Anayasa cumhurbaşkanına bakar (1)
17 Şubat günü HSYK'nın aldığı karar yargıda "deprem veya darbe" denebilecek sarsıntılara yol açtı.
Sarsıntı, sadece yargıda değil, bir bütün olarak hukuk, idare ve toplumsal hayatta hissedildi. Konuyla ilgili üç gündür söylenmedik söz kalmadı. Bu ciddi bir krizdir. Herkes bulunduğu yerden fikrini açıkladı. Bundan sonra bu krizin içinden nasıl çıkmamız gerektiğine bakmamız lazım. Kılıçların çekildiği, tarafların birbirine karşı çatışmaya hazırlık pozisyonları aldığı bu ortamda, sağlıklı bir çıkış yolu için sakin bir kafa ile düşünmekten başka çare yoktur.
Manzarayı doğru görmeye çalışalım: Kim ne derse desin bu bir iktidar veya iktidar-içi bir kavgadır. İdari merkez içindeki kurum ve kuruluşlar ile bunların toplum içindeki uzantı ve yansımaları, iktidar paylaşımında anlaşmazlık içindedirler. Türkiye, büyük bir değişim geçiriyor. İç toplumsal talepler en yüksek düzeyde şekillenmiş durumda. Söz konusu talepler farklılaşmış durumda. Geleneksel ve resmi düzenden yana olanlar statükonun bozulmasından endişeli, büyük bir çoğunluk ise reform talep ediyor. Bu tablonun ortaya çıkmasında rol oynayan üç ana aktör var:
1) Devletin içinde hâlâ gücünü ve etkinliğini koruyan geniş bir bürokrat çevre, reform taleplerine karşı kuvvetli bir direnç gösteriyor. Bu çevre tarihsel bir koalisyon olarak asker, sivil bürokrasi ve yargıda hamle üstüne hamle yapıyor. Türkiye'nin temelleri 1909'da atılmış resmi toplumunun direnci, 70 yıllık "Demirperde ülkeleri"ndeki komünist rejimlerden daha dayanıklı çıktı.
2) Bürokratik merkez içindeki bu çevrenin 1990'lardan ve fakat en açık 28 Şubat darbesinden sonra toplumsal bir desteği de teşekkül etti; bunun ortalama yüzde 20'lik bir nüfusa tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle bürokratik direncin toplumsal ayağı da söz konusu.
3) İdari ve toplumsal direncin kanuni siyasette aktif temsilcisi de var; bu da CHP'dir.
Ancak bu direnci sürdürenler bir gerçeğin de kesin olarak farkına varmış bulunuyorlar: a) Toplumsal gelişmeler ve giderek toplumun büyük çoğunluğuna yayılan reform taleplerine karşı daha fazla direnemezler, anakronik duruma düşerler; b) Uluslararası konjonktür veya bölgesel ve küresel rüzgar onların arkasında değil. Böyle de olsa, bu çevreler "Ya bizi de değişim projesinin içine katarsınız veya hepimiz yok oluruz" demeye çalışıyorlar. Burada bencil çıkar hesabı yapanlar çatışmayı göze alabilir, bu bir yoldur. Ama bu ülkeye çok pahalıya patlayabilir. Hatta galibi olmayan bir mücadeleye girmek bile mümkün. Diğer seçenek "uzlaşarak, anlaşarak ve paylaşarak birlikte yaşamayı kabullenmek."
Ben ikincisinin hepimiz için daha akıllı, hayırlı ve yararlı olacağını düşünenlerdenim.
İster yüzde 20'lik dilim ister yüzde 80'lik çoğunluk olsun, "yeni ve sivil bir anayasa" üzerinde üç aşağı beş yukarı bir mutabakat fikrinin teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. Anlaşma yolu seçilmediği takdirde, her grup "benim hazırlayacağım anayasa" demeye devam edecek. Halbuki anayasalar, 19. yüzyılda Avrupa'da 700 sene birbiriyle çatışan sınıfların uzlaşma metinleri olarak ortaya çıktılar.
Bizde de yeni ve sivil bir anayasa, bir toplum sözleşmesi olmalı; sözleşmeye bütün taraflar katılmalı; müzakereci siyaset yolu takip edilmeli; artıları ve eksileriyle herkesin anayasası olmalı; şaibeler taşımamalı; dış telkinler altında yapıldığı suçlamalarından uzak olmalı.
Benim önerim şu: Önümüzdeki sene genel seçimler yapılacak; sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri gelecek. 2011 seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun, bugünden AK Parti ve muhafazakâr çevreler açık, samimi ve inandırıcı bir deklarasyon yayımlayıp, cumhurbaşkanı adaylarının Deniz Baykal olduğunu açıklayıp CHP'yi yukarıda ana esaslarına işaret ettiğimiz yeni ve sivil bir anayasanın yapımı için "anlaşma ve uzlaşma"ya davet etsinler. Bu fikrin altını doldurmak lazım. Pazartesi günü konuya devam edeceğiz.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT