Anayasa değişir, ya bu zihniyet?
YÖK'ün yeni yöneticileri üniversiteye girişte meslek (bu arada imam-hatip) liseleri mezunlarına ayrımcılık yapan katsayı uygulamasını kaldırdı.
İstanbul Barosu'nun itirazı üzerine Danıştay 8. Dairesi'nin iptal kararı vermesi için söylenebilecek hemen her şey söylendi. Yine de bu kararın dayandığı zihniyet üzerinde durmalıyız.
Türkiye'de yargı organlarına hakim olan anlayışın "laikçi ve milliyetçi" (yani "Ulusalcı") zihniyet (ya da Kemalizm'in otoriter bir yorumu) olduğunu biliyoruz. Bu yorumun dayandığı "felsefe" ya da zihniyet şu: Din, sosyal ve ekonomik kalkınmaya, "ilerleme"ye engeldir. Bu, özellikle İslam dini açısından geçerlidir. İslam'da din-devlet ayrılığı olmadığı için de, dini devlet denetimi altına alarak ilerlemeye engel olmayan bir yorumunu hakim kılmak; dini özgürlükleri kısıtlamak gerekir. Resmi İslam yorumu, ulusal kimliğin ayrılmaz parçası olarak kullanılacaktır.
En açık ifadesini Anayasa Mahkemesi'nin gerekçelerinde bulan bu "felsefe" nedeniyle Türkiye'de laiklik sadece yasaların din kurallarına dayanmaması anlamına gelir; dinle devlet ayrılmadığı gibi, ne Müslümanların ne de gayrimüslimlerin din ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterilir. Bu "felsefe" ile asker kendini devletin ve ülkenin sahibi görür; kimi zaman cuntalar, kimi zaman yüksek komuta heyeti eliyle darbe yapar ya da meşru hükümetleri istifaya zorlar. Asker içinde kimileri bu "felsefe" ile meşru hükümete ve inançlı kimselere karşı yalan ve iftiraya dayanan, gayrimüslimleri öldürmeyi ve çocukları havaya uçurmayı dahi öngören "eylem planları" yapar. Yargı bu "felsefe" ile üniversite öğrencilerine başörtüsü yasağı uygulanmasına, meslek lisesi mezunlarına "katsayı" ayrımcılığı yapılmasına karşı çıkmayı, Kur'an kurslarına katılma yaşının makul bir düzeye indirilmesini savunmayı dahi laikliğe karşı eylem olarak görür. Başsavcı bu "felsefe" ile meşru iktidar partisini kapattırmaya çalışır. Anamuhalefet partisi, bu "felsefe" ile askeri darbelere ve yargı darbelerine tam destek verir. Devletin sağladığı sübvansiyon, teşvik ve kolaylıklarla büyümüş olan sermaye grupları ya da Türkiye'nin geleneksel ekonomi elitleri, bu meyanda medyanın en az yarısını elinde bulunduran grup, bu "felsefe"ye çanak tutar. ABD'deki neocon artıkları ve İsrail lobisi, İsrail'in bir bölümü ve Batı'daki oryantalist ve İslamofobik çevreler ve onların Türk borazanları, bu "felsefe"nin hararetli şakşakçılarıdır.
Bu "felsefe" özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye ve insan haklarına dayalı hukuk devletine taban tabana zıttır. Bu "felsefe"nin Türkiye'de ordu, yargı, işadamları ve medyadaki hakimiyeti son bulmadan askerin siyasi rolü son bulamaz, yargı hukuk devletine saygılı davranamaz, devletten beslenerek büyüyen sermaye ve onların sözcülüğünü yapan medya, askeri ve yargısal darbelere alkış tutmaya devam eder. Bu "felsefe" hakim oldukça, 12 Eylül askeri rejiminin getirdiği anayasayı ve yasaları kısmen, orasından burasından değiştirmek mümkün olabilir. Ancak bu "felsefe"nin hakimiyeti son bulmadan yeni, sivil ve demokratik bir anayasa ve ona uygun yasalar yapmak mümkün olmayacaktır.
Peki, Türkiye'nin özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi olmasını engelleyen bu sözde ilerici, özde gerici zihniyetin hakimiyeti son bulabilir mi? Evet, bulabilir. Zira gerçek "irtica"nın, ülkeyi zincire vuran zihniyetin bu olduğunun bilincine varan kimseler asker arasında, yargı içinde, parlamentoda, işadamları arasında ve medyada giderek yayılıyor. Okullarda verilen endoktrinasyon benzeri eğitimle yeniden ve yeniden üretilen bu zihniyet, sivil toplumun artan sorgulamasıyla etkisini giderek yitiriyor, giderek geriletiliyor. Türkiye'nin gerçek bir demokrasi haline gelmesi için bu zihniyeti her yönüyle, bıkmadan usanmadan eleştirmek zorundayız. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin geri dönülmemek üzere yerleşmesini ancak böyle sağlayabiliriz. Obama'nın deyimiyle, "Yes, we can! / Evet, yapabiliriz!"
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT