Anayasanın ‘Ne’si Yeni Olmalı?
12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen anayasa referandumun üzerinden geçen zaman arttıkça ‘yeni anayasa’ konusunda beslenen ümitler azalmakta. Peki, Meclis’in mevcut tablosuyla yeni bir anayasa üzerinde uzlaşma sağlayabilmesinin önündeki en önemli engel nedir? Doğal olarak bu ülkede yaşayan insanlar olarak engel(ler) ve çözüm yolları üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
Askeri vesayetin korku salma ve bürokratik oligarşinin direnç gösterme gücü eskisine oranla epeyce zayıfladığı halde, anlaşılan o ki yeni anayasa yazımının/yapımının önünde bazı engeller var. Siyasi beceriksizlik mi, ideolojik kamplaşma mı yoksa halkın yeni anayasa meselesine çok fazla ihtiyaç hissetmemesi mi bu atalet halinde belirleyici oluyor?
Belki hepsinin belki de birinin diğerlerine oranla daha fazla belirleyiciliği vardır. Ancak ‘eski’ anayasanın temel ilkelerinin ‘yeni’ anayasada ne olacağı ile ilgili açık ve net sözler söylenmeden bir adım olsun ileriye doğru adım atabilmek mümkün değildir.
Değişen Anayasa, Değiştirilemeyen İlkeler!
Yeni Anayasa-Yeni Türkiye tartışmaları içerisinde devleti ve anayasayı Atatürkçülük/Kemalizm ipoteğinden kurtarmayı teklif eden bir girişim var mı? Yoksa eğer Yeni Anayasa-Yeni Türkiye söylemlerinin gerçekliği de geçerliliği de söz konusu olamayacaktır. Bir taraftan askeri vesayetten, darbe ve muhtıralar düzeninden, bürokratik iktidar sınıflarının halka tahakkümünden vs. bahsedip diğer taraftan bütün bunları teşvik eden ve meşruiyet kazandıran resmi ideolojiyi dokunulmaz kılanlar kervanına katılacaksınız. İşte bu onulmaz bir derin çelişki olacaktır.
Toplum yeni bir anayasa istiyor ama siyaset bu konuda ne kadar hazırlıklı ve donanımlı acaba? Halen statüko tarafından inşa edilmiş asırlık psikolojik bariyerleri aşmakta haddinden fazla tutuk davranan siyasi partilerin öncülük iddiasında bulunmaları çok da doğru değildir. Çünkü bu durum siyaseti, toplumun arkasına düşürür.
Toplumun birbirinden farklı kesimleri için temel hakları ve özgürlükleri gasp eden 12 Eylül anayasasının en müşkül misyonu istisnasız bütün topluma resmi ideoloji dayatması değil midir? Resmi ideolojiyi koruma ve kollamaya endekslenmiş kurumların siyaset ve toplumu tasallut altında tutmasına karşı çıkarken onları harekete geçiren ve meşruiyet kazandıran muharrik unsura yani Atatürkçülüğe/Kemalizme söz söylememek en azından tutarsızlıktır. Darbecilerle, anayasalarıyla, icraatlarıyla hesaplaşmanın yarım kalmaması için bu sürecin ideolojik-moral değerlere de uzanması kesinlikle bir zarurettir.
Anayasa çalışmalarını akamete uğratan en temel faktör halen “Anayasanın Başlangıç İlkeleri” üzerinde yaşanan ayrışmadır. “Değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” vurgusu her açıdan despotizmin göstergesidir. Irkçı, ayrımcı hatta inkârcı bir söylem üzerine kurulmakta ısrar edilen ‘yeni’ anayasadan da böylesi dayatmacı bir metin etrafında sağlanacak uzlaşmadan da kimseye hayır gelmez. Neden bir kişinin ilke ve inkılâplar olarak vazettiği laik-Türkçü ve devletçi değerler Türkiye toplumu için merkezi uzlaşma zemini olsun ki? Bu gayri-hukuki mecburiyet nereden ve niçin icap ediyor? Bu soruların cevabını doğru, iyi ve güzel çerçevesinde bulmamız hiç mümkün değil
İnsan ve toplum üzerinde gerçekleştirilmek istenen dayatmalar, yukarıdan aşağıya doğru makbul vatandaşlar imal etmeler, birey ve toplumun iradesine devlet ve ‘Ulu Önder’ adına ipotek koymalar vs. gibi sakat mantıklara fırsat tanımayacak bir anayasaya ihtiyaç var.
İdeolojik İpoteği Reddetme Zarureti
HAS Parti ise Meclis dışında olmasına rağmen bu süreçte anayasa tartışmalarını canlı tutmanın mücadelesini verdi. Kanaatimce burada iki husus oldukça önemli. Birincisi Genel Başkan Numan Kurtulmuş’un konuyu gazete, radyo, tv programları gibi çeşitli imkânları seferber ederek anayasa çalışmalarında düşük profil çalışan performanslarını gözler önüne seren eleştirileri. İkincisi ise parti teşkilatının binlerce insanın katılımını sağlayarak gerçekleştirdiği anketle toplumsal beklentilerin niteliğini yansıtması.
Hükümetin ekonomi politikaları karşısında HAS Parti’nin sergilediği atak siyasi tutumun aynısını ideolojik-kültürel sahada da görmek isteyenlerin toplumdaki oranı hiç de azımsanacak gibi değil. Hükümetin laiklik, Türk milliyetçiliği, Atatürkçü eğitim sistemi, İslami hak ve taleplerin karşılanmasında yaşanan yavaşlıklar, Kürt sorunun çözümünde sergilenen zikzaklar, kamusal alanda devam eden resmi ideolojik endoktrinasyon vs. gibi alanda ciddi eleştirileri hak ettiği muhakkak. Bu eleştirilerin yerine getirilmesinde, bu alandaki muhalif tutumun doldurulmasında ortaya çıkan boşluğu doldurmayı kimse diğerine havale etmemeli.
Hükümetin liberal ekonomi politikalarıyla yol açtığı sorunları dile getirmek kadar resmi ideoloji karşısında takındığı uzlaşmacı ve öteleyerek halletme açmazlarının da gündem edinilip eleştirilmesi gerekiyor. Fakat muhalefetin sırtında devlet yönetmek gibi bir yükü olmamasına rağmen resmi ideolojik yaklaşımlara karşı sergilemiş olduğu söylemlerde Hükümetin dahi gerisinde kalması asıl sorunu teşkil etmektedir. Bu ideolojik boşluk, toplumda açık bir tepki görmese dahi hoşlukla karşılanamayacak kadar önemli ve can yakıcıdır.
Şu husus asla unutulmamalıdır: Tartışmaların yoğunlaştığı bir vasatta “Anayasanın ‘ne’si yeni olmalıdır?” sorusuna AK Parti Hükümetinden daha köklü, daha cesur ve daha kuşatıcı cevap veremeyen siyasi partilerin hem güvenilirliklerini hem de toplumsal tabanlarını genişletme imkânları giderek daralacaktır.
“Türkiye’de her şey yenilensin ama Atatürk ilkelerine uygun biçimde” makamında söylenen anonim Ankara türküsünden hoşlananların, bu türküyü yüksek sesle veya mırıldanarak okuyanların tamamı ahlaken de siyaseten de kaybetmeye mahkûmdur. Ergenekon ve Balyoz cuntasıyla, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat dardeleriyle samimi olarak hesaplaşmak isteyenlerin önce repertuarlarından bu Ankara türküsünü silip atmaları gerekiyor.
***
Her ölüm gibi muhterem Abdurrahim Karakoç’un ölümü de “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun” hükmünü hatırlatmaktadır bizlere. Kendisine mağfiret, yakınlarına sabrı cemil diliyorum Rabbimden.
YAZIYA YORUM KAT