Alevi ‘Efendi’leri
Alevi kimliği genellikle meta-ideolojilerin bir nesnesi olarak kaldı ve bu kimliğe mensup olanlar bir aktör olarak kendi seslerini duyuramadı.
Filiz Gündüz / Marmara Ünv. Araş. Gör.
STAR
Türkiye’nin en geniş toplumsal kesimlerinden biri olan Aleviler birçok tartışmanın konusu olageldi. Ne var ki bu tartışmalarda Alevi kimliği genellikle meta-ideolojilerin bir nesnesi olarak kaldı ve bu kimliğe mensup olanlar bir aktör olarak kendi seslerini duyuramadı. Seküler hayat tarzını çoğunluk üzerinde hakim kılmak isteyenler, Alevi kimliğini fantezilerinin nesnesi olarak kullanmayı tercih ettiler. Fakat bu döngü, AK Parti’nin özellikle 2009 yılında gerçekleştirdiği Alevi Çalıştayları ile kırıldı ki bu çalıştaylar hem muhatap alınanlar hem de tartışma konuları itibariyle oldukça kıymetliydi (bu konuda kelam etmek isteyenlerin cilt cilt basılan çalıştay raporlarını okumalarını öneririm).
Alevi kimliği cumhuriyet tarihinde ilk kez toplumun büyük çoğunluğunun desteğini alan bir siyasi irade tarafından siyasetin öznesi olarak kabul edilerek muhatap alındı. Dersim Katliamı özrü, lise müfredatındaki zorunlu din derslerine Alevilik ile bilgilerin eklenmesi, Nevşehir Üniversitesi’nin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesi, Tunceli Üniversitesi’nde Alevilik kürsüsünün kurulması, Tunceli Üniversitesi’nin isminin Munzur olarak değiştirilmesi teklifi, Hitit Üniversitesi’nde Hacı Bektaş Veli Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin kurulması, İnönü Üniversitesi bünyesinde Avrasya Alevilik Bektaşilik Araştırma ve Merkezi’nin açılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki ilk konuklarının “Muharrem Aşı” davetiyle Alevi temsilcilerin olması ve daha birçoğu da yakın zamana hayata geçirilen çok kıymetli adımlardı (Daha fazla bilgi için bkz: http://demokrasigunlugu.com/aleviler/). Ne var ki tüm bu normalleşme adımlarına rağmen seküler hegemonya bir kriz anında Alevi kimliğinin en ön safta “savaşması”nı arzu etmeye devam etti.
Toptancı yaklaşım
Söze “Aleviler” diye başlayınca sanki ortada homojen bir grup varmış da onlar adına beyanda bulunuyormuş gibi hareket etmek hiç şüphesiz sorunlu. Ancak bu toptancı yaklaşım Kürt meselesinde olduğu gibi tabana değmeden siyasi tercihlere hapsedilerek yapılan tartışmalarda son derece kullanışlı da. Hikaye bilhassa Batılı “bakış” tarafından (ki burada “bakış” sahibinin literal manada Batılı olmasına gerek yok, beynelmilel bir “efendi bakış”tan bahsediyorum) şöyle kurgulanıyor ve performe ediliyor: Sahada bir yanda gözlerini kan bürümüş, yobaz, gerici, her daim saldırmaya hazır, düşünceye düşman, cahil Sünniler, diğer yanda ise içkisini de içen, Atatürkçü, aydınlara sahip çıkan, ilerici, korunmaya muhtaç, mağdur ve seküler Aleviler. Bu hikayenin neredeyse tamamı yanlış tabii ki. Hem iki toplumsal kesimi homojen birer varlık olarak telakki etmek hem de her iki kesimde de görülebilecek karakteristikleri ve tecrübeleri yalnızca bir tarafa mal etmek, bırakın hak mücadelesini ve toplumsal barışı tesisi, düşmanlığın ve anominin üretimine katkıda bulunacak mahiyette ve gerçekliği çarpıtmakta. Bunun yapılma nedeni ise az önce zikrettiğim gibi “efendi”nin kurgusuna sorunsuz bir biçimde hizmet etmesinde saklı. Fakat hikayenin bunlar haricinde bir problematiği daha var: Alevi hakları savunucusu olarak görülen yazar-çizer ve siyasetçilerin tabana dayanan organik bir politik tutum içinde olmayıp “efendi” ideoloji tarafında kalmaları, Alevilere sürekli korunup kollanması gereken kar tanesi muamelesi yaparak onları -aslında- kuliste bırakmaları ve başrolü kapmaları.
Kurucu öteki
Sünniler -ki yine homojen bir gruptan bahsedemeyiz- kimlik olarak “efendi” tarafından maraz çıkaran taraf olarak kodlandı ve Alevileri “kurucu öteki” olarak görmekle yaftalandı. Acıdır ki aynı “efendi” Sünnileri pseudo-efendi olarak sundu ve dolaylı olarak Alevilerin “öteki”si haline getirdi. Bitmeyecek bir sosyal çatışmaya sebep olacak bu döngü tipik bir efendi hilesiydi. Tarafların kendi arzularını, iç dünyalarını anlatamadan, öfkelerini ya da mutluluklarını özgürce dışa vuramadan, makbul bir çerçeveye sığabilmek için hem kendilerini hem birbirlerini heder ettikleri bir senaryo oynandı yıllarca. Halbuki bazen tartışarak bazen kavga ederek ama mutlaka tanışarak, müzakere ederek ve konuşarak meselelerin masaya yatırılması gerekiyordu. Bunu egemen irade bir yandan Sünnilerin haklarını ipotek edip diğer yandan onları efendiy’miş gibi’ taltif eder ve baskılanan arzunun öfke olarak diğer kesime kanalize olmasını sağlarken, kültürel sermaye aracılığıyla Alevi olmanın ne kadar harika ama bu coğrafyada bir o kadar da zorlu olduğu PR’ını yaptı. Şimdiye kadar.
Sonsuza dek mağdur
Her ne kadar değersizleştirilmeye çalışılsa da insanın kendisi ve diğerleriyle ilişkisi için bir ihtiyaç olan siyaset, son 13 yıldır nihayet amacına uygun bir biçimde uygulanıyor. Siyaset oldukça da, zıddına sebep olan kaos zamanla çözüme kavuşacaktır. İster Alevi ister başka meseleler olsun, tüm çatışma unsurları, çözmek isteyenlerle çözülebilecek mahiyettedir. Ancak sürekli mağdur olduğunu teslim ederek matah bir iş yaptığını ilan eden -ve dahi bunun üzerinden kariyer edinen- efendi, bilerek ya da bilmeyerek -ki çoğu zaman bilerek- sözde koruduğu tarafın aslında korunması gerektiğini vaz ederek onun hamisiz olamayacağını, bir açıdan siyasetin diğer özneleriyle birebir derdini gidermeye haiz olmadığını, yani bir “erişkin” seviyesine gelemediğini de söyler. Bu ise nesnenin efendi tarafından “sonsuza dek mağdur” olmaya mahkum edilmesinden ve zincire vurulmasından başka bir şey değildir. Artık büyümenin vakti gelmiştir.
HABERE YORUM KAT