Alt denklemler
Nilüfer Göle yıllar önce birkaç söyleşisinde ‘pozisyon aydınlarından’ söz etmişti. Aydınların toplumsal ve siyasi meselelerde pozisyonlarının tabii ki olması gerektiğini, ancak birçoklarının da verili pozisyonlara dayanmaktan ötürü ‘aydın’ kimliği kazandıklarına işaret etmişti. Bu tesbit bireysel yetenekler arasındaki bir farklılığa gönderme yapmıyor. Pozisyon aydınlarının daha az duyarlı veya akıllı oldukları söylenmiyor. Siyasi önermelerin sosyolojik bir kıskaç altında tutulduğunu ve cemaat olgusunun giderek püritan bir duruşu ‘siyaset’in yerine ikame ettiğini vurguluyor. İnsanlar yola ‘pozisyon aydını’ olmak üzere çıkmıyorlar... Onlar siyaset yapmak, tartışmalara müdahil olmak, toplumu etkilemek ve değiştirmek istiyorlar. Ne var ki bu siyaset yapma arzusu, ‘yanlış olmayan’ önermenin aranması uğruna steril bir konuma kayma istidadı gösteriyor. Böylece karşımıza ahlakçılığı temel alan, elleri her daim temiz kalan ve bize sürekli olarak ‘doğruları’ hatırlatan bir vicdan güzellemesi çıkıyor. Buradaki ‘vicdan’ bir duyarlılıktan çok daha fazlasını, siyasetin manevi zeminini ifade ederken, bu pozisyonu savunanların da sağlamlıkları aşikâr olan referans kişiliklere, yani rehberlere dönüşmesi bekleniyor. Rehberliğin cemaatsel bir sosyolojik yapıyla olan bağını dikkate aldığımızda daire kapanıyor. Çünkü rehberle cemaati buluşturan ideolojik pozisyon zaten ‘aydın’ olma halini de tanımlamakta. Sonuçta ideolojinin kendisi bir ‘siyaset imkânı’ olmaktan çıkıyor ve bir tür ‘etnik kimlik’ gibi işlev görüyor. ‘Sol’ bugün hâlâ bu konumda... Pozisyon aydınları siyaset üreterek solu oluşturmuyorlar. Aksine ‘sol duruştan’ hareketle aydın siyaseti yapıyorlar.
***
Aydın siyasetini bu ülkede yeterince yaşadık... Hemen her önemli meselede aydınlar biraraya gelir ve ‘her iki tarafa da’ haddini bildirip, yol gösterirler. Bu çabaların toplumsal anlam kazandığı son derece nadirdir ve hemen hiçbir zaman siyaseti etkilemez. Bunun bir nedeni siyaseti ‘anlayan’ bir zemine oturmaması, gerçekçi bir analize değil olması gereken duruma dayanmasıdır. Diğer bir muhtemel nedeni ise toplumsal temsil eksikliği ve ideolojik kalıpların içinden konuşmanın ima ettiği iticilik olabilir.
Kürt meselesi gibi giderek çözümü mümkün hale gelen bir konuda artık farklı bir aydın tavrına ihtiyaç var. Yani doğrudan siyasetin içine giren, karmaşık ve kilitlenmiş sorunları açan, tarafları konuşturan, çıkış alternatiflerinin yolunu açık tutan bir aydın siyaseti gerekiyor. Bunun ‘pozisyon aydınlığı’ ile becerilemeyeceği ise ortada... Çıkış noktasının adalet, vicdan, mağduriyet vb. üzerinden olması aydınlar için çekici olabilir, ama böyle bir zeminin siyaset üzerinde etkili olma ihtimali yok. Çünkü bu tür kavramlar sonuçta ‘temiz’ bir siyaseti besledikleri oranda ‘özcüdür’. Gerçekten de bugün Kürt meselesinde devlet cenahının günahları o boyutta ki, vicdanı olan birinin Kürtlere laf etmesi için epeyce düşünmesi gerekir. Bu açık eşitsizlik hali, tarafların ‘içine’ bakmayı anlamsız kılar, ‘gerçek’ siyasetin hemen şimdi haksızlıkların giderilmesi olduğunu savunmaya başlarsınız. Bunun bir adım sonrası ise, her iki tarafın siyasi dil içinde homojenleşmesidir. Böylece hem hiç beklemediğiniz anda kendinizi dolaylı olarak şiddeti savunur bulursunuz, hem de siyaseti bütünüyle ıskalarsınız. Çünkü sorunları çözmeye yönelik siyaset, aslında taraflar arasında değil tarafların içinde başlar ve orada olgunlaşır.
***
Kürt meselesinde çözümü arayanlar için çıkış noktası, Türk/Kürt veya devlet/PKK denkleminin cazibesinden kurtulmalarıdır. Özellikle aydınların etkili olabilecekleri alan, bu denklemin iki tarafının içinde yer alan alt denklemlerdir. Karşımızda homojen olmadıklarını bildiğimiz iki büyük toplumsal gruplaşma var. Aslında bunun da bir basitleştirme olduğu, kendilerini Kürt meselesinin dolaylı parçası olarak bile görmeyen insanların da bu topraklarda yaşamaya devam ettikleri söylenebilir. Ancak sorunun kangren haline gelmesiyle artık herkesin bir ‘tarafta’ olduğunu da varsayabiliriz. Bu iki büyük gruplaşmanın içinde ne kimliksel ne de fikirsel açıdan bir yeknesaklık bulunuyor. Dolayısıyla her iki tarafta da yok sayılması imkânsız birer siyaset alanı mevcut. Büyük çatışmanın yoğunlaştığı dönemlerde bu alt siyaset alanları daralıyor ve güdükleşiyor. Aksine barış imkânının doğduğu dönemlerde ise, alt siyaset alanlarının hareketlendiğine, anlam kazandığına ve derinleştiğine tanık oluyoruz. Öte yandan bu hareketlenme herkesin hoşuna gitmiyor... Büyük çatışma ekseninin faal tarafları olan asker ve PKK siyasi dizginleri ellerinden kaçırmayı haliyle istemiyorlar. Dolayısıyla da her gruplaşmanın kendi içindeki alt siyaset alanını baskı altına alan manipülasyonlar eksik olmuyor. Unutmamak lazım ki, temel çatışma ekseninin özneleri kendi taraflarında önemli bir güç hiyerarşisi de yaratmış durumdalar ve ayrıca Türk/Kürt meselesinin ‘manevi’ referanslarını da ellerinde tutmaktalar. Bu durumda tarafların içindeki siyaset alanını harekete geçirmek cesaret istiyor...
Ama sadece cesaret de yeterli değil... Bu işi belirli bir zihniyetle yapmak gerekiyor. Aksi halde tarafların içindeki alt siyaset alanının da temel çatışmayı beslemesi ve çözümü geciktirmesi işten değil. Dolayısıyla demokratlara ihtiyaç var. Kendisini ‘demokrat’ olarak görenlere değil, demokrat bir zihniyetin siyasi gereğini yapmaya hazır olan kişilere ihtiyaç var. Bu ise adalet, vicdan, mağduriyet vb. kavramların rahatlatıcı çekiciliğinden uzaklaşmayı, bu kavramları siyaset üzerinden tarafların ‘içine’ taşımayı gerektiriyor.
Çözüm, tarafların içindeki heterojenlikten, çeşitlilikten yararlanmayı; buradan hareketle ‘konuşmayı’ mümkün kılmayı gerektiriyor. İhtiyaç duyulan konuşma ‘devletle’ PKK arasında değil, geniş Türk ve Kürt kesimlerinin içinde yapılacak olandır. Diğer taraftan her iki tarafın da son döneme kadar epeyce homojen siyasetler içine sıkışmışlığını da gözden ırak tutmak mümkün değil. Bunun nedeni tarafların birbirlerine özcü ve homojenleştirici bir biçimde yaklaşmaya hazır olmaları ve egemen siyasi aktörlerin her iki tarafta da bu durumu kendi hegemonyalarını pekiştirecek şekilde kullanmaları.
Böylece heterojen tarafların homojen siyasetlere mahkûm olduğu bir kilitlenme süreci üretilebildi ve statüko haline getirildi. Soru bunun nasıl kırılacağı ve siyasetin nasıl yeniden özgürleşeceğidir... Hem heterojen gruplaşmaların çözüm yönünde aktive olmalarına, hem de bu sayede statükoya bir bütün olarak, yani taraf tutmadan karşı çıkmalarına ihtiyaç var. Bunun olabilmesi için ise her iki taraftaki siyasetler arasında bir güven ilişkisinin yaratılması lazım. Söz konusu güveni etnisite veya ideoloji üzerinden üretemeyeceğiniz açık... Çözüm zihniyettedir... Her iki taraftaki demokratların, sırf demokrat olmalarından hareketle ‘ötekilerle’ birlikte yürüyebildiği ve her iki taraftaki iç konuşmanın da birbiriyle temas kurduğu bir siyasi hareketlenme... Diğer bir deyişle nihayet toplum olmaya başlamak ve millet olmak isteyip istemediğimizi de gerçek anlamda kendimize sormak... Bu nedenle sadece cesur ve demokrat ‘Türkler’ yetmiyor. Cesur ve demokrat ‘Kürtlere’ de ihtiyaç var.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT