Allah günleri aramızda döndürürken yaşananlardan ibret almalıyız!
Ali Osman Aydın, Osmanlı'nın Batılıların zihninde işgal ettiği anlama değinirken bugün gücü kaybeden tarafın tarihten çıkarması gereken neticeleri inceliyor.
Ali Osman Aydın / Yeni Akit
Haniye, Busbecq ve tarihin yasaları
Cuma sabah saatlerinde İsrail terör örgütü tarafından şehit edilen İsmail Haniye için Katar’daki cenaze töreni hazırlıklarını izliyordum. Bu büyük telaşın, koşuşturmanın arkasında; işlerin nereye varacağının bilinmemesine dair karamsar bir düşünce, bütün hareketlere, çehrelere sinmiş bir hüzün vardı.
Bu hareketliliği izlerken, yaşananlar sebebiyle Müslümanlar olarak hepimizin ne kadar yaralı olduğumuzu düşündüm. Gazze’de olanlar yüzünden yaralıydık. Yaralı, düşünceli ve kızgın… Sanki biri gelip bütün lambalarımızı söndürmüştü. Bir adım ötesinin görünmediği alaca bir karanlık içinde gibiydik… Bu karanlık içinde yürüyor ve nereden geldiğini bilmediğimiz sarsıcı darbelerle oradan oraya savruluyorduk.
Görüntüleri izlerken aklıma Busbecq’in o çarpıcı, hatta bugün için şaşırtıcı kabul edilebilecek mektupları geldi. Avusturya Kralı Ferdinand tarafından Osmanlı’ya elçi olarak gönderilen Busbecq, Osmanlı coğrafyasında şahit olduklarını ayrıntılı mektuplar halinde yazıp göndermişti memleketine. Türklerden ölesiye nefret eden bu meraklı adam, 1555’den 1562 yılına kadar gönderdiği dört ayrı mektupta “yenilmez düşman” Osmanlı’yı dikkatli bir şekilde gözlemlemişti.
****
Busbecq’in mektuplarından yayılan karamsarlık, Katar’daki cenaze töreni hazırlıklarını izlerken içimi kaplayan koyu karamsarlıkla benzeşiyordu. Benim gibi milyonlarca insan da benzer bir endişe içindeydi eminim. Bugün bir yıla yaklaşan Gazze soykırımını, Irak’ın, Afganistan’ın, Suriye’nin işgalini izleyen pek çok yürek, bu karabasan sona erecek mi diye kara kara düşünüyordur eminim.
Neredeyse beş asır önce İstanbul’u, Amasya’yı, Bursa’yı, Deliorman’ı gören Avusturya’lı Busbecq de gördükleri karşısında kara kara düşünmüş içinde doğduğu uygarlığın geleceği adına derin bir teessür duymuştu.
“Türklerin sistemlerini kendi sistemimizle karşılaştırdığım zaman, geleceğin başımıza getireceğini düşünerek tir tir titriyorum. Akıbetimizden korkuyorum. Ordularında harp tecrübesi var, tatbikat var. Güngörmüş, daima zafer marşları söylemiş asker var. Sabır var, tahammül var, düzen ve disiplin var... İman var” diye esefle yazıyordu mektubunda.
Yeniçerilerin disiplin ve karakterinden bahsederken şunları yazıyordu: “Kapının önünde ellerini göğüslerinin üstünde bağlayarak, gözlerini yere dikerek, öyle vakur, asil, hareketsiz ve hürmetkâr bir vaziyette ayakta dururlar ki bunları gören asker değil de, rahip zanneder. Bana bunların yeniçeri olduklarını söylemeselerdi, Türklerin din adamları yahut tarikat dervişleri sanacaktım. Hâlbuki bunlar bütün dünyayı titreten, gittikleri yerlere dehşet saçan o meşhur yeniçerilerdi”.
Yeniçerilerin disipliniyle ilgili hayranlığını bir başka yerde şöyle dile getiriyordu : “…En çok göze çarpan, miktarları bini aşan yeniçerilerdi. Bunlar diğer kuvvetlerden ayrı bir mevkide duruyorlar, uzun bir saf teşkil ediyorlardı. O kadar sessizdiler ki yanımda oldukları halde acaba bu adamlar ölü mü, diri mi diye şüpheye düşüyordum. Sanki birer heykeldiler”
Türk ordugahında gezerken imrenerek şunları not alıyordu: “…Her tarafta tam bir huzur hüküm sürüyordu. Ne kavga ne münakaşa, ne gürültü ne patırtı, hiçbir şeye tesadüf edilmiyordu. Hiçbir türlü, hiçbir şekilde zor ve şiddet hareketleri de görülmüyordu. Bundan başka her taraf tertemizdi. Ne gübre yığınları vardı, ne süprüntü birikintileri… Göze, burna kötü gelecek, fena kokacak hiçbir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar yahut da gömüyorlar; karargâhları tertemiz, görülmeye ve övülmeye değer. Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi burada hiçbir yerde sarhoşluk, cümbüş, kumar vs. gibi hiçbir şeye tesadüf edemezsiniz. Türkler kâğıt ve zar oyunu bile bilmezler… Türkler cenk meydanlarında ölenlerin doğrudan cennete gittiklerine inanırlar…”
Ardından bu tabloyu son derece dürüst bir şekilde kendi ordugahlarıyla karşılaştırıyordu: “Bizim cephemizde ise genel fukaralık, özel israf, sarsılmış iman, bozulmuş maneviyat, çürümüş kuvvet, tahammülsüzlük, atalet var. Askerlerimiz serkeştir, zabitlerimiz zalim ve aç gözlü; disiplini küçümsüyoruz. Sebat yok, sarhoşluk, serkeşlik, sefalet, sefahat alabildiğine… Bunlardan daha elim ve daha vahim olan Türkleri zafere, şana ve şerefe, bizim hezimete, rezalete alışmış olmamızdır. Bu gidişle neticenin ne olacağı hakkında artık tereddüt caiz mi?”
Avrupa devletlerinde düzen o kadar bozuktu ki bu ordulara sirayet ediyor, bu ordu Busbecq gibi bir vatanseverin gelecek ümitlerini yerle bir ediyordu.
Kanuni’nin Alman seferi (1532) sırasında Almanya içlerine gönderilen İspanyol askerlerin yanlarında fahişelerini de getiremedikleri için yarı yolda ayaklanmaları, dönemin Avrupa ordularının düzen ve disiplinini anlamak açısından önemlidir.
****
Gördükleri üzerine uzun yıllar düşünen Busbecq bu intizamın, bu kudretin arkasında yatan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışmıştı uzun süre. Bulgaristan’da önemli ailelerin kızlarını, köylüler ve çobanlarla evlendirdiklerini görünce bir hayli şaşıran Busbecq Osmanlı’da soya bağlı “asaletin” hiçbir önemi olmadığını anlatmak adına, “Türkler kendi aralarında bile şahsi meziyet ve liyakatten başka bir şeye kıymet vermezler” diyordu.
Daha sonra Busbecq, Kanuni Sultan Süleyman’ın huzuruna ilk defa çıkarıldığında, gördüğü manzaradan çok etkilenir. Birçok idari ve askeri sınıftan kişinin aynı anda, bir arada ve büyük bir düzen içerisinde bulunduğunu görünce, sistemin özünün ne olduğunu anlar ve şunları yazmaktan kendini alamaz:
“…Bu koca mecliste tek bir kişi yoktu ki sahip olduğu konumu ve rütbeyi kendi liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın. Hiç kimse filanın neslinden, filan falanın soyundan gelmiş olmak dolayısı ile diğerlerinden yüksek bir mevkiye çıkamaz. Herkesin vazife ve memuriyeti ne ise ona göre itibar edilir. Bundan dolayı, Türkler arasında merasimle üstünlük kavgası yoktur. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese Sultan bizzat memuriyet ve vazifesini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe, ne anadan doğma, babadan gelme asalete bakar, ne de boş ricalara istirhamlara, tavsiyelere! Bir adayın sahip olabileceği, nüfuz ve şöhreti hiç nazarı itibara almaz. Yalnız liyakatle dirayete bakar, karakter arar, fikri kabiliyet ve istidadı düşünür. İşte herkes istidat, kabiliyet ve bilgi, ahlak ve karakterine göre bir işe tayin edilir. Türkiye’de herkes kendi mevki ve istikbalinin kurucusudur. En yüksek mevkilere çıkmış olanlar, çoğu zaman çobanlıktan yetişmişlerdir. Bunlar böyle küçük yerlerden, aşağılardan gelmiş olmaktan utanmak şöyle dursun, aksine bununla iftihar ederler. ‘Ben ne idim. Çalışkanlığım, doğruluğum sayesinde ne oldum!’ derler. Bugünkü mevki ve ikballerini atalarına ne kadar az borçlu iseler, iftihar etmekte kendilerini o kadar haklı görürler. Türkler, insanlarda meziyetin babadan oğula irs yoluyla intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunun kısmen Allah’ın bir ihsanı, kısmen de çalışmanın zahmetin, gayretin ödülü telakki ederler.”
Busbecq Türkiye’de gördüğü şeylerle ilgili elbette çok şey söyler. Ama bana kalırsa söyledikleri arasında en dikkate değer, en hayati olanı, yukarıda özetlediği husustur.
Gazze soykırımı, İsmail Haniye’nin şehit edilmesi ile Busbecq’in söyledikleri arasında sanılandan daha güçlü bağlantılar var. Busbecq’i beş asır önce umutsuzluğa boğan şey Osmanlı’da tesis edilen siyasal ve sosyal sistemin güçlü niteliğidir. Bu sağlamlıkta bir sistemi mağlup etmek o zaman için mümkün görünmemektedir gözüne.
Busbecq bunu kendi sistemleri ile mukayese ederken şunları yazar: “Bizim tatbik ettiğimiz hükümler ise aksinedir. Bizde şahsi liyakat ve iktidara yer verilmez. Her şey bizde doğuşa bağlıdır. Yüksek mevkilere getirilecek adamlar, hangi nesilden gelmişler, ona bakılır.”
Gazze’de soykırımı yapan güçler, soykırımda kullanılan silahlar; işlerin, işi en iyi yapacak kişiye verildiği bir sistemin ürünü. Biz de ise rütbeler, çok az müessese istisna, genelde Busbecq’in beş asır önceki tasvirine uygun bir şekilde hemşehricilikle, klancılıkla taksim ediliyor maalesef. Önemli görevler, layık olmayanlara verilerek dirlik ve düzen zedeleniyor.
****
Busbecq’in mektuplarına bakıldığında beş asırlık süreç içinde rollerin değiştiği çok açık. Bu durum, güçle kimin ne yaptığını görmek için Allah’ın “O günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz” ayetini hatırlatıyor bana.
İktidar geçmişte uzun asırlar boyunca biz ellerimizde idi. Şimdi de karşı tarafta. Şüpheniz olmasın ki, bir süre sonra tekrar el değiştirecek…
Bugün bizim duyduğumuz iç ezikliğini, mağlubiyet hissini Avrupa’nın aralıksız yüzyıllar boyunca hissettiğini düşündüm cenaze törenini izlerken. Bir türlü yenemedikleri, Busbecq’e bakılırsa yenmelerinin de mümkün olmadığını düşündükleri bir düşmandı Osmanlı. Bir karabasandı adeta! Kapkara cübbesiyle Avrupa’nın semalarını bürüyen bir şeytandı! Çocuklarını alan, topraklarını istila eden bir fırtına, bir kasırgaydı… Önüne çıkan bendi yıkıyor, karşısına çıkan ne varsa kapıp götürüyordu. Koca Avrupa sıkışmış, bunalmış, bir çıkış yolu bulmak için delice çırpınıyordu. Din adamları mabetlerde, kadınlar evlerinde, çocuklar gece yataklarında bu büyük düşmanın mağlup olması için gözyaşları içerisinde dualar ediyordu.
****
16. yüzyılın en parlak yazarlarından Napoli’liAndres Laguna, kalbinin bütün kırıklığıyla şu satırları terennüm ediyordu: “Nerede şimdi Edirnem? Nerede, sorarım Gelibolum? Filibem? Nerede o kendisi için asla ağlanmayan İstanbul’um? Nerede Belgrad? Nerede Draç? Nerede Limni ve Midilli? Nerede o çiçekler açan Rodos? Ve nerede Trabzon imparatorluğum? Ah yanmış kavrulmuş gidiyorum kinle sürüklenerek!”
Kainattaki yasalar gereği, toplumların tabiatı gereği, iktidar cemiyetler arasında dönüp duruyor. Allah onunla ne yaptığımıza bakıyor! Onlar zulmediyorlar. Biz etmeyeceğiz. Onlar katlediyor, biz etmeyeceğiz. Adil şahitler olacağız… Osmanlı baskısı nasıl Avrupa’da bir dirilişi yeşerttiyse, inanıyorum ki Müslüman coğrafyalarda yaşanan bu korkunç acılar da benzer bir dirilişi doğuracaktır.
Bu uzun tarihi perspektifi önümüze koyarak, Allah, toplumların nasıl zayıfladığını, nasıl güçlendiğini, gerçek hükmü verenin kimin olduğunu dikkatlerimize sunuyor.
Bu perspektif, anlamak isteyenler için, intizamlı bir toplum kurmanın değişmez yasalarını önümüze koyuyor. Dileyen ibret alır ve gereğini yapar; dileyen almaz ve zillet içinde alçalmaya devam eder. İbret alıp gereğini yapanlardan olmak duasıyla…
HABERE YORUM KAT