Allah’a ve ‘Tek Adamcılık’a Aynı Anda Yaslanmanın İmkansızlığı
15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı travmayla birlikte adeta pek çok alanda geriye ket vurup katedilen onca yolu gerisin geriye dönmek anlamına gelen bir sürece girdik. Siyaseti, bürokrasisi, medyasıyla, aşıldığını düşündüğümüz konular yeni olmayan bir tarz ama yepyeni bir şevkle tekrardan arzı endam etmeye başladılar.
Anlaşılan o ki, bir şeye karşı olmak, sadece o şeyin pratikte topluma ve siyasete verdiği zararlarla sınırlı kalıp, karşı çıkışın teorisi, mantığı, felsefesi sağlam bir zemine oturtulmadığı vakit, “buzağı ihtiyacı” misali yeniden neşvünema bulması kaçınılmaz olmakta. Tıpkı kurtarıcı, halaskâr, mehdi, mesih ihtiyacının dini seküler farketmeksizin sürekli yeniden üretilmesi meselesinde olduğu gibi.
Meseleyi “İnsanlık tarihi döngüseldir, zaten hep böyle olmakta; peygamberler de bunun için peşi sıra gelmekte” diyerek betimlemek bir parça kolaycılık olmakta. Nitekim o döngüsel olanın içinde bizatihi bizler de imtihan olmaktayız. O halde neye “la” dediğimizi, neden dediğimizi ve niçin illallah safhasında bir patinaj durumu yaşadığımız üzerinde sağlıklı ve güncellenmiş bir şekilde düşünmek zorundayız.
Tarihi tecrübeler de göstermektedir ki, sadece “Baki olan Allah’tır; O bizim Rabbimizdir; Mülk O’nundur; O ezel ve ebed sahibidir; Rızkı veren de alan da, canı veren de alan da O’dur...” dediğimizde ve Rabbimizin sıfatlarının, büyüklüğünün, yüceliğinin örneklerini sayfalarca ve günlerce sıraladığımızda O’na karşı sorumluluğumuzun bilincini, ontolojik ve ahlaki olarak ortaya koymuş ama altını nasıl dolduracağımıza ilişkin henüz bir şey söylememiş oluyoruz. Bunun için “başka şeyler”e de ihtiyacımız var ve o “başka şeyler” de kitabullahta, sünnet-i nebevi’de ve İslam tarihi tecrübesinde mevcut ve mündemiç.
Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa Rabbimizin ayetlerini ve nimetlerini sayıp bitiremeyiz ve eşi ve benzeri olmayan, yarattıklarına da benzemeyen Allah’a ait sıfatlarla insanların anılıp nitelenmesinin şirk olduğunu, anlamsız olduğunu, gerçeklik dışı olduğunu öğrenmiş oluruz. Beşer sınıfına dahil olanlar açısından kulluğun sadeliğinin ve eşitliğinin hiçbir eylemlilik ve farklılık düzeyiyle bozulamayacağını, kullar ne eylerse eylesin, Allah’ın sıfatlarıyla anılmaya değer işler yapmalarının mümkün olmadığını, bu iddia etmenin büyük bir şirk, yani ontolojik sapma olduğunu biliriz. Ama bu bilgi o “başka bilgiler” ile hemhal kılınmadığında, sapmaların sofistike hale gelip beşeriyeti yeniden kuşatması işten bile değildir.
İnsan eliyle yaratılmış Ortaçağ Hıristiyanlık itikadını sarsan felsefelerin, aklın kullanımı noktasında başardığı işler az buz değildir. Vahyi bilgiyle bakıldığında, tüm seküler kimlik umdelerine rağmen tefekkür, tedebbür bağlamında vahyin onayını bile aldığı ileri sürülebilir. Ama aynı istasyonlardan kalkan düşünce ekollerinin korku atmosferlerinde nelere teslim olup da “Tek Adamcı” ideolojilerin üretimini engelleyemediğini de açıklamanın zorluğu ortadadır. Meseleyi sadece “e işte pozitivim, materyalizm, sosyal darwinizm” diyerek açıklamak ya da “zaten tüm yeniçağ felsefelerinde de panteizm ve politeizm içrektir. Bir o yana bir bu yana ya tahterevalli misali sallanmalar, ya da her ikisini de mündemiç savunular almış başını gitmiştir. Ortada yeni olan değil, sermaye gücüyle birlikte güç kazanan düşünce sistematikleri mevcuttur.” dediğimizde belki meselenin felsefi arka planına dair oldukça tartışma götürür öncüller sıralamış oluruz ama cevaba değil, felsefi ahlaki sebeplere odaklanmış oluruz: “Bu sebeplerledir ki, Tanrılaşmış kilisenin otoritesi yıkılmış ama Napolyon üretimi engellenememiştir. Papa’nın ve koskoca hıristiyan ilahiyatının tekçi yapısı yerle bir edilmiş ama Leninizm, Stalinizm, Maoculuk, Enver hocacılık, Titoculuk engellenememiştir.” Liberal olduğu iddia edilen dünyada da totaliteryen eğilimler sınırlanamamıştır. Onca özgürlük, hukuk vb. süslü terimlerin içinden Trumpcılığın süzülüp gelmesinin de engellenememesi aslında aynı hikayenin farklı bir versiyonudur. Korkular ve beka endişesi, varoluşsal tüm düşünce ve yaşam düsturlarını aynı değirmende öğütüp un ufak edebilmektedir. Alman toplumunun da, Sovyet topluluklarının da, milyarla ifade edilen Çin halkının da aynı serencama maruz kalması şaşırtıcı değildir.
Allah’ı Gereğince Takdir Edememenin Anlamı
Allah’ı gereğince takdir etmekten uzak oluş, Allah korkusundan ve Allah’tan ümit etmekten daha fazla yaslandığı zanların, korku ve ümit ortamlarının hiç şüphesiz ortak sebepleri vardır. O korkudur ki İslam coğrafyalarında bile Allah hakkında zanlarda bulunup “tekçi ideolojileri” istekli-isteksiz var kılan. Allah’a inanıp onun sıfatlarını “büyük liderler” için kullanan. Allah’ı razı etmek için ibadi ritüelleri yerine getirdiği halde, O’nun ikame edilmesini istediklerinden bîhaber olan. Tıpkı “adil olmalıyız” dedikten sonra adaleti sadece kendi kavmi için istemek gibi. Hatta sadece kendisi için istenen adaletin de aslında adalet olmadığını kavrayamamak gibi. Kendini korumak ve varlığını sürdürmek adına işlediği “ilke cinayetleri”nden habersiz olup, emaneti, şurayı, irade/muhtariyet/özgürlüğü, emr’i, ehliyeti, icmaı, bey’atı, itaatı kavrayamamak ya da yanlış kodlamak gibi.
Allah’ı gereğince takdir edemeyenlerin, kendi sorumluluk alanlarını da doğru analiz edememeleri, bu alanların füruat olarak görülüp beraberinde Allah indinde şirkle tanımlanan mehdiyyet ideolojilerini doğurduğu gerçeği vakayı adiyedendir. Kimi zaman kanlı devrimlerin ardından, makul görünen-görünmeyen sebepler öne sürerek makasıdüşşeriayı açıktan çiğneyerek; kimi zamansa bu mezalimin karşıtı bir konumda olduğunu iddia ettiği halde, yine Allah’ın gereğince takdir edilememesi, vazettiği ilkelerin bireysel, toplumsal ve siyasi sorumluluklar açısından ne ifade ettiğinin üzerinde fıkhedilmemiş olması yahutta o yolda görece ilerleme kaydedildiği halde, korkuların ihtiyacı olan gücün eski ve yeni “buzağı türleri” ile karşılanması örneklerinde olduğu gibi.
Dolayısıyla “Halaskâr Gazi”nin yeniden keşfi, kurtarıcı ve kurucu miti, aslında zaten çiğnenenlerin, üzerine örtülen kalın sis halesi yüzünden görülememesindendir. Aslında “Tek Adam” kültünün bir topluma neleri feda ettirdiğinin unutulması yüzündendir. Vahyedilip vazedilmiş ve tarihte de tecrübe edilmiş olanların kurumsallaşması yönünde sorumluluklar kuşanılamadığında, oluşan boşluğun kültlerle, efsanelerle, simülasyonlarla, kahramanlarla, kurtarıcılarla doldurulup putlaştırılması kaçınılmazdır. Bu açıdan, ölülerle yaşayanlar arasında da sadece ipince bir çizgi mevcuttur. Aradaki farkın önemi yoktur, çünkü işlevler aynıdır, unutulanlar ve yeniden ikame edilmesi gerekenler aynıdır.
Bir diğer açıdan da putların yıkılması, aslında kitabullahta bireysel/nefsi, toplumsal/sosyo-ekonomik ve siyasi açıdan yerine ikame edilenlerle birlikte anlam kazanmaktadır. Yıkılan putlar, çözümün değil, sorunların, çaresizliklerin, yozlaşmaların süreklileşmesinin sebebi oldukları için yıkılması gerekenlerdir. İnsanda, toplumda, yönetimde. Yerlerine ikame edilenler de aynı ölçüde yanlış itikadların düzelmesi sayesinde adaletsizliğe uğrama hissiyatının tamiri, yozlaşmalara kapı aralayan uygulamaların ıslahı ve dolayısıyla insanın ıslahı, barışın, selametin, felahın, zorluklara sabretmenin, insan eliyle üretilmiş eşitsizlikleri bertaraf etmenin yegane reçeteleridir.
İşte bu yüzden Allah ve Rasulü (ayet ve hadislerde) “sizden olan emir sahiplerine itaat...”ten bahsederken, bu durum o “siz/biz”in layıkı vechiyle inşasından bağımsız değildi. Hz. Peygamber (as), Hz.Ebu Bekir (ra), Hz.Ömer (ra) ve onlardan sonra gelen pekçok ilim ve yönetim ehli, siyasetnamelerle kurumsallaşması gereken ilkelere vurgu yaparken, bunların şura ehli müminler topluluğundan bağımsız olduğunu düşünmüyorlardı. Öylesine düşünmüyorlardı ki, içlerinde -marjinal de kalmış olsa- İslam’da bir imam seçmenin zorunlu olmadığını (müminler topluluğu kendi içlerinde adaleti ve hukuku sağlıyorlar, kazandıklarını Allah’ın razı olduğu biçimde paylaşıp harcıyorlarsa) söyleyenler dahi çıkmıştı. Ki bu örnek bize insanların kuşanması gereken sorumlulukların ve yaşatmaları gereken sosyo-politik ilkeler gerçeğinin bir yöneticinin başta olması gerekliliğinden çok daha efdal olduğu değerlendirmesini ortaya koymaktaydı ki, imamın zorunlu olduğunu savunanlar bile, onu halkın ve halkın temsilcilerinin vekili olarak tanımlamışlardı. Bu ontolojik ve epistemolojik tanımla, aslında tam da yönetimin ölümlü kişilerle değil, -kıyamete kadar baki kalması zorunluluk içeren- ilkeler bütünü olarak anlam kazandığını izhar etmiş oluyorlardı. Hem de hanedanlıkların hüküm ferma olduğu zaman dilimlerinde bile, sadece yöneticinin erdemleri üzerinde duruyor ama onun da üstünde bir hukukun olduğunu vurgulamaktan geri kalmıyorlardı.
Şimdi durup düşünmek gerek. Nerede firavunlar, “tek adam”lar düzen ve izmleri, nerede (halifetullah gibi istisnai tarihsel sapma ve kullanımları bir tarafa koyarsak) İslam’ın (ütopik değil) bizatihi uygulamalarda da (dört halife dönemi gibi) kendisini gösteren varoluş amacına uygun yönetim ruhu.
Netice-i kelam şu: “Tek Adam” ideolojileri furyası, korkuların sorumluluklar ve ilkelere galebe çaldığı tarihi evrelerde kendisini gösterir. Aslında bu evreler, değerler bağlamında sosyo-politik açıdan en zayıf olunan dönemlerdir. Beslendiği münbit ortam, vahyi ve insani tecrübeler ve şahitliklerle rehabilite edilmedikçe, ölülerin ya da yaşayanların “kültleştirilmesi” meselesi sürgit devam eder. Bazen ölüler, yaşayanların sırtını dayadıkları dayanaklar haline gelir ki, toplumu birarada tutma ve devleti güçlü kılma adına serdedilen bu tutum, aslında Allah’tan, vazettiği ilkelerden ve gerçek ıslah mekanizmalarından uzaklaşmanın bir göstergesidir. Ve bu girdap insanı/toplumu içine çektiğinde, müslüman bir coğrafyada da -bireysel ve sosyo-politik ilkelere- yeniden iman etmenin yollarını aramaktan başka çare kalmaz!
YAZIYA YORUM KAT