Ali Emre ile Mehmed Âkif romanı hakkında söyleşi
Süleyman Ceran, Ali Emre ile Mehmed Âkif romanı üzerine Muhit dergisinde bir röportaj yaptı.
RÖP: SÜLEYMAN CERAN / MUHİT DERGİSİ – 40. SAYI
-Sizde “Kıyamet Mevsimleri”nden “Güzel Bir Gün Gördümse” kitabına kadar kesintisiz 25 yıl ses veren bir şiir damarı hep vardı. Deneme de yazıyorsunuz baştan beri. Fakat son yıllarda romana yöneldiğinizi görüyoruz daha çok. Camiamızda pek sık rastlamadığımız bir tercih bu. Belki en son Cahit Zarifoğlu idi romana kapılarını açan. Roman yazma cesareti yahut kararı nasıl oluştu?
İlk kitabın yayın tarihi itibariyle 25 yıl. Fakat dergi ve gazetelerde şair olarak ismimin görünmesini esas aldığımızda, buna bir 10 yıl daha eklemek lazım. Şiiri ve denemeyi ayrı tutarsak, aslında hikâyeler yazmak istemişimdir hep. Şimdilerde, bu türe keşke daha önce yönelseymişim, dediğim roman ise biraz da mecburiyetten doğdu. Ağırlıklı olarak tarihî, biyografik romanlar bunlar elbette. Başka türlü, başka türde yazabilir miyim, bilmiyorum açıkçası. Biraz da kimse yazmadığı için yazdım bu kitapları. Hakkında müstakil bir eser yazılmadığını görerek çok uğraştığım, çok emek verdiğim, çok sevdiğim Nureddin Zengi ile ilgili bir biyografi kaleme almak istedim ilkin. Sonra, roman formunda anlatmanın daha etkili olacağını, özellikle de gençlere, ilgili ve meraklı öğrencilere daha güzel kapılar açacağını düşündüm. Selahaddin ve Baybars da bu çabanın bir süreği. Zorlu bir dönemde tarih sahnesine peş peşe çıkan; aynı coğrafyada, aynı düşmana karşı benzer bir mücadeleyi örgütleyen kişiler. Birbirinin cehdini sürdüren, gayretini tamamlayan önderler. Onları anlattığım, günümüze taşıdığım, epeyce hacimli kitaplarla hatırlanmalarına katkıda bulunduğum için çok seviniyorum elbette. Hatta, biraz da ahiret azığı olarak görüyorum bu kitapları. Mehmed Âkif hakkında da evvela edebî bir biyografi yazma fikri vardı aklımda. En azından çeyrek asır boyunca okuduğum, anlattığım, ara sıra makale ve denemeler yazarak yâd ettiğim bir büyük adamdı, Safahat şairi. Karakter, dinî anlayış ve edebî tavır bakımından yakınlık, akrabalık hissettiğim bir ıslah önderiydi. İlk romanların ortaya çıkmasını sağlayan kaygı, talep ve kanaat, onu da bir romana taşımamı gerekli kıldı. Bir de şu var tabiî: Kimsenin emeğini gölgede bırakmak istemem lakin görebildiğim kadarıyla, Âkif hakkında da bütünlüklü ve dişe dokunur bir roman yoktu. Kitabın, bu eksikliğin giderilmesine de bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Yazdığım her şeyin Allah rızasını gözettiğini de yeri gelmişken eklemeliyim. Sonuçta O’nun verdiği güçle, sağlıkla, yetenekle, dille yazıp O’nun katına sunuyoruz yine. Yanlışımız, eksiğimiz gediğimiz için bağışlanma dileğiyle.
-Âkif’le ilgili ciddi bir külliyat oluştuğunu biliyoruz. Bu durumda, sizi böyle bir roman yazmaya iten saik yeni şeyler söylemek mi yoksa üzerinizde hakkı olduğu düşüncesiyle vefa borcunuzu ödemek mi? Niçin yazdınız bu eseri?
Mehmed Âkif hakkında yazmayı bir borç, omuzlarıma çöken bir yükümlülük olarak gördüm yıllarca. Vefa ve kadirşinaslık gereği yazmam gerektiğini düşündüm hep, doğru. Bunun için daha önce birkaç kez niyetlendim fakat sürdüremedim. Sağlık problemlerim de sürekli nüksediyordu bu arada, yoğunluğum da fazlaydı. Hem eşimin ve çocuklarımın hem de yakın dostlarımın ve yayıncımızın yüreklendirmesi etkili oldu ilk elde. Diğer taraftan 2023, üstadımızın doğumunun 150. yılına tekabül ediyordu. Yazacaksam daha ne zaman yazacağım, dedim kendi kendime. Roman formunda da olsa kısa kısa fakat farklı, yeni şeyler söylediğimi de düşünüyorum aynı zamanda. Âkif’in insanî taraflarını, iç dünyasını, çaresizliğini yansıtmaya çalıştım elimden geldiğince. Bunlar, üzerinde yeterince durulmuş konular değil. Ayrıca, adı Âkif’le pek bir araya gelmeyen, getirilmeyen isimler de görecektir okuyucu. Romanın, şahıs kadrosu açısından da bir zenginlik taşıdığı kanaatindeyim. Kısa tutmak zorunda kalsam da “dosdoğru yolun ses sancağı” olarak nitelediğim üstadımızın hayatını ve mücadelesini ele almakla yetinmedim. Hem biyografiye ve kronolojiye dikkat kesildim hem de bu kıymetli ismin etrafındaki karanlığı, kirliliği, çarpıtmaları özlü bir şekilde göstermeye, tartışmaya çalıştım. Üstüne atılan hürmet şalının altındaki karanlık noktalara feneri yaklaştırdığımı, biyografinin dört bir tarafından yayılan çığlığı, sireni de bir parça duyurduğumu düşünüyorum. Vefa borcu, yeni ve farklı sayılabilecek dikkat ve değinilerle iç içe yani.
-Mehmed Âkif meraklısı bir okur, hâlihazırdaki pek çok biyografi ve romanda bulamadığı neyi bulacak bu eserde?
İnsanın, kendi yazdığı bir kitap hakkında konuşması, konuşmak zorunda kalması; hem biraz ayıp hem de zor açıkçası. Önce bunu söyleyeyim. Allah affetsin. Romana can veren, her şeyden önce, benim Âkif’im elbette. Benim hem gördüğüm hem de ne yalan söyleyeyim, görmek istediğim mütefekkir şair. Unutmadan belirteyim: Ben bütün romanlarımda biyografinin temel yükseltilerini, günümüze sufleler yollayan cehdi, hayat kimyamıza karışması gereken özü bulmaya ve göstermeye çalışırım. Tarih anlayışım daima aktüel ve işlektir. Buradan hareketle, dikkatli okuyucunun, Mehmed Âkif’in hayatı ve çabası hakkında derli toplu bir bakışa kavuşacağını ve esere serpiştirilen çıkarımları fark edeceğini umuyorum. Yakın tarihimizin; çileli, meşakkatli, feragat ve fedakârlık boyutu sürülmüş, süpürülmüş, sümenaltı edilmiş tarafının temsilcisidir Âkif. Tarihin ve yeni hayatın taşrasına gömülmüş terli alınların, yanı yöresi boşaltılmış mazlum ve mağdur çehrelerin, üzeri yanlış sözlerle örtülmüş bir kahramanlığın, kabuğuna çekilmesi emredilmiş ve inlemesi yasaklanmış bir yaranın öznesidir. Sadece, şiirini müstahkem bir mevki gibi gören Safahat şairini anlatmadım yani. İçinde güvercin ağlayan merhametli bir talebe ile karşılaşıyoruz önce romanda. Zor zamanlarda meydana atılan cesur ve fedakâr bir öndere dikkat kesiliyoruz. Memleketi kurtarmak ve bir nesil yetiştirmek için çırpınan vuruşkan bir muallimin yürüyüşüne eşlik ediyoruz. Eziyetlerden yakasını kurtaramayan gönüllü bir sürgünü, hayal kırıklıklarıyla boğuşan mahzun, mustarip ve muhacir bir babayı izliyoruz aynı zamanda. Âkif’in muhkem inancına, eşine az rastlanır Kur’an ve Sünnet bilgisine, şehirleri peş peşe ışıklandırıp ayaklandıran vaazlarına, savaş yıllarındaki kesintisiz gayretine, etrafındakilere şahsiyet kazandıran yüksek karakterine, yeni rejimin takibatı nedeniyle çektiği eziyetlere de yer verdim elbette. Kur’ân’la konuşan şairin az bilinen yönlerine ışık tuttuğu söylenebilir eserin. Romanda, kronolojiyi ve biyografinin arka planını döşeyen vaka akışını da boşlamadım. Balkan faciası ve 31 Mart Vakası’ndan İstanbul’un işgaline, Ali Şükrü Bey cinayeti ve İstiklâl mahkemelerinden “İrtica 906” dosyasına kadar birçok önemli gelişmeye temas ettiğimi görecektir okuyanlar. Diğer taraftan, hacmine oranla, esaslı bir şahıs kadrosu da var: Eşref Edîb, Babanzâde Ahmed Naim, Sultan Abdülhamid, Talat Paşa, Mithat Cemal, Abbas Halim Paşa, Cemaleddin Efganî, Tevfik Fikret, Mustafa Kemal Paşa, Topal Osman, Prenses Emine Hanım, Muhammed İkbal, Ömer Muhtar, Emin Ersoy, Abdülvehhab Azzam, Kuşçubaşı Eşref, Yozgatlı İhsan Efendi, Neyzen Tevfik, Celâleddin Ökten gibi önemli isimler de eserde az veya çok söz alıyor. Vaka skalası ve şahıs heyeti de ilgi çekici yani. Özlü bir ifadeyle, devir-şahıs-eser üçgenini örneklendiren bir romanın ortaya çıktığını düşünüyorum.
-Şiirsel romana evrilen bir yazı diliniz var. Yer yer muazzam akan bir söyleyiş, şiirli bir üslup hâkim eserinizde. Üçlemeniz daha uzun zamanda yazılmasına rağmen şiiriyeti yüksek böyle bir söyleyişe sahip değildi. Âkif özelinde bir durum mu bu?
Estağfirullah. Az da olsa daha önceki romanlarda da edebî râkımı yüksek, anlatımına daha bir özen gösterilmiş kısımlar vardı. Serbest okuma parçası gibi görülebilecek, seslendirilebilecek yerler. Bu kitap ise daha özlü ve kahramanı da en temelde şair olduğu için, anlatımının fazladan bir şiiriyet kazanması muhtemeldir. Bunu, dışarıdan bir göz ya da kulak, yazarından daha iyi fark edecektir şüphesiz. Bir de ben duygu ve heyecan yükselişine daima önem veririm. Fikriyatın da canlandırılmış, müteyakkız bir hissiyat dairesi üzerinde kök salacağına, dallanıp budaklanacağına inanırım. Müslümanlığın söz ve yazı gelişimi de kanaatimce böyledir, bu istikamettedir. Kur’an’dan, Hz. Peygamber’in merhaleci pratiğinden, sünnetinden öğrendiğim bir şeydir bu. Önce pörsüyen kalpleri diriltmek, bir heyecan dalgası oluşturmak, uyuşukluk ve bezginliği aşmak gerekir. Düşünce, muharrik fakat makul bir duygu irtifaının, içrek fakat yayılma istidadı gösteren cevval bir ateşin eşeleyip canlandırdığı manevi bir ocak üzerinde daha istekli, daha gür bir şekilde serpilir. Gözümün önünde canlandırarak, seslendirerek yazmak da zamanla edindiğim bir alışkanlıktır. Bütün bunlar dil ve anlatımı da şiire biraz daha yaklaştırmış olmalıdır.
-Romanda, ileride yazılması muhtemel karakterlere de işaretler var sanki. Söz gelimi, Cemaleddin Efganî’nin konuşturulduğu sayfalar ayrı bir ışıldıyor. Efganî’nin romanını yazacak mısınız?
Işıltı biraz da mezkûr biyografinin kendisinden kaynaklanıyor şüphesiz. İsmi etrafındaki inatçı, sırnaşık karanlığa rağmen yaşadığı zamanda çevresini hatta bütün müslüman coğrafyayı bir şekilde ışıtmış bir isim Efganî. Merhum Sezai Karakoç gibi ediplerimiz, Âkif üzerindeki etkisini gereğinden fazla sınırlandırsa da Âkif’in şahsiyetinin ve fikriyatının şekillenmesinde, yazı ve yayın faaliyetlerinin vüs’at ve istikamet kazanmasında, onun ve arkadaşlarının önemli bir yeri var. Şartların da zorlamasıyla bu tesir, zamanla geriye düşüyor, azalıyor elbette. Bir de Âkif hakkında yazanların önemli bir bölümü, hep kaçmış bu noktadan. Örtmüş, gizlemiş, çekinmiş, değinmemiş. Bu eksikliği de biraz gidermiş oldu roman. Bu temas ve ilgiyi anlattığım o birkaç sayfayı, Efganî’ye ciddi bir marjla yaklaşanlar, kızanlar bile beğendiler. Bu konuda daha önce yazılar kaleme alan, özetleyici ve göz açıcı konuşmalar yapan Hamza Türkmen ağabeyi de anmam gerekiyor şüphesiz. Onun çabalarından istifade ettiğimi belirtmeliyim. Son olarak, Efganî hakkında yazabileceğimi sanmıyorum. İleride, başka bir arkadaşımızdan okuruz inşallah.
- Romanın sonunda yer alan “Eski Tophane Müezzini Anlatıyor” adlı bölüm, 2019 yılında Temmuz Kitap etiketiyle yayımlanan Diz Çökmeyen adlı portre-hikâye kitabınızdaki “Bir Avuç Toprak”tan iktibas. Romanınızın hitamını, aslında 3 yıl önce yayımladınız diyebiliriz. Çok kıymetli bir eser olmasına karşın, Diz Çökmeyen’in, hak ettiği ilgiyi görmediği kanaatindeyim. Bu eserinizde Âkif’i bir portre olarak yazarken, kaleminin en güçlü olduğu zamanlar yerine neden en zayıf hatta çaresiz kaldığı dönemi seçtiniz?
Ah! Bu soru da benim soruya verdiğim cevap da romanın sürprizlerinden birini açığa çıkarıyor ne yazık ki. O yüzden kısa tutayım. Kurgu ve anlatım yönünden belki de benim şimdiye kadarki en iyi kitabım, Diz Çökmeyen. Beşinci baskısını yaptık birkaç ay önce. Önemli portreleri merkeze alan on hikâyeden oluşuyor. Hepsinin temelinde, yakın ya da uzak tarihimizde etkili olmuş müslüman bir şahıs ya da önderin hayatı var. Hikâyelerin tamamında mendil, gözlük, kılıç, temren, hokka yahut çevgen topu gibi bir eşya yer alıyor. Bu yönüyle her biri, sıra dışı bir nesne anlatısı olarak okunabilecek bir özelliğe de sahip. Bir de ele aldığı kahramanların ölümlerinden önceki son anlarına yoğunlaşıyor. Sorunuzun son kısmının cevabı da burada. Âkif’in vefatını, kısa bir süre içinde, bu kitaptakinden daha iyi ve etkili anlatamayacağımı düşündüğüm için, romanı daha önce yazdığım “Bir Avuç Toprak” metni tamamlamış oldu. Bu da ilginç bir yazım tecrübesi olarak geçecektir kayıtlara.
-Diz Çökmeyen kitabınızdaki 10 portreden ikisini, yani Selahaddin Eyyubi ve Mehmed Âkif’i romanlaştırdınız. Bu eser, sizin gelecek için vizyon rehberiniz olabilir mi? Önümüzdeki yıllarda Diz Çökmeyen’de yer verdiğiniz Fâtıma Fihrî, Ömer Muhtar yahut Şerife Bacı gibi karakterleri romana aktarılmış olarak görebilir miyiz?
Diz Çökmeyen’in kendi içinde böyle bir kaderi, böyle bir talihi oldu. İstasyon bir kitap hüviyeti kazandı. Şerife Bacı hakkında bir film senaryosu planlamış, ufaktan yazmaya da başlamıştım, öyle kaldı ne yazık ki. Ömer Muhtar’ı hatta yine adı geçen kitapta yer verdiğim Tarık Bin Ziyad’ı da düşünmedim değil. Fakat ilk elde yazmaya çalışacağım isim, tarihte ikinci Hatice olarak gördüğüm Fâtıma Fihrî. Bu kıymetli kadın önder hakkında Çeyizime Bir Kefen adlı son şiir kitabımda “En Güzel Uyku” başlıklı bir şiir de var. Seslendirdim bu şiiri, neşrettik. Önümüzdeki yıllarda Mağripli Güvercin adıyla bir de romanını yayımlarsak sürpriz olmaz. Hayırlısı bakalım.
-Şiirleriniz ile İslâmcılık serüveniniz benzer süreçlerden geçti/geçiyor. Son şiir kitaplarınızda belirgin bir Âkif derdi ve üslubu var. Kıyamet Mevsimleri’nin lirik şiirinden coşkun epik şiire geçiş süreciniz hakkında neler söylemek istersiniz?
Peşimi bırakmayan bir soru bu. Aslında benim şiirimde, baştan beri sosyal ve siyasî olana bir ilgi vardır. Bir kavga vardır. Destansı bir taraf vardır. Coşkulu, yüksek sesli, aynı zamanda tarihe meraklı bir dikkat vardır. Edebiyata da hayat gibi olabildiğince bütüncül bakıyorum öncelikle. Bütünlüklü, tevhid merkezli, güncel ve işlek bir dikkatle yaklaşıyorum. Belki bu toplamda, içinden geçtiğimiz zamana göre biçimlenen bir dilden, düzlemden yahut dozaj farkından söz edilebilir. Gençliğimde, epiğin sevdiği konuları daha çok düz yazılarımda ifade ediyordum biraz da. O yıllardaki şiirlerimde lirik taraf, öznellik, duygu açıklamaları bu yüzden daha görünürdür. Önceki kuşaktan, 80 şiirinden gelen etkiler de vardır bu toplamda. Doğru. Süreç içerisinde edindiğimiz birikim ve donanım kadar yaşadığımız ve tanıklık ettiğimiz dünya da ister istemez etkiliyor, baskılıyor bizi. Yaşadığımız coğrafyada olup biteni daha yakıcı yönleriyle görüyoruz. Tarihin ve kimliğimizin de bizi daha sıcak, daha canlı bir şekilde söz almaya çağırdığını düşünüyoruz. Sosyal ve siyasî vurgular benim şiirimde de bu eksende biraz daha artıp yoğunlaşmış, fark edilir hâle gelmiştir. Sesin şiddeti ve rakımı, bu eksende güç kazanmıştır. Aynı zamanda ben müslümanlık dairesi içerisinde yaşayışımı şekillendirmeye çalışıyorum ve edebiyat da dâhil bütün yapıp etmelerimden bir hesap vereceğime inanıyorum. Çocuk ölülerinin kıyılarımıza vurduğu, insanlığın belki eskisine göre daha büyük ve kitlesel acılar yaşadığı bir zaman diliminde, tarihi yürüten tekerin inanılmaz bir hızla dönmeye başladığı bir süreçte, yazıp çizdiklerimin bunlardan uzak kalması mümkün de değil, doğru da değil. Birçok konudan söz etmekle birlikte, ev yanarken saçımızı taramaya koşmadık çok şükür. Bütün bir insanlık denizine ve birikimine açık olmakla birlikte, gözümüzün önünde bir kabristana dönüşen dünyaya kulaklarımızı ve gözlerimizi kapatmadık. Bu cehdin, insanî hizayı gözeten böyle bir edebî yaklaşımın ilk menarlarından, öncülerinden biri de merhum üstadımızdı şüphesiz.
-Yüksek hitap kabiliyetiniz, Kur’ân’la temasını yitirmeyen yazı diliniz, tarihi mirası boşlamayan şiiriniz, İslâmcı çizginizle Mehmed Âkif ile özdeşleşebilecek pek çok yönünüz var. Sizi tanıyanlar kanaatime katılacaktır, yaşayan bir Âkif gibisiniz. Kendinizi onunla karşılaştırırken neleri benzetiyor, nerelerde farklılaşıyorsunuz?
Meseleyi bu açıdan inceleyip tartışmak, edebiyat tarihçilerinin işi. Haddimizi de bilelim. Romanın, Mustafa Kemal’i konuşturduğum bölümünde epeyce ipucu verdiğimi düşünüyorum bu konuda. Hem inancını, kendi değerler dizgesini hem de insanı, toplumu, dünyayı iyi bilen bir insan Mehmed Âkif. Şiiri, yaşayan sünnet gibidir bir yönüyle. Nasrullah vaazında harikulade ve çok kapsamlı bir yeryüzü bilgisi sunar cemaate mesela. Güncel meselelere, onları biçimlendiren felsefeye, gelecek tasarımına, siyasî odaklara vukufiyeti etkileyicidir. Bu, Kur’ân’ın da istediği bir şeydir hakikatte. Diğer taraftan Arapçanın yanında Farsça ve Fransızca da biliyor, birçok eseri yazıldığı dilde okuyabiliyor Safahat şairi. Bu, bugün en azından benim eksik kaldığım bir alan. Şiiri de neredeyse hayatına, karakterine, inancına bitişik. Birçok yazar onun için karakter heykeli demiş, biliyorsunuz. Eksiğini gediğini, tembelliğini, cehaletini, hurafesini sık sık eleştirmesine rağmen halkın, ümmetin içinde duruyor daima, bu da çok dikkat çekici. Halk içinde, halkla beraber yürüyen bir edip. Yeri geldiğinde komplekssiz, “İslâm şairi” yazdırıyor kayıt defterine. Epeyce seyahat etmesi, hem mesleği hem görevleri hem de hicreti vesilesiyle dünyanın neredeyse üçte birini görüyor. Bu da zorluklarının yanında büyük bir imkân, bir sanatçı, bir müellif, bir şair için. Bir yazısında; hayat, hakikat ve müşahede üçgeninden söz ediyor zaten, onun sanat telakkisinin üçlü sacayağı olmuş bunlar. Cemiyetin kalbinde yürüdüğü için dili de canlı, renkli. O günün şiirini zapturapt altına alan konvansiyonel bariyerleri, kalıpları aşmaya çalışıyor aynı zamanda. Tazyiki yüksek dert ve mesaj kaygısı, zaman zaman estetiği geriye düşürüyor şüphesiz. Ben de yazdıklarımın çok azını beğenirim mesela; Âkif de neşrettiği her şiirin daha iyisini yazabileceği kanaatinde. Evi saran büyük yangını anlatmakla yetinmiyor bir de. Yangını söndürmek için de çırpınıyor, nasıl söndürülebileceği üzerinde de kafa yoruyor. Fen okuması, bugün bilim ve teknik başlığı altında topladığımız alanlara yatkın olması, bu branşlarda tahsil görmesi de kıymetli bir avantaj. Hitabı da güçlü, ihtizazlı bir Türkçesi var. Onlarca beldeyi dolaşarak İstiklâl Harbi’ni sahada örgütlüyor. Bu direnişte, bence, en fazla katkısı olan insan. O moral bozukluğu, bezginlik ve kafa karışıklığı içinde hem cepheleri askerle hem de topladığı maddî yardımlar sayesinde cepleri parayla dolduruyor. Bu tür kayıtlar var o döneme ait. Geniş anlamıyla düşünülmesi gereken fikrî ve fiilî bir tevhid çatısı var yani Âkif’te. Gücü de kısmen zaafı da burada. Fakat gördüğüm kadarıyla nesri, şiiri kadar kuvvetli değil. Can havliyle yazmak zorunda kalmasaydı daha nitelikli, daha derinlikli şiirler hatta yazılar kaleme alabilirdi diye düşünüyorum bugünden bakınca. Kayıtları esas aldığımızda, Meclis’te sadece birkaç cümle etmesi şaşırtıcı elbette. Diğer taraftan edebiyatçılar karşısındaki süreğen tevazuu da üzücü, iç burkucu hatta. 1924’te, Âsım’ın neşri dolayısıyla Mithat Cemal’in tertip ettiği yemekli toplantıdaki sessizliği, şaşırtmanın ötesinde, bugün benim kanıma dokunuyor doğrusu. Yangınlardan çıkıp gelen, binlerce insanla konuşan, vaazlarıyla ülkeyi ışığa ve umuda boğan, boylu boyunca çöken evi bir avuç arkadaşıyla ayağa kaldıran, Anadolu kıyamının manevi önderi olarak selamlanıp hürmet gören; yazdığı marşta “Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım!” diye haykıran adam, her biri ayrı telden çalan şairlerin karşısında, azarlanmış küçük bir çocuk gibi, mahzun ve mahcup duruyor hâlâ! Rejimin eziyetleri karşısında, arkadaşlarıyla yeterli ve teşkilatlı bir direniş göstermemesi de böyledir. İslâmcıların neredeyse tamamı dirençlerini, teşkilatçı özelliklerini İttihat ve Terakki yılları ile Millî Mücadele döneminde harcayıp tüketiyorlar sanki. Ciddi bir sansür, takibat, eziyet hatta idamlar var; evet, hiçbir şey kolay değil. Haksızlık etmeyelim lakin çoğunun kabuğuna çekilmesi yahut cılız tepkiler vermesi de bugün onların torunları olarak bizim gücümüze gidiyor doğrusu. Âkif’in bu sebeplerle Mısır’daki evini erkenden bir çöl kabristanına dönüştürmesi, kendini tüketen bir yorgunluk ve bezginlik içine düşmesi de beni çok üzmüştür. Romanın Mısır günleri safahatında bunlara kısmen değinmeye çalıştım. Yaşadığı hayal kırıklıkları kolunu kanadını kırıveriyor. Âsım’ın neslinin küçük bir nüvesini hicrette, sürgünde yeşertmek için de ara sıra yekinseydi keşke, dedim içimden hep. Fakat o zorlu şartlarda keder ve kahır dağlarını aşmanın çok zor olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz daha çok. Son olarak şunu söyleyeyim: Siyasi ve toplumsal meselelerde, edebiyatçılar, sanatçılar hatta mütefekkirler çok büyük bir heyecan dalgası meydana getirebilir, işin başındaki adamlardan daha büyük bir tesire sahip olabilir. Fakat onları en öne, en başa da koymamak lazımdır.
-Romanınızda Mehmed Âkif ile Abdülhamid Han arasındaki ilişkiyi kısa geçmişsiniz gibi bir izlenime kapıldık. Sebebi nedir? Bu konu toplumumuzda yeterince anlaşılabildi mi sizce?
Doğrudan bir ilişki yok çünkü. Bizzat bir temas söz konusu değil zaten. Münasebet kendiliğinden kısa, az. Mithat Cemal, onun Sultan’ı yakından bir kere gördüğünü söylüyor hatırladığım kadarıyla. Sultan’ı sevmediğini; bir sima, fizikî bir varlık olarak da görür görmez oradan uzaklaştığını abartılı ifadelerle anlatıyor. Mizacı itibariyle de zor seven, zor beğenen bir adam Mehmed Âkif. Akranlarının, muasırlarının da neredeyse tamamı bu konuda muhalif. Teyit etmek zor lakin ta babasından gelen bir tavır olduğunu da düşünüyorum ben. Bazı yakınları, akrabaları, komşuları, hocaları da bu dönemde çeşitli bahanelerle eziyet gördükleri için hem Sultan’a hem de onun etrafını kuşatan tembel, işe yaramaz, jurnalci, çıkarcı, cahil adamlara kızıyor. Gezilerinde gördüklerinin, seyahatlerinde edindiği izlenimlerin, devlet dairesinde işitip yaşadıklarının da etkisiyle mesafeli durmanın ötesine geçiyor. Fakat daha esaslı bir gerekçesi var bu konuda Âkif’in. Zamanla, ülkenin içinden geçtiği şartların da etkisiyle bu tavrı tavsamış, geriye düşmüş görünse de saltanat karşıtı bir müslüman o. Karşı çıkışında İslâmî, Kur’ânî bir temel var yani. Yeri geldiğinde tarihin iyi taraflarını ve temsilcilerini sahiplense de bütün saltanatlara, padişahlık benzeri bütün mevkilere, idarelere tavırlı. Efganî’nin, onun arkadaşlarının ve talebelerinin yaklaşımı da esasta böyle. İstişareyi ve şûrâ temelli iş görmeyi savunuyorlar. Fakat ânın vaciplerinden de kaçınmıyorlar, inkılâbı yahut merhaleci bir ıslahı başaramadıklarında, nispeten iyi görüneni kovalıyorlar. Hataları, kusurları, günahları az değil elbette. Osmanlının son döneminde hiçbir düşünce akımının güçlü, vizyoner, dört başı mamur bir müktesebatı, kadrosu, eğitim ve ıslah programı yok zaten. Bugün daha iyiyiz bu konularda. Cemiyet’e üye olmasına rağmen İttihat ve Terakki eleştirisi daha fazla, daha yakıcıdır aslında Âkif’in. Nerede ve hangi zamanda olursa olsun doğru bildiğini yapmanın peşinde o. İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın derdinde. Hepsinde emeği olmasına rağmen iki dönemden, hatta Cumhuriyet’i de eklersek üç dönemden de hoşnut değil fakat köşesine çekilip olan biteni seyretmeyi de tercih etmiyor asla. Ezilenlerin, itilip kakılanların, gariplerin maslahatını gözetiyor. İşten, çalışmaktan, direnişi örgütlemekten kaçınmıyor. Eli daima taşın altında. Kendine özgü bir çizgisi, doğru skalası, adalet ve hakkaniyet anlayışı var. Şiirlerinde “muhavere” formundaki aktarımlar, onun Sultan Abdülhamid hakkında tamamen kendi görüşleriymiş gibi isminin üzerine yapıştırılmış âdeta. Fakat daha sonra, uluorta konuşanları susturmuş, yalan ve iftira ile höykürenlere kızmış olsa da özür dilemiş, geri adım atmış da değil. Gündelik politikaya kafasını banıp kalmasa da daha üst bir siyasi bakışa sahip Safahat şairi. Açıkça söylemese, tevazuu ve mahcubiyetini daima korusa da kendisinin bütün yönetimlerden ve yöneticilerden daha değerli, daha kıymetli olduğunun da bilincinde. Tasvir ve teklifleri şiir içinde filizlenmiş olmakla birlikte “Âsım’ın nesli” de yeni bir “Kur’an nesli” rüyasıdır aslında. Sadece Osmanlıyı değil, hilâlin yükseldiği bütün müslüman coğrafyayı koruma, kurtarma, arındırma, yükseltme cehdinin adıdır. Hem bir reçete hem de esaslı ve kapsamlı bir müslümanlık baharına can verecek “yedi bin güzel adam” sevdasıdır.
-Mustafa Kemal Paşa da ilk defa bir romanda konuşturulmuş oldu. Bir ilki gerçekleştirdiniz. Hep üstü kapanan, görmezden gelinen bir mevzuydu Mustafa Kemal ile Mehmed Âkif ilişkisi de. Ne tür geri dönüşler oldu bu konuda?
İlk olduğunu sanmıyorum. Âkif konusunda fazla örneğinin olmadığı söylenebilir ilk elde. Her bölümün sonunda bir kişiyi konuşturdum romanda, dördüncü bölümde de Mustafa Kemal Paşa söz alıyor. Bu konuşmada siyasî hatta edebî bir taraf da var lakin asıl öne çıkan şahsî bir yorum. Psikolojik bir gerilim. İnsanî bir itiraf. Okumayan kardeşleri düşünerek ayrıntıya girmeyeyim. Geri dönüşün en fazla yoğunlaştığı bölümlerdendi burası. Çok beğendiğini söyleyen, çok iyi, dikkatli ve dengeli yazıldığını dile getiren dostlarımız vardı. Meseleyi siyasî eksene yüklediği, edebiyattan çok tarihî ve politik bir bagajla okumaya daldığı için fazla yüklenmediğimi, bazı noktaları makulleştirdiğimi, Âkif’e yönelik eziyeti detaylandırmadığımı söyleyenler de çıktı. İki tarafın söylediklerinden de öğrendiklerim oldu elbette.
- Mehmed Âkif’in, Neyzen Tevfik ile tanışmasını ve Eşref Edîb’in İstiklâl mahkemelerinde yargılanmasını anlatan bölümlerin de etkili, etkileyici olduğu kanaatindeyim. Ne dersiniz?
Sözü hiç uzatmadan; iki bölümü de yazarken zaman zaman gözyaşlarımı tutamadığımı itiraf etmeliyim.
------------
Muhit 40, Nisan 2023.
HABERE YORUM KAT