Anayasa Mahkemesi’ni ne yapmalı?
Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti Adorno. Anayasa Mahkemesi’nin ‘367 Kararı’ndan sonra da hukuki değerlendirme yapmanın anlamı kalmamıştı.
O kararla Anayasa Mahkemesi, kendi saygınlığını yok etme pahasına açıkça siyasi bir tutum almıştı.
İşte bu yüzden, bugün başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldıran son anayasa değişikliğinin iptal gerekçelerinin hukuki değerini tartışmanın da fazlaca anlamı yok.
Mahkeme’nin kararını ve gerekçelerini ayrıntılı biçimde eleştiren çok sayıdaki ciddi anayasa hukukçusu da bıkmış görünüyor. Artık ‘gerekçeye bakmalı, bir şekilde gözümüzden kaçmış bir hukuk normu, onun yorumu veya farklı bir istidlal de mümkün olabilir’ gibi temkinli bir bekleyiş yok. Daha çok, ‘acaba böyle bir karara nasıl kılıf bulunur?’ gibi bir merak söz konusu. (‘Tamam, yaptım, ama bir sor ki niye yaptım?’ durumu yani).
Açıkçası onun hangi yönde karar alacağını kestirmek için hukuktan çok siyasete, anayasa hukukundan çok siyaset bilimine ihtiyaç duyar hale geldik. Ama sorun sadece Mahkeme’nin ülkeyi ve kendisini maruz bıraktığı güvensizlikten ibaret değil. Konuşulması gereken başka ve ciddi bir sorun var.
Bu sorun, Anayasa Mahkemesi’nin ve onun temsil ettiği bürokratik iradenin en üstün buyurma gücünü TBMM’nin elinden fiilen aldığını ilan etmiş olması.
Mahkeme, Meclis’e ait yetkilere fiilen el koyduğunu, yine fiilen yasama organının üstüne yerleştiğini ve kendisi izin vermediği sürece her türlü anayasa değişikliğini engelleyeceğini kararıyla ilan etti. Bu durumda TBMM’nin iradesi, atanmışların belirlediği çerçeveye hapsedilecek. Özetle ‘egemenlik’ toplumun demokratik seçimlerle belirlediği temsilcilerinden alınıp, seçilmemiş 11 kişinin iradesine tabi kılınacak.
Bugünkü durum, nihai buyurma yetkisinin seçilmişlerden atanmışlara veya demokrasiden bürokrasiye geçtiği bir kilitlenme (gridlock) durumudur. Buna, bürokratik kurumların Türkiye’de öteden beri sahip olduğu olağan dışı gücü de eklediğimizde, demokratik siyasetin alanı çok daha fazla daralmış oldu.
Meclis’in bu karara direnmesi kolay değil; belli ki CHP, kendisi de siyasetin içindeki bir aktör olmasına rağmen, bürokrasinin tarafını tutacak ve Meclis’in ortak bir tutum almasını engelleyecek. TBMM kendi iradesine sahip çıkmak istediğinde ise bildik CHP + Bürokrasi + Oligarşi medyası ittifakıyla karşı karşıya kalacak, sonra darbe çağrıları, kriz vs.
Ama sürdürülebilir bir durum da değil bu. Hükümet kendisine biçilen rolü kabul edip, dar alanda siyaset icra etmeye yönelse bile, bu kez de siyasetin doğası onu mahkum edecek. Ortaya çıkan acz durumu hükümetin tek dayanağı olan halk desteğini aşındıracak ve toplum da çözüm bekleyen konularda adım atamayacağını fark ettiği ölçüde, yeni siyasi aktörleri devreye sokacak. (Anayasayı değiştirecek sayısal çoğunluğa sahip olup da siyasal güce sahip olmayan hükümeti kim ne yapsın?)
‘Kuvvetler ayrılığı’ yaşadıklarımızı izah etmiyor. Bu ilke, ancak kuvvetlerin her birinin kaynağını ve yetkisini toplumdan alıp sonra ayrılması durumunda anlamlı olabilir. Yasamanın ve yürütmenin toplum tarafından belirlendiği, yargının ise bürokratik yoldan kendi kendisini belirlediği bir ülkede gerçek bir kuvvetler ayrılığı yoktur.
Türkiye’de, ‘kuvvetler ayrılığı’ adı altında, yasama ve yürütme kuvvetlerinin iktidarı bürokrasiyle paylaştığı tuhaf bir durum vardı. Şimdi ise, yasama ve yürütmenin, demokratik süreçlerden bağımsız işleyen ve atama yoluyla kendi kendisini üreten bir bürokratik iradeye (yargıya) tabi kılınmak istendiği yeni bir durum oluştu.
Hükümet, ya de facto yetki gaspını sineye çekecek ve statükocu bir yola girecek, ya da bu el koymanın gayri meşruluğunu deklare edip, içine sokulduğu cendereyi kırmaya ve hem kendisini hem de Türkiye’yi özgürleştirmeye çalışacak.
Anayasa Mahkemesi de dahil, yüksek yargıyı evrensel hukukun gerekleri doğrultusunda, demokratik reformların önünde bir engel olmaktan çıkaracak bir düzenleme şart. Yargıya demokratik meşruluk kazandırmak, bu organların oluşumunda seçilmiş iradeyi belirleyici kılmak gerek.
MHP’nin önerdiği Mahkeme’nin yetkilerini belirleyen yeni bir anayasa değişikliği çıkar yol gibi görünmüyor. Kürşat Bumin, böyle bir durumda Mahkeme’nin iptal gerekçesini şimdiden yazmış. (‘Ama yetkisi yok, iptal edemez ki!’ diyen yoktur her halde. En azından benim ‘367’den sonra her şey mümkün’e imanım tam).
Anayasa Mahkemesi kendi saygınlığını yok etme pahasına siyaset yapıyor. Bu durumda, yetkilerini aşarak anayasa değişikliğini engelleyen bir kuruma karşı yeni bir anayasa değişikliğiyle çözüm aramak yerine, Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmayı veya statüsünü değiştirmeyi de içeren yeni bir anayasa yapmak daha makul olsa gerek.
STAR
YAZIYA YORUM KAT