Ali Bulaç, Yine “Büyük Resim” mi Çiziyor?!
Ali Bulaç, okuyucusuna yine hükümet üzerinden bir "büyük resim" mi çizmeye çalışıyor?
HAKSÖZ-HABER
Ali Bulaç, bugünkü yazısında "Yeni Osmanlıcılık-İttihatçılık" ilişkisini yazmış. Bir önceki yazısında da yine dış politikaya ilişkin yazmıştı. Dış poliitka analizlerine sarılınınca insan ister istemez "Demek ki içeride işler karışık" demekten kendini alamıyor.
Bulaç, bu yazısıyla aslında hükümetin yeni bir İttihatçılığın peşinden sürüklendiğini kavratmaya çalışıyor. Okuyucusuna yine hükümet üzerinden bir "büyük resim" çizmeye çalışıyor. Ve hükümetin nasıl da yanlışlara savrulduğunu "küçük resim" biraz karışık göründüğünden olsa gerek, "büyük resim" üzerinden anlatmaya çalışıyor. Daha önce kendisine "Cemaatin büyük resmi ne zaman çizilecek?" diye sormuştuk. "Yeni Osmanlıclılık/İttihatçılık" benzetmesi üzerinden yine soralım o halde:
Muhafazakâr kesimin "Cennet Mekan" olarak nitelediği Abdülhamid'i şüphelere iten, kendisine müstebid denmesini beraberinde getiren politikalara girişmesine sebebiyet veren "paralel devlet" hakkında da bir kaç kelam etmek gerekmez mi? Hani verilmeyen Filistin'in de bahanelerin içine katılıp en sonunda "Hal"ine kadar varan süreci kimlerin nasıl işlettiğini de bir parça sorgulasak, tarihin tekerrüründen evvel gereken dersleri çıkarmış olmaz mıyız?
Yeni Osmanlıcılık-Yeni İttihatçılık
Ali Bulaç / Zaman
Yaşadığımız krizi fırsat bilip kendimizi ciddi bir nefs muhasebesinden geçirmeliyiz. Osmanlı zamanı boyunca İstanbul merkezli bir imparatorluk söz konusuydu.
Üç kıta üzerine yayılan muktedir Osmanlı devleti bugün Balkanlar’dan Yemen’e, Kırım’dan Orta Afrika’ya kadar yayılan bir alanda hüküm sürüyordu. Siyasi iktidar hanedana aitti, ancak hanedan merkezli Osmanlı hakimiyetini Cumhuriyet döneminde “Türklerin hakimiyeti” olarak tercüme ettik; yakın veya uzak gelecekte tekrar Türklerin kaybettikleri topraklar üzerinde eski hakimiyetlerini elde edeceklerini düşledik.
Yeni dönemde atladığımız nokta, “klasik Osmanlı” ile “modern Cumhuriyet” arasındaki “ara dönem”in hem siyasi kültürde hem Müslümanların birbirlerini algılama biçimlerinde radikal kopuşlara yol açmış olmasıydı. Klasik devletlerde kavimler kendilerini bir hanedana -Emevi, Abbasi, Selçuklu, Safevi veya Osmanlı- nispet ederken çok zorlanmıyorlardı. Modern ulus devletle mensubiyet bir ırka veya bir kavme refere edildiğinden her kavim veya topluluk doğal olarak egemenliği kendine refere etmeye başladı. Osmanlı tarihi boyunca Kürtlerin Osmanlı hanedanı ile bir şekilde geçinmiş olmalarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’yle sürekli didişmelerinin sebebi aidiyetin etnisiteye refere edilmesidir. Soru yalın: Türklerin bir devleti varsa Kürtlerin neden devletleri olmasın!
Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti arası dönemin kırılma noktası İttihat-Terakki’dir. Araplar hiçbir şekilde bu dönemi hatırlamak istemezler. Öyle ki haksız olarak İttihatçılar üzerinden Osmanlı’yı okumaya kalkıştıklarında 400 sene süren bir sömürgeci dönem yaşadıklarını zannederler. Osmanlı’nın İttihatçılıkla özdeşleşmesi Osmanlı’ya büyük haksızlık olduğu gibi Müslüman zihne ve ümmet algısına da büyük zarardır. Akla ziyan örneği bizim çöken dış politikamızdır.
Sorun derinlerde: “İttihatçı-Cumhuriyetçi kültür”den bakıldığında genel politik bakışımızın ağır hasta olduğu görülür. Bu, Türkiye’nin 2011’de içine girdiği yanlış güzergâhta umutsuzca çırpınmasının da açıklamasıdır. Hangi siyasi veya dini gruba mensup olursa olsun, İttihatçı-Cumhuriyetçi perspektifinden kurtulamayan bizlerin zihin evreninde İran, Araplar ve Kürtler Müslüman kardeşlerimiz olmakla beraber bizlerin eşiti değildirler. İran’ı tarihte Osmanlı’ya boyun eğmeyip savaştığı için hiçbir zaman affedemiyoruz. Hâlâ bölgeyi Osmanlı-Safevi çatışması üzerinden okuyanlar var. Kürtler Yavuz’dan beri Anadolu ile Araplar arasında tampon bölgede yaşayan iddiasız insanlarıdır. Safevilere karşı bize yardımcı-destekçi olmuşlardır, ama sonuçta itaat eden teb’adırlar. Araplara gelince, onların 400 sene hükümranlığımız altında yaşadıkları açık. Bu bizi bittabi ve neredeyse ilahi bir hakkımızmış gibi “Türklerin liderliğinde bir bölge” tasavvuruna götürüyor. Üçüncü Köprü’ye bu gururla tahrik edici isim koyduk. Benî İsrail’den mülhem “Tanrı’nın seçtiği kurtulmuş millet” bilinçaltımızı oluşturur.
Ümmet fikrini öne çıkardığınızda hiçbir dini grup buna itiraz etmez, sadece şunu sorar: “Türkiye’nin, liderliğinde ümmet değil mi?” Ümmetin kendisi liderken, neden şu veya bu kavmin (Türklerin, Arapların, Farsların vs.) liderliğinde ümmet olsun? Bu, ümmetin tanımına aykırı. Argüman şu: Türkler güçlü bir devlet geleneğine sahiptir. Acaba öyle mi? İran ve Mısır da en az bizim kadar köklü bir devlet ve medeniyet geleneğine sahiptirler. Yeni dönemde bütün devletler birbirlerinin kopyasıdır. Orijinal nüsha Batı’da üretilen modern ulus devlettir, bizimkisi dahi Batı-dışı bütün devletler bu nüshanın kopyasıdırlar. Dahası Hz. Peygamber (sas) “Başınızda kuru başlı bir siyahi dahi olsa, Allah’ın ve Rasulü’nün hükümlerine göre hükmettiği müddetçe ona itaat edin.” buyurmuştur. Yani kendisine itaat edilecek kimsenin itaat kriteri köklü “devlet geleneği” değil “Allah’a ve Rasulü’nün hükümlerine göre hükmetmesi”dir.
21. yüzyılın ilk yıllarında “Yeni Osmanlıcılık” adı altında herkesi ürküten bir proje ürettik, “1911 öncesi sınırların tamamını geri alacağımızı” dünyaya ilan ettik. Bu aslında Yeni Osmanlıcılık değil, Salih Tuna’nın tam yerinde deyimiyle “Yeni İttihatçılık”tı.
HABERE YORUM KAT