Anlama Kusuru, Dinleme Korkusu
Günlerdir o korkunun oluşturduğu sesleri dinleyerek dolaşıyorum İstanbul’da. DTP kapatıldığında nasıl bir hava hâkim olacak topluma? Açılımın vaat ettiği barış nasıl bir hayale dönüşecek? Yazarlar Birliği ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın birlikte hazırladığı Edebiyat Mevsimi toplantıları için Yazarlar Birliği’nin Sultanahmet’teki merkezindeyim. Şiirin, denemenin, hikâyenin, romanın yoğun bir şekilde konuşulduğu günlerde siyasetin gündemi bir sis perdesi halinde kelimeleri örtüyor gibi geliyor bana. Ne söylersek söyleyelim, aklımızda gelecek günlerin sıkıntısı var. Yedi can daha toprağa verildi, bir kez daha geriye dönüyoruz, çözümsüzlük üzerinden siyaset yapanların dar zeminine.
Öyküden söz etmemiz gerekiyor yine de, İstanbul öykülerinden, İstanbul’a bavul dolusu öykülerle göç eden insanlardan. Sait Faik’in daha 40’lı yıllarda gördüğü ve anlattığı “Birtakım Adamlar”ı, İstanbul’a sığınmaya gelen, bu şehir içinde kendini kaybederek yeniden bulmaya çalışan hikâye kişilerini anlatmak istiyorum. Anlamı ve anlayış yeteneğini çoğaltmasını, yabancı kalanı tanımaya dönük heyecanı güçlendirmesini bekleriz hikâyeden. Sözün, kelimelerin, söyleşmenin bittiği yerde şiddet egemenliğini kurar. Kış ortasında bir edebiyat iklimini adımlıyoruz. Siyaset çoğu zaman olduğu gibi basmakalıp cümleleriyle edebiyatı bastırmıyor, tersine, bir açılımın sevincini dağıtıyordu daha düne kadar. Düğümler üst üste çözülürken ülke nefes alıyor ve bu nefesin sağladığı ferahlamayı, umudu komşularına da dağıtıyordu. Açılım, bastıran bütün kuşkulara karşılık alternatifi olmayan bir hamle. Kardeş kavgasını besleyen kanallar kurutulacak, daha ne olsun. Gençler yedişer yedişer kırılmayacaklar. İnsanlar kendilerini gizlemeyecek, kurumlar gerçekleri örtbas edemeyecek. Politika, yalanın ve entrikanın değil, çözüm üretmenin zemini olacak. Yazarlar şiirden, romandan, hikâyeden söz etmek üzere biraraya geldiklerinde, bir huzursuzlukla dillerinin tutuklaştığını hissetmeyecekler.
Hüseyin Su, İstanbul’u kültürün başkenti olarak tasvir ediyor, hikâyecilerin ürünlerinde var olan baskın imgelerden hareketle. Ayfer Tunç, İstanbul’un neredeyse tek kültürel merkez olarak şekillenmesinin oluşturduğu problemlere dikkat çekiyor. Mario Levi, ülke ve şehir sınırlarının yapay olduğu, ancak coğrafyaların bir hakikatinin bulunduğu görüşünü açımlıyor. Ali Haydar Haksal, konusu taşrada geçen bir romanın dahi İstanbul’da daha rahat yazılacağı inancını irdeliyor.
Kültür ekenin barış biçeceğine inanarak yoksulu ve sığınmacıyı gören hikâyecileri anlatmak istiyordum ben. Anlamı ve anlayış yeteneğini çoğaltmasını bekleriz hikâyeden. Sözün, kelimelerin, söyleşmenin bittiği yerde şiddet egemenliğini kurar. Temsil alanlarının daralması da böylelikle mümkün oluyor zaten.
Edebiyat barışın sağlanması yolunda söz hakkıyla öne çıkıyor, fakat derinlikten uzak bir zihniyet hâlâ “Bırakın hikâyeyi” diye sürdürüyor inadını. Barıştan korkanların senaryoları iyi ve kötü günlerde paylaşılmış hikâyelerin yerini işgale zorlanıyor.
Yedi can toprağa veriliyor. Bir parti daha kapatılıyor. Siyaset kısırlaşırken edebiyat da ne kadar çok şey biriktirmiş olsa da benliğinde, edilgenliğe zorlanıyor; bir mevsim dalgasıyla geldiği halde bile.
Başörtüsü sürgünü
Her şey zorluklarla da olsa iyiye gidiyordu. Savaş kışkırtıcılarının değil, evlat acısı çeken insanların hayrına ilerliyordu süreç. Büyüklerin kararlarının bedelini ödemeye zorlanan çocuklar mahkeme salonlarından ayrılarak kendi çağlarına çekilecek, dağlar çekim gücünü yitirecekti. Barışın ve kardeşliğin hazırladığı zeminde ola ki sıra kız çocuklarının eğitim ve öğretimini, meslek edinme imkânlarını zorlaştıran başörtüsü yasağının konuşulmasına da gelecekti.
Üst üste açılımlar yaşarken özgürlük alanlarının giderek genişlediği bir ülkeye dönüşüyordu ya Türkiye... Bu gelişmenin gerçekleşmesinde katkıları olan, buna karşılık yaşanılan genişlemenin içine alamadığı bir kesimdi başörtülüler. Sanki Türkiye’nin feraha ulaşması için tutulmuş rehineler gibiydi onlar. Nâmevcut sayıldıkları takdirde “muhafazakâr” hükümet Türkiye için hayırlı işler yapma gücünü koruyabilecekti.
Ama bu ülkede başörtüsünün kendiliğinden bir sesi var çoktandır. Ece Nur isimli öğrenci Diyarbakır merkez Hamravat ilköğretim okulundan başörtüsü örttüğü için sürgün edildi. Tepkiler üzerine karar son anda kaldırıldı, küçük kız okuluna devam ediyordu. Sonra sürgün hükmünün yeniden uygulamaya sokulduğu haberi duyuldu.
Türkiye kırk yıldır başörtüsü yasaklarından kaynaklanan haksızlıklara sahne oluyor. Bu yasak nedeniyle kırılan, dağılan, parçalanan hayatların dökümünü tutan yok.
Başörtüsü yasağını korumaya çalışan zihniyet, bu yasak yüzünden okula gitmeyen öğrenci sayısını arttırma konusunda kaygısı olmadığını bir kez daha ilân ediyor.
Bir kez daha nüfuz edemediği varoluş alanlarının açmazlarını küçük bir kızın sırtına yüklüyor; hem de öğrenim uğruna sürgün yolunda...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT