahmetle bizleri kendi vücutlarında taşıyan, kanlarıyla besleyen, aldıkları nefesleri ve canlarıyla canımıza can katan, Rabb’in ‘öf’ bile dememize izin vermediği, değerleri hiçbir maddi veya manevi ederlerle ölçülemeyen en kıymetli varlıklarımızdır. Yüce Allah, onlara verilecek değeri en güzel şekilde ayetlerinde açıklamıştır zaten:
“Rabbin, Ondan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: “Öf” bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”(İsra Suresi,23)
Peki dünyada anneler günü nasıl kutlanılmaya başlandı:
Anna Jarvis'in kaybettiği annesi için 1908 yılında başlattığı anma günü, 1914 yılında Kongrenin onayıyla Amerika çapında genişler. Zamanla başka ülkelere de yayılır.
Asıl mesleği öğretmenlik olan 1864 doğumlu Anna Jarvis, 1902 yılında babası ölünce annesi ile beraber ABD'de, Philadelphia'da yaşamaya ve çalışmaya başlar. Üç yıl sonra 9 Mayıs 1905'de de annesini kaybeder. Sürekli annesi ile beraber yaşamasına rağmen öldükten sonra "Ona hayatta iken gerekli ilgiyi gösteremediği" ne inanır ve bunun ezikliğini duymaya başlar.
Önemli bir şey yapmak, annesine layık olmak ve senede bir kez de olsa tüm anneleri sevindirebilmek için destek ister. Fikir kabul görür. Amerika'nın önde gelen bir giysi tüccarı da finansal desteği sağlar. İlk anneler günü Jarvis'in annesinin haftalık dini dersler verdiği Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908'de, 407 çocuk ve annesinin katılımı ile kutlanır.
Yoğun işlerinden evlenmeye ve çocuk sahibi olmaya fırsat bulamamıştır. Her anneler günü onun için bu yönden acı olur. Daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden, ticari çıkar sağlamaya çalışanlara karşı hukuki savaş açar. Davaların hepsini kaybeder. Dünyadan elini eteğini çeker. Bütün gelirlerini, hatta ailesinden kalan evini bile kaybeder. Kız kardeşi Elsinore'da 1944'de ölünce sağlığı iyice bozulur. Dostları ona destek vererek son yılını sanatoryumda geçirmesini sağlarlar. Bütün dünya annelerinin en azından senede bir gün mutlu olmalarını sağlayan Anna Jarvin, mutsuz, yarı görmez ve yalnız bir şekilde 1948'de 84 yaşında ölür.
“Kadınlar zayıftır ama anneler kuvvetlidir” (Victor Hugo)
Görüldüğü gibi sermaye babaları, anneye olan düşkünlüğü, sevgi gösterisini ve onları mutlu etme olayını ne boyutlara taşımıştır. Bu günün asıl sahibine dahi hayatı zindan etmiştir. Çünkü O, masum duygularının, tertemiz sevgisinin gölgelendirilmesini, bundan başkalarını zarara sokacak şekilde menfaatlenilmesini hazmedememiş ve çıkarcılara savaş açmıştır. Fakat kural değişmemiş, güçlü zayıfı ezmiş ve kazanan yine patronlar olmuştur. Fakat Jarvis, inancına, amaçlarına ve fikirlerine ters düştüğü için, ‘bana ne’ deyip bir kenara çekilmemiş, sistemle mücadelesini ölene dek sürdürmüştür.
Çünkü O da pek çoğumuz gibi biliyordu ki, bazı şeylerin boşluğunu madde ile dolduramazsınız. Onun eksikliğini, avuçları arasına sıkıştıracağınız hediyelerle gideremezsiniz. Onun evlat özlemini, evlat sevgisini, onun çocukları olmadan yalnızlığını, yürekleri akkor, ciğerlerinin yankısını söndüremezsiniz.
Anne, yaşamın merkezinde, kadın-erkek tüm insanlığın yaşam kaynağıdır. Allah’ın ona vermiş olduğu bu özellikten dolayı, yeryüzünde varolan, en değerli saydıklarınızdan daha değerlidir.
“Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu (karnında) zahmetle taşıdı ve onu zahmetle doğurdu. Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet o (bedenî) yiğitlik yaşına gelip (bir) de (aklî ve rûhî kemal çağı olan) kırk yaşına eriştiği zaman: ‘Yâ Rabbi! Gerek bana, gerek anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi, razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et (ve beni muvaffak kıl). Neslimi de benim için ıslah et (onları iyi insanlar yap). Şüphesiz ben, tevbe edip sana yöneldim ve hakikat ben, (sana) teslim olanlardanım.’ der.” (Ahkaf /15)
Anne, Hak’tan sonra merhameti en geniş, merhametine sual olunamayandır. Canından bir parça olan evlatları için, gözünü hiç kırpmadan hayatından vazgeçebilen, onun bir teline dokunulmasın diye kendini durmadan çırpınan, engin merhametiyle, bizleri büyütüp yetiştirinceye dek her türlü sıkıntıyı kahırlanmadan çekebilen yegâne varlıktır.
“Ey Allah’ın Rasâlü! Kendisine iyilik yapmaya kim daha layıktır?
-Annen, sonra annen, sonra baban, sonra yakınlık derecelerine göre diğer yakınların” (Buhari)
Bizlerse kaptırmışız kendimizi dünya meşgalesine, daha çok para kazanma, mal edinme, lüks yaşama derdine, onlara ayıracak zaman bulamaz olmuşuz. Kendimiz evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, eş-dost sahibi olmuş, bu kalabalıkta ve yoğunlukta onları haftada bir telefonla dahi arayamaz olmuşuz. Ekmek kavgası ve yaşam mücadelesi adına, hele de gurbette yalnız kuşlar isek, o zaman senede bir bile görmek onları, lüks sayılır olmuş bizim için.
Onlar hayatımızın hiçbir döneminde fedakârlıktan kaçınmazken, her daim iyi olmamız için Hakka yalvarırken, üzüntümüzü, derdimizi kendilerine dert edinirken, kendi mutluluklarını bizim için ertelerken, bizler onların beklentilerini, umutlarını, sevgilerini ve hasretlerini kursaklarında bırakmayı hüner saymışı.
Hastalıklarında bakımlarını kardeşler birbirinin üzerine yıkmaya, evlerimizde onları barındır/a/mamaya ant içer olmuşuz adeta. Bilgilerini, yaşam tecrübelerini, nasihatlerini kulak ardı edip, onlar hiç yokmuş ve söylememiş gibi tavır takınmayı marifet bilmişiz. Her başımız sıkıştığında, altından kalkamayacağımız bir sorunumuz olduğunda yahut maddi-manevi dara düştüğümüzde ‘ailem değil misiniz’ deme hakkını bulurken kendimizde, onlar buna muhtaç olduğunda bunu onlara çok görür olmuşuz. Oysaki Rabbin bu husustaki tavrı net ve apaçıktır.
“Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını emrettik” (Lokman/14)
Kapitalist sistemin dev ağlarına düşmemek ve para patronlarının ceplerini doldurmak pahasına bizi zincirlemesine izin vermemek, insan olarak, Müslüman olarak hepimizin sorumluluğudur. Onları koca bir yıl yüzüstü kendimizden, çocuklarımızdan uzak, hasretimizle yanarak, sevgimize susuz özlem içinde bırakmak ve birilerinin dikte ettiği sadece bir günde, aldığımız çiçek, ufak bir hediye veya açtığımız bir telefonla ‘seni seviyorum’ muhabbetlerine yatmak, onlara karşı vazifemizi yerine getirmemizin ölçüsü değildir.
Onların bizlerden gelen küçük hediyelere değil, imkanlar dâhilinde haftada, ayda, bayramlarda veya olabilen en sık zamanlarda çocuklarıyla, torunlarıyla bir arada olmaya, onların büyüdüklerini görmeye, ellerinden, gözlerinden, yanaklarından öpmeye, düştüklerinde veya ağladıklarında, teselli edici cümleleriyle onları teskin etmelerinin hazzını yaşamaya ihtiyaçları vardır.
Sistemin bizi saran zincirlerini koparıp atmadığımız, kendi özgürlüğümüzü elimize almadığımız sürece, onlar bizi daha çok sıkmaya ve hapsetmeye devam edecektir. İhtiyacımız olmayan ürünlerini bize pazarlamaya, yaşam koşullarının çok zorlaştığı günümüzde hayatımızı daha da zorlaştırmaya, bizi robot misali sadece daha lüks yaşam için çalıştırmaya uğraşacaklardır.
Manevi tüm güzelliklerden, duygulardan ve insani özelliklerden yoksun, hep gelecek kaygısıyla mücadele eden, ‘biraz daha, biraz daha’ diyerek çevresiyle tüm bağlarını koparan, insanları yalnızlaştıran, anti sosyal bir yaşam içinde varolan bir nesil oluşturmanın peşinde koşanlar, kendimize gelmediğimiz ve bu sistemin çarklarını kırmadığımız takdirde emellerine kavuşacaktır.
Değişen dünya konjonktürü, ihtiyaçların şekillenmesi ve değişiklik arz etmesi, kurumuş bir yaprak misali, her birimizi bir tarafa savurmuştur. Dalından koparılan yaprak gibi, anne-babadan uzaklaşmak, gurbet ellerde yaşamak ve akraba ortamının sıcaklığından yoksun kalmak, hepimizin duygularını köreltmiş, beklentilerini değiştirmiş, umutlarını yitirtmiş ve bizleri soldurmuştur…
Bağlarımız ve kültürümüzle olan ilişkilerimize sıkı sıkı yapışmalı, birilerine inat sevgimizi, saygımızı ve en güzel duygularımızı hoşgörümüz, gülücüklerimiz, tavır ve davranışlarımızla göstermeli ve en önemlisi eksikliğimizi hissettirmeyecek yollara yönelmeliyiz. Onlara daima kapımızın ve gönlümüzün kendilerine açık olduğunu hissettirmeliyiz. Ve unutmamalıyız ki, ne ekersek, yarın onu biçeceğiz.
Şuan şu satırları okuyan yüzlerce, belki de binlerce kardeşimiz gurbet ellerde, ailesinden uzakta yaşamaktadır. Onları senede bir görebilmek, kendileri için ya mümkün olabilmekte ya da olamamaktadır. Gözden ıraksalar dahi, gönüllerimizden de ırak etmemeli, onları unutulmuşların, umursanmazların, kimsesizlerin kervanına katmamalıyız. Birbirine yakın olanlar ise, onları bir yük, bir ayak bağı veya omuzlarında bir dert olarak görmemeli. Çünkü kızlarımız evleninceye kadar (ve evlendikten sonra dahi), erkekler askere gidip-gelip, iş- güç sahibi olup evleninceye (ve evlendikten sonra dahi), anne-babalarının belleri bükülüp güçten düştükleri yıllar boyu, hep ailelerinin sorumlulukları altında olmuş ve onların yüksünmeleri olmadan yaşamlarını sürdürmüşlerdir/sürdürmektedirler. (İstisnalar kaideyi bozmaz elbette)
Hediye almayınız değildir bizim derdimiz. Hediyeleşmek, hediye almak ve vermek ne güzel ve tarifsiz bir mutluluktur elbette. Ancak hediyeleşmek, içten gelen bir kaynamanın doruğa ulaşması, ihtiyacı olanı sevindirmenin gereği, teşekkürü sunmayın bir yolu ve yüreklerin derinliklerinden gelen, kendiliğinden oluşan, programsız bir eylemdir ve öyle olmalıdır. Beklenilen, geleceği hissedilen hediye ne anlama gelebilir ki karşıdaki açısından. Onun için o gün ‘hediye günü’dür ve istediği veya beğeneceği bir yeni şeye sahip olma fırsatıdır. Duygu yoğunluğundan yoksun, kısır ve tiyatro vari bir eylemdir kısacası.
Sözün özü, bizim, bizlere dayatılan anneler gününe, babalar gününe, sevgililer gününe vs özel olarak ihtiyacımız yoktur. Dinimiz ve kültürümüz, yalnızca senede bir gün değil, yaşamın her anında anne-babaya itaati, saygıyı, hoşgörüyü ön görmekte, eşlerin, dostların, sevenlerin birbiriyle ilişkilerinde adaleti, dürüstlüğü, saygıyı ve sevgiyi ön plana çıkartmakta ve bunu Müslüman’ın yaşam felsefesi kılmasını zorunlu kılmaktadır. Masum niyetlerle ortaya çıkarılmış olsalar da, sömürgeci zihniyetin esiri olmamak adına, bu tür dayatma günlere ve haftalara prim vermemek ve sorumsuz tüketiciler kervanına katılmamak, hepimizin en önemli sorumlulukları arasındadır.
Bütün annelerin ellerinden öpüyoruz.
Selam ve dua ile.
YAZIYA YORUM KAT