Aliya’nın İzinde; Muhafazakârlar ile Modernistler
Aliya’nın eserlerinde sıkça rastladığımız olgulardan biri, kavram çiftleriyle derdini anlatmaya çalışması. O, bazen birbirine zıt olan kavramları, bazen de zıt görünen ancak Müslümanları etkileme konusunda aynı olumsuz sonuca sebep olan kavramları irdeler.
İslam Deklarasyonu’nun hemen başında da Müslüman toplumlarının mücadele iradesini zayıflatıp, gerilemesine neden olan iki kavram; muhafazakâr ve modernist akımlarla, bunların savunucularından bahseder. Bu kavramların biri geleneksel dünya, diğeri yeni bir dünya idealini savunuyor gözükse de, yakından bakıldığında karşı kutuplardan çok, bir elmanın iki yarısı gibi durduğunu anlatır. Aliya, geçmiş ve gelecekle alakalı bir tasavvuru ifade eden bu yapıların, ortak yönlerine de dikkat çeker.
Özellikle modernistler, Avrupa merkezli yaklaşımlar üzerinden İslam’ı bir din değil de inanç olarak görürler. Aliye ise ısrarla, İslam'ın inşa edilen dinden daha geniş ve kapsamlı bir anlamı olduğunun altını çizer. Muhafazakâr ya da modernist zihnin İslam ile ilgili içine düştüğü sıkıntıların iki temel nedeni vardır. Birincisi, mantık ve dilbilimine yönelik bilgisizliktir. İkincisi ise İslam'ın özü, tarihi ve dünyadaki rolü hakkındaki anlama kabiliyetsizliğidir. Dolayısıyla muhafazakârlar İslam dünyasının kurtuluşu için sürekli bir şekilde “eski reçeteleri”, modernistler ise başkasına ait “yabancı reçeteleri” tavsiye etmektedirler. Birinciler İslam'ı geçmişe çekmek isterken, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlama arzusundadılar.
Aliya ise İslam’ı “Eskimeyen, yeni olan düşünme yolu” olarak görür. Bu yolun imkânını ise din-bilim, ahlak-siyaset, ideal-reel ve zahir-batın arasında kurulan vasat dengede arar. Aliya'nın bu yaklaşımına göre, “vasat ümmet” olgusu anlaşılmadığı zaman din, her türlü verimli hayatı arkasında bırakarak geriliğe, bilim ise ateizme doğru kanalize olacaktır.
Müslüman dünyada muhafazakâr düşüncenin tek olmasa da en büyük temsilcileri şeyhler ve hocalar kesimidir. Onlar İslam'ın “Ruhbaniyet yoktur” şeklindeki açık düstüruna rağmen, kendilerini ayrı bir sınıf gibi organize ettiler ve İslam'ın yorumlanmasını tekellerine alarak, kendilerini din ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar. Bunlar dini anlamada dogmatiktir ve dini dinamik bir yapı değil statik bir olgu şeklinde algılarlar.
Bunların düşüncesine göre; din ortaya çıktığı zaman diliminde ilk nesil tarafından bir kere ve ebedi şekilde yorumlanmıştır. Bu sebeple en iyisi, her şeyi ilk zamanda tarif edildiği gibi bırakmaktır. Bunlar tarihsel değişim ya da toplumsal gelişim içinde ortaya çıkan yeni durumların, dini bağlamda yeniden düzenlenmesini, dinin bütününe yönelik bir saldırı olarak görürler.
Aliya, Müslüman toplumların din adına içine düştükleri statûkocu dindarlığın ve dini bağnazlığın kaynağına işaret etmektedir. Bir din, tarihsel müktesebatından bağımsız bir şekilde ele alınırsa, dinamizmini kaybeder ve donuk bir duruma düşer. Aynı şekilde yenileyici özelliklerini kaybeden bir yapı muhafazakârlaşarak tarihin dışına çıkma riski ile karşı karşıya kalır.
Modernistler ise dini, daha çok muhafazakârların yaklaşımlarına bakarak tanımlarlar. Bu yaklaşım üzerinden din, daha çok durağan ve gelişmeye kapalı olarak algılanır. Bu yüzden modernistler dinden gelen her şeye karşı çıkarlar. Aliya’nın modernistler diye tanımladığı bu gruplar, İslâmi yenilikçiler değil, İslam dünyası sınırları içerisinde yaşayan ancak doğrudan İslam'dan beslenmeyen seküler aydın ve entelektüellerdir.
Onun betimlediği modernist karakter, ülkemizde toplumsal kırılmaların yaşandığı Cumhuriyet tarihinin ürünü olan “Alafranga züppe” tipini çağrıştırır. Bunlar İslami terbiye almadıkları, halka manevi ve ahlaki bağ kurmadıkları için, çok hızlı bir şekilde temel ölçütlerini kaybetmişlerdir. Yerli kanaatlerin, adet ve inançların tahrip edilmesi; yerlerine yabancılara ait olanların ikame edilmesiyle topraklarında bir gecede; aşırı hayranlık duydukları Avrupa'yı, Amerika'yı yaratacaklarını hayal ederler. Bunlar dünyanın imkânlarını geliştirmek yerine, heva ve heveslerini geliştirirler. Böylece rüşvetin, ilkelliğin ve ahlaki kargaşanın yolunu açarlar.
Aliya’ya göre; Batı’nın gücü modada, din dışılıkta, gece kulüplerinde ve ahlaksızlıkta değil, insanların çalışkanlıklarında, ısrarlı gayret ve sorumluluklarında yani Sünnetullah’a uyugun hareket etmelerinde yatmaktadır. Bu yüzden modernistler için “Batının faydalı yönleri yerine, modernleşme sürecinin zararlı ve boğucu yönünü aldılar” der.
Milletlerin kalkınmaları ve zirveye tırmanışları, Türkiye örneğinde tecrübe edildiği üzere geçmişlerini yok ederek veya ihmal ederek olmaz. Başarı ancak Japonya'da olduğu gibi geçmişine saygı duyarak olabilir. Çünkü geçmişin inkârı ve yok edilmesi, tamir edilemez ruhi ve manevi boşluklar oluşturur.
Batı’nın seküler yönelimi, birçok alanda bilimsel ilerleme sağlamış olsa da insanlığı kurtaracak bir yönelim olamaz. Çünkü yalnızca bilim adamları sayesinde hayatı anlamak mümkün değildir.
Aliya, muhafazakâr ve modernist kavramlaştırmaları ışığında dil ve uygarlık ilişkisini de konu edinir. Buna göre medeniyetlerin temel sorunlarından biri bildiğimiz üzere kendi sürekliliğini korumaktır. Buna aracılık eden, yani onu muhafaza eden en önemli şey ise dil ve yazıdır. Harf devrimini yapanlar, Türkiye için yazı ile korunan tarihin bütün nimetleri yok etmiştir. Diğer birçok paralel dayatma ile beraber Türkiye'de yeni nesil, kendini manevi dayanaktan yoksun ve boşlukta bulmuştur. Bu şekilde Türkiye kendi hafızasını yani geçmişini kaybetmiştir. Aliya; “Peki bu durum kimin işine yaradı?” diye sorarak, tepeden inme modernleşmeci tavrı sorgular.
Bu soruyu aynı zamanda “Müslümanlar neden geriledi?” vb. sorular izler. Bir sonraki çalışmamızda inşallah, Allah’a emanet olunuz…
YAZIYA YORUM KAT