1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. “Ankara’da 45 Yıl” Üzerine Birkaç Mülâhaza
“Ankara’da 45 Yıl” Üzerine Birkaç Mülâhaza

“Ankara’da 45 Yıl” Üzerine Birkaç Mülâhaza

Arif Dülger, Süleyman Arslantaş'ın "Ankara'da 45 Yıl" adlı hatıratını sitemiz okurları için değerlendirdi.

14 Haziran 2013 Cuma 15:50A+A-

Şair-yazar Arif Dülger, Süleyman Arslantaş'ın geçtiğimiz yılın sonunda yayınlanan "Ankara'da 45 Yıl" adlı hatıratını sitemiz okurları için değerlendirdi: 

“ANKARA’DA 45 YIL” ÜZERİNE BİRKAÇ MÜLÂHAZA

ARİF DÜLGER

En sonda söylenecek olanı, en başta söylesek ne olur? İslâmi kimliği ve faaliyetleriyle temayüz etmiş olan yakın dönem şahsiyetlerinden Süleyman Arslantaş’ın kendi ifadesiyle ve “..bir bakıma tabiri caizse tarihe olan tanıklığının kayda alınması”dır, bu nehir söyleşi türündeki kitap. Yazar, söyleşi yapanlara “..bu yaptığımız röportaj tarihe not düşmektir” diyor. Özeti arka kapak notlarında verilen kitap hakkında, eserin yayımından yaklaşık bir ay sonra, Aralık 2012 sonlarında yazarla yaptığımız görüşme esnasında kendisinin dile getirdiği bir ifadeyle bir “yüzleşme” aslında. İnsanlarla, insanların iç dünyası ve düşünceleriyle, dahası karanlıkta kalmış olayların perde arkasıyla, hakikatle yüzleşme. Bu yüzleşme, nehir söyleşi tarzında 4 kişilik bir ekip tarafından yazara çeşitli sorular yöneltilmek suretiyle gerçekleştiriliyor. 1 yıldan fazla bir zamanda, 5 ayrı oturumda gerçekleştirilen bir ekip çalışması.  Abdullah Pamuk’un (A. Burak Bircan) editörlüğünde yapılan söyleşiler neticesinde ortaya çıkıyor bu kitap. Bu müşterek çalışmaya gölge düşüren tek şey, sahife 14’teki “kolektif çalışmaya uzak oluşumuz” vurgusudur. Kitabın yazım aşamasında emeği geçenlerden Arif Kaya’nın ‘baş röportajcı, baş söyleşmen’ olarak belirttiği Abdullah Pamuk’un iç kapaktaki jeneriğe yazar Arslantaş dışında tek başına yansımasında da kendini gösteriyor, her toplu faaliyette kişiler arasında olabilecek çatlak. Büyütmemek lâzım. İç kapakta Söyleşenler olarak A. Burak Bircan, Nurettin Yücel, Arif Kaya ve Abdülkerim Karakaş’ın adları geçiyor. Takdim yazıları A. Burak Bircan, Nurettin Yücel, Arif Kaya ve Nedim Mesçioğlu’na ait. Kitapta yalnızca yazar ve baş röportajcı Abdullah Pamuk’un özgeçmiş bilgilerine yer verilmiş (A. Burak Bircan). Soruların hazırlanması, söyleşi toplantıları, kayıtlar ve çözümleri, yazıya dökme, bayağı yorucu ve ciddi bir iş yani. Ancak, her ne hikmetse iç kapakta kendisiyle söyleşi yapılan Süleyman Arslantaş dışında yalnızca bir yazarın A. Burak Bircan (Abdullah Pamuk) özgeçmiş bilgileri yer alıyor. 9-16. sayfalardaki söyleşenlerin yazarı takdim yazıları hariç tabii ki. Müşterek bir çalışmada yalnızca söyleşi ağırlığını taşıyanın değil, katkısı olan her yazara ait özgeçmiş bilgilerinin yer alması daha iyi olurdu. Umarız, ileriki baskılarda durum düzelir ya mâkul bir açıklamaya yer verilir. Her neyse, konumuza dönelim.

“Söyleşiyi yapan kişilerin öğrencilik yıllarından itibaren yazara yakın kişiler olmaları, yazardan düşünce ve fikir olarak istifade etmeleri, bir çok olaya birlikte şahitlik etmeleri” yazara yöneltilen sorular ve konunun istikameti açısından kitabın bence avantajlı bir tarafı. A. Burak Bircan, Nurettin Yücel, Arif Kaya ve Nedim Mesçioğlu’nun takdim yazıları bir nevi kitabın farklı önsözleri olarak değerlendirilebilir. A. Burak Bircan, nehir söyleşi formatına başvuru gerekçesi olarak, hayata daha çok siyaset penceresinden bakan, özgün bir islâm anlayışına sahip Süleyman Arslantaş’ın kişiliğinin öne çıkan baskın boyutu (her halde disiplinli bir yazı ameliyesinden ziyade konuşarak bilgi ve tecrübeyi aktarma eğilimi ve kabiliyeti) dolayısıyla bir zarurete işaret ediyor. Söyleşinin genel amacının, “bir çevrenin net anlaşılmasına katkı sağlamak, bir döneme şahitlik etmek, bu süreci gelecek nesillere aktarmak,nebevî bir çizgi ve siyasî bilincin net bir şekilde ortaya konması, gerçekleri kamuoyuna sunarak karanlıkta kalan bazı olayları aydınlatmak” olduğunu söyleyerek. Nurettin Yücel’in takdiminde, hayatı siyaseten değerlendiren bir siyaset yorumcusu, savrulmayan bir kişilik olarak Süleyman Arslantaş’ın hâlâ ayakta oluşuna, İslâmı öğreten, gençlerin elinden tutan vasfına ve son asrın en köktenci hareketi olarak değerlendirilen İktibas çizgisine vurgu yapılıyor. Soruların genel akışı ve tematik yoğunluğuna bakılırsa söyleşi amacının, yazar üzerinden İktibas ve rahmetli Ercüment Özkan’ın islâmi anlayışını merkeze oturtma gayreti olduğu rahatlıkla söylenebilir.  Ne kadar aktarılabildiği tartışılabilir, ama, yine de  yazarın bütün yönleriyle rol model olarak takdimi çıkıyor söyleşi sonunda. Arif Kaya ise, kitap fikrinin ortaya çıkışını anlatıyor. Ayrıca, Türkiye’deki İslâmi mücadelenin önde gelen isimlerinden olan Süleyman Arslantaş’ta ılımlı ve uzlaşıcı bir yaklaşımın izleri ve buna karine teşkil edebilecek halleri olsa da Allah’a olan samimi bağlılığına vurgu yapılıyor. Tarihe not düşmek olarak betimlenen söyleşide yazarın yıllara olan tanıklığı önemseniyor. “Bilge Kuyumcu ve doğruları aktaran bir ağabey” vurgusu ona olan güven ve saygıyı ifade ediyor. Takdim yazısı sahiplerinden Nedim Mesçioğlu ise tarihe tanıklık eden bir kişiliğin ortaya konması olarak nitelendiriyor bu söyleşi çalışmasını. Yazarın “anlattıklarının pek çok arkadaşın hayat hikâyesi, yaşadığımız savrulma, mealcilik akımı, Kur’an merkezli İslâm anlayışını ifade eden İktibas Ekolü ve Ercüment Özkan’ın mesaj ve misyonu” anlatımların ana ekseni” oluşu hatırlatılıyor. Esasen, Kitabın 3. bölümü komple Ercüment Özkan’la ilgili. “..tüm düşüncelerinde bir defa Kur’an çok önemliydi, merkezdeydi” şeklinde kendisine atıfta bulunulan rahmetli kitap vesilesiyle bir kez daha dikkatlere sunuluyor.

Yazarın en yakın arkadaşlarından ve bir dönem İktibas Dergisi’nde fiili hizmet ve katkısı olan Celal Sancar yazdığı bir yazıda Ercüment Ağabeyin hayatının son dönemlerinde sık sık “Kur’ana Göre İlmihal” kitabı yazmaktan söz ettiğini, “Ağabey, o ilmihal nerede?” diye sorduğunda ise “Kafamda, kafamın içinde” diye cevaplandırdığını, dört gözle yazılmasını bekledikleri ilmihali yazamadan vefat ettiğini, bu bağlamda Süleyman Arslantaş’ın da “Keşke birileri bana geçmişle ilgili sorular sorarak bunu bir kitap haline getirseler” şeklindeki serzenişinden bahseder. O yazıda “Ankara’da Kırkbeş Yıl” kitabının yazılış serüveninin genişçe anlatıldığına işaret ederek geçelim yalnızca. (Genç Birikim Dergisi, sayı:163, Aralık 2012) Takdim yazılarında söyleşenlerden Arif Kaya’nın yazdıkları kitabın ortaya çıkış serüvenine değiniyor ayrıca.

Nehir söyleşiyi oluşturan kitap bölümleri yazarın çocukluk ve Maraş Yılları, 1960 Darbesi Öncesinde Türkiye, 60 Darbesi sonrası Ankaralı yıllar (Milli Görüş, Yeniden Milli Mücadele, Hizbut-Tahrir gibi oluşumlar); 70’li yıllar (70 Muhtırası, MSP, Kıbrıs Barış Harekâtı, 1980 Askeri İhtilâline gidiş ve 80 öncesi ve sonrasında Müslümanların panoraması); Ercüment Özkan’la tanışma (İktibas, İslâmi Parti tartışmaları); İran 79 Devrimi ve mealcilik akımı (Özal Dönemi, toplumsal değişim-dönüşüm ve nihayetinde 28 Şubat süreci, 90’lı yıllar; Fethullah Gülen ve Tayyip Erdoğan Dönemi (Arap Baharı, Model Ülke Türkiye, son gelişmeler; Son Bölüm (Geçmişin muhasebesi, İslâmda kadın-erkek ilişkisi, haremlik-selamlık mevzuu, gençlere ve daim genç kalmak isteyenlere öğütler) ile yazarın çocukluğundan başlayarak ailesi ve dostlarından bazılarına ait fotoğraf albümünden oluşuyor. Yazarın hayatının belirli kesitlerinden enstantaneler gösteren bu fotoğraflar, bu tür kitaplara canlılık katıyor şüphesiz. Dokuz bölümden müteşekkil kitap “geçmişin muhasebesi”ni de içeriyor. Ayna kendimize tutuluyor daha doğrusu. Son bölüm olan, 9. Bölüm adı şöyle: “Geçmişin Muhasebesi Ya Da Aynayı Kendimize Tutmak”. Bir döneme ışık tutmak, bir dönemi doğru anlamak, islâmi çalışmalarda olumlu-olumsuz emeği bulunan bazı şahsiyetleri yeni nesle tanıtmak sâdedinde bu tür çalışmalara ihtiyaç var. Ali Kemal Temizer yönetimindeki Beyan Yayınları’nın bir vefâ örneği göstererek Musa Çağıl (Saatçi Musa), Said Çekmegil (Bilge Terzi), Asım Öz (Kâğıt Kokulu Yıllar), Şevket Başıbüyük (Diz Çökmeyen Adam), Mehmet Çelen (İlim ve hareket Adamı) gibi şahsiyetler hakkında yaptığı yayınlar her türlü takdirin üstündedir.

Kitaba dönersek; Arslantaş’ın CHP’li bir aileden geliyor oluşu ve küçüklükten politika-siyaset eğilimine dair anekdot ile başlıyor söyleşi. Abdestli-namazlı babanın CHP’li kimliği, CHP’li olmanın o dönemlerdeki anlamı, Osmanlı’nın yıkılış sebebinin petrol olgusuna bağlanması, petrolün de Osmanlı hinterlandında bulunuşu, emperyalist güçlerin bu sebeple petrol bölgelerine hâkimiyet kurma arzularına değinilmesi, tek parti ve çok partili dönem deneyimlerinden bahisler,  İmam Hatip Liselerinin açılma sebepleri, din hizmetlerine o gün duyulan ihtiyaçların kısmen karşılanmasının bile halk nezdinde bulduğu olumlu yankı ve siyasi meşruiyet, 60’lı yıllara gelinceye kadar islâmi yapılanmalardaki siyasi boyut yoksunluğu, Hizb-üt Tahrir’in Türkiye’ye girişi gibi konulara ilişkin anlatılanlar gösteriyor ki yazarımız çeşitli sosyal problemlere baştan beri ilgi duymuş, olup-biteni izlemiştir. Zaten politikanın konuşulup tartışıldığı bir ortamda doğup büyümüştür. Siyasete-yönetime, iç ve dış ve toplumsal olaylara ilgisi bu yüzdendir. Bu ilgi meslek yaşamı ve kişisel hayatı boyunca devam edecektir. Yazara göre, “..CHP’li olmak o dönemlerde devlete yakın olmak, devletle beraber  olmak anlamına geliyordu”. Söyleşi kitabının soru tekniğinde dikkati mucip bir hususa değinmeden geçemeyeceğim. Soru sahibi, sorusunda bir tez savunuyor çoğunlukla. Bu izlenimi veriyor. Anlatıcı yerine geçip yargı cümlelerini sıralayarak bir nevî tezini tasdik ettirmeye çalışırcasına sorular soruyor:  “..Türkiye’nin modernleşmesi projesinin bir ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti oluştuktan sonra..Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Demokrat Partiden Ak Partiye doğru gelen bir çizgi olarak..”, “..bugün Türkiye’deki merkez sağ, sağ partiler denilen şeyin ilk nüvesi bu Terakkiperver’dedir”,  “..Demokrat Parti, Terakkiperverin devamından çok Atatürk’ün kurmuş olduğu CHP’nin devamıdır”,  “..yani felsefesi, ilkeleri ve amaçları açısından aynı iki çizgiden bahsediyoruz”, esasen, yazarın cevap bölümünden anlaşıldığı üzere katılmadığı “..İran’ın düşünsel bir devrim üzerine bina edilmeyen bu siyasi yapısı” gibi kesin kanaat ve bir tez taşıyan söylemler soru sorana ait. Sanki konuşan, yazar yerine cevap veriyor sanırsınız. İran Devrimi gibi dünyayı etkileyen bir süreç, düşünce temelleri olmaksızın gelişip başarıya ulaşabilir mi? Düşünmeden edemiyor insan.

Bunun yanında Hiz-üt Tahrir, İslâmı düşünsel olarak gündemde tutma gayretiyle temayüz eden Malatya Müftüsü İsmail Hatip Erzen Hoca, Sait Çekmegil, İsmail Kazdal, Seyyid Kutup, Milli Görüş ve Erbakan, Necip Fazıl, Hak-Yol Grubu, Menzil hadisesi, Mealciler-Mealcilik, Yeniden Milli Mücadele, Nurculuk Hareketi, Kominizmle Mücadele Derneği, Sebilürreşad, Selamet Mecmuası, 12 Mart Dönemi, Kıbrıs, demokrasi ve islâm gibi inanç, hareket, dergi, parti, dönem ve oluşumlar hakkında yazarımıza söz düşüyor: 1964’te Türkiye Müslümanlarının gündemine giren Hizb-üt Tahrir hareketi “ artık düşünsel boyuttan daha çok bir de pratiği içeren, bütünlük içeren bir yapı”, Müslümanları sisteme entegre etmek için kurulduğu fikrine işaret ettiği Milli Nizam Partisi için “..islâmi kesimi tatmin etmek üzere..” biçimindeki ifadesi paralelinde “..Yeniden Milli Mücadele Birliği hareketi Müslümanların sisteme entegrasyonu konusunda.. işlev görmüştür”, “..Bir Müslüman, Allahu Tealânın egemenlik vasfını ne kadar gaspetme hakkını haizse o kadar demokrat olabilir…Demokrasi ve islâm, ayrı dünya görüşleri, nizamları, akîdeleri olan iki ayrı dindir. Demokrasideki temel akîde, insan egemenliğini esas alır. İslâmdaki temel akîde, Allah’ın egemenliğini esas alır. Egemenlik noktasında taban tabana zıt bu iki din, birbirleriyle örtüşmezler. Ne kendileri örtüşür, ne nizamları örtüşür.”,  “..demokrasi bir başka ifadeyle Allah ü Tealânın egemenlik vasfını sürgüne göndermenin adıdır, “Kıbrıs jeopolitik açıdan önemli…Ortadoğu’nun bir gözetleme kulesi”, “Menzil, bir projedir”, “Allah’ın gönderdiği din algısı ile, bahsi geçen cemaatlerin algıladığı din olgusu farklı”, “Genel olarak 3 grup Müslüman var. Cemaat mensubu, tarikat mensubu, siyaset mensubu olanlar”, ”..bunların içinde mesela cemaat olarak Nurculuk hareketi hiçbir zaman için sisteme rağmen bir hareket olmadı”, “..siyasi bir amacı olmayan hiçbir hareketten sistem rahatsızlık duymamıştır”, “..aslında Şiilik ve Sünnilik bir fıkhî mezhep değil, siyasi mezheptir”, “..Özal dönemi erken ve fakat eksik bir AK Parti dönemidir. AK Parti dönemi tamamlanmış, tekâmül etmiş bir Özal dönemidir”, “..Türkiye’de hiçbir zaman faili meçhul olmadı, faili gizlenen vardır Türkiye’de. Faili meçhul yok Türkiye’de”, “..Ne zaman ki halkın tercihleri bürokratik iktidarın tercihlerinin önüne geçmeye başlarsa, bu Türkiye’de bir darbe, muhtıra nedeni olur” şeklindeki tespitlerini hassaten anmak gerekiyor. Yani her şey sistemin-derin devletin bilgisi dahilindedir. Ilımlı lâiklik ekseninde oluşturulan ılımlı islâm ideolojisi, Ortadoğu ülkelerine model olarak ihraç edilmek istenen yeni bir Türkiye projesidir. AK Parti de yeni Türkiye projesinin siyasi ayağıdır yazara göre. Bir takım oluşumların, hareketlerin sistemden bağımsız hareket edemeyeceğinin ifadesidir bunlar. 1980 öncesi ve sonrasında Müslümanların panoraması çiziliyor yer yer, soru ve cevaplarla. Gözlem ve incelemelerinin onu kesin bir yargıya vardığı da oluyor. İran devrimine ilişkin “..bana göre İran’da devrim bitti” şeklinde ifade ettiği kanaatte olduğu gibi. Yazar, kendince gerçeklerin altını çizerken hiçbir kimse veya gruba karşı rijit, kırıcı, rencide ve hakaret edici veya küçümseyici bir tavır ve söylem içinde değildir. Kitaptan anladığım, bu onun, en bâriz vasfıdır: Gerçekleri yalın, hakarete varmadan, bir yaranma kaygısı da gütmeden, kimseyi küstürmeden ifade etmek, kimseyi karşısına almamak. Sübjektif değil hiçbir ifadesinde. İlkeli ama, gerçek duygularını belli etmiyor hiçbir zaman. Herkesin yapabileceği bir iş değil bu. Bardakları kırmadan taşımak. “İnsan savrulsa da, yanılsa da zaaflarıyla insandır, ..insan tabiatı itibariyle elektrik gibi kısa devreyi sever, insan zorluğa fazla katlanamaz” nihâyetinde ona göre. Bu ne manaya gelir bilemiyorum ama yazarın yardımsever, hoşgörülü, çelebi tavrına-tabiatına muvâfık olsa gerek. Çünkü, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Bize bu konuda laf düşmez.

Kitabın ilerleyen sayfalarında, hayli örneği görüleceği üzere, çok uzun sorulara mukabil verilen cevaplar, kısa metinler halinde yer yer. Sanki soruda her şey anlatılıyor da verilecek cevap pek kalmamış gibi bir durum ortaya çıkmış. Bir de yazarın bazı sorular karşısında ketumluğu var ki garipsiyor insan. Erbakan’ın katıldığı bir toplantı meyanında sorulan “..Mahzuru yoksa kimler vardı?” biçimindeki soruya hiç cevap vermiyor konuşmacı ya da “..isterseniz hiç söylemeyeyim onları” cevabıyla geçiştiriyor. Zamanın Adalet Partisi Milletvekili Saadettin Bilgiç’in bombalanması olayının failini biliyor zannediyorsunuz, ancak bir ipucu vermiyor yazar, olayın üzerinden onca yıl geçmesine rağmen. Olayın zanlısı olarak bilinen arkadaşını fâş etmiyor. Öte yandan, yakın tanışıklığına ve görüşmelerine rağmen birçok olay, akım ve edebiyatçı ismini zikretse de bunların içinde islâmi düşünce ve edebiyat adamı Yaşar Kaplan yoktur. Sorulmadığı için mi? Niçini, bilinmez. Hakkını yemeyelim, tek bir yerde, o da ismen zikrediliyor, o da İktibas kadrolarından Mehmet Çoban ve Ercüment Özkan’a mahkemece verilen TCK, 163. madde cezaları meyanında, o kadar.

Kur’anla irtibat kurmasının ilk ciddi adımını Astsubay Okulu’nda atıyor Nehir Söyleşi’d,e yazarın kişisel düşünce serüveni ve islâmi mücadelesine dair ip uçlarını da buluyoruz. Süleyman Arslantaş, İzmir’de. “..bilinçli bir islâmi sürece girme” durumu anlatılırken “..dinimizin temeli olan Kur’an’dan başlayalım bu işe” diyor arkadaşı İbrahim Gülşen, Eflatun Saygılı ve kendisi. Hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biridir bu karar. Hayatı boyunca da Kur’anla irtibatı sürer. “Kur’an çizgisi üzere yaşama” prensibine sahiptir daima. Söyleşi boyunca çok sık olarak “bütüncül islâm”a vurgusu, bu hassasiyet ve prensiptendir. Çokça atıfta bulunduğu bir diğer husus da “Ercüment Beyin anlattığı İslâm anlayışı”dır. “Ercüment Beye göre, kesinlikle namaz neye göre yapılıyorsa, siyaset de ona göre yapılmalıdır”. Zannımca, soru soranların da tabii meyilleri dolayısıyla konular sık sık yazarın Ercüment Özkan’la yakınlığına, rahmetlinin ufuk açıcılığına, yazarın üzerindeki etkisine-yönlendirmesine, siyasi bilinç oluşturmasına gelir. “Temel referansı Kur’an ve Peygamber olan, Kur’an’ın tarif ettiği Peygamber algısına sahip” olduğu bilinen İktibas Dergisi’nin hedefi, misyonu, çıkarılma hazırlık ve diğer aşamaları, prensipleri, yayın aşamasındaki mali zorluk ve sıkıntıları, mâruz kaldığı ithamlar vb. noktalar söyleşi ve kitap bölümleri içinde hayli önemsenmiştir.

Hülâsa, “..Genç bir insanın geleceğini, yaşlı bir insanın geçmişi temsil eder”. Süleyman Arslantaş’ın söyleşisini bu çerçevede, gelecek nesillere aktarılmak istenen bir tecrübe olarak görebiliriz. Kitabın 9. bölümü içinde ‘Gençlere ve Özellikle Her Daim Genç Kalmak İsteyenlere Öğütler’ başlıklı ve yazarın kitaptaki son sözleri diyebileceğimiz ifadelerini içeren bir kısmın olmasını, yoksa başka türlü nasıl izah edebiliriz? Çabası Kur’an’ın ona öğrettiği fitneye, yani “..akılla vahiy arasına giren tümü”ne karşı yürüttüğü mücadelenin adıdır. Yazarın temel görüşüne göre aslolan ilkedir, başarılı olmak değil. İlke’li olması bundan. Zira, “Allah bizden başarılı olmamızı istemiyor, ilkeli olmamızı istiyor….bütün peygamberler silsilesi içinde başarılı peygamber sayısı bir elin parmağını geçmez. Ama, ilkeyi öncelersek, ilkesiz bir peygamber yok”. İşte, Süleyman Arslantaş: Hayatı, fikirleri, özgün tavır ve duruşu ile gelecek nesillerin de istifade edeceği bir kişilik. Söyleşiyi yapanlar, kitabı okuyucu ile buluşturan yayınevi ve tabii ki yazarımız, ağabeyimiz Süleyman Arslantaş, hepinize teşekkürler.

suleyman_arslantas_ankarada-45-yil_beyan.jpg

ANKARA’DA 45 YIL
Süleyman Arslantaş
Beyan Yayınları
1. Baskı-Kasım-2012
Nehir Söyleşi
560 sh.
2. baskı: Nisan 2013

 

HABERE YORUM KAT