Alaattin Karaca ile Necip Fazıl-Adnan Menderes İlişkisi Üzerine...
Yakın/uzak tarihin çoğu henüz karanlıkta kalmış perdelerini aralayan Alaattin Karaca ile kitabını konuştuk.
Necip Fazıl'ın Adnan Menderes'e yazdığı mektuplar, Doç. Dr. Alaattin Karaca tarafından Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde bulunarak yayımlandı: Necip Fazıl-Adnan Menderes İlişkisi: Mektuplarla ve Belgelerle (Lotus Yayınları, Ankara 2009). Bu yapıtta ilk kez yayımlanan belge ve mektuplarda, şairin Büyük Doğu'yu çıkarmak için verdiği mücadeleyi, karşılaştığı engelleri, dergi/gazete hakkında tutulan raporları, yasaklama, kapatma kararlarını, hapis günlerini, aldığı yardımları, yerinde duramayan hiperaktif kişiliğini, dünyaya üstten bakan benini bulmak mümkün. Böylece şair Necip Fazıl ın, bir başka yönünü daha yakından tanıyor, siyasal mücadelesine tanık oluyoruz. Onun CHP ye bakışını; CHP'nin ona bakışını, davasını, Adnan Menderes e ve Demokrat Parti'ye ilişkin değerlendirmelerini, dönemin kimi bürokratlarına ilişkin düşüncelerini. Yakın/uzak tarihin çoğu henüz karanlıkta kalmış perdelerini aralayan Alaattin Karaca ile kitabını konuştuk.
- Öncelikle böyle bir çalışma nasıl oluştu, sorusuyla başlayalım?
- İlginiz için teşekkür ederim. Hemen başta belirteyim; Necip Fazıl-Adnan Menderes İlişkisi adlı çalışma, önceden plânlanmış bir çalışma değildi. Yani ben, başta, bu belgelerin varlığından dahi haberdar değildim. Başbakanlık Devlet Arşivleri'nde tarama yaparken, bazı belgeleri bulabilmek umuduyla, Necip Fazıl ismini de tarama listesine aldım ve yaptığım tarama sonucunda, kitapta yayımladığım belgelere ulaştım. Bence, bu belgeler, hem Necip Fazıl'ın siyasî ilişkileri ve siyasi mücadelesi açısından, hem karanlıkta kalmış bir dönemi (Menderes dönemini) aydınlatmak bakımından çok önemliydi. O nedenle bunları kitaplaştırmayı düşündüm ve sonunda bu kitap ortaya çıktı. Aslında Arşiv'de yalnızca Necip Fazıl'a ilişkin belgeleri bulmadım, kimi yazar, şair, gazeteci ve bilim adamlarına ilişkin belgelere de rastladım. Örneğin Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın 27 Mayıs Darbesi'nden sonra Milli Birlik Komitesi Başkanı olan Cemal Gürsel'e yazdığı 2 mektup, Yusuf Ziya Ortaç'ın Başbakan Adnan Menderes'e yazdığı mektup, Orhan Kemal hakkında yine Adnan Menderes'e yazılan bir mektup, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi'nden bir grup öğretim üyesinin yine Adnan Menderes'e yazdığı mektup, kimi dergiler hakkında (Büyük Doğu, Serdengeçti vb.) tutulan raporlar, kimi kitaplara, kimi süreli yayınlara ilişkin kapatılma, toplatılma kararları; hatta birkaç jurnal bu belgeler arasındaydı. Bunların bir bölümünü yayımladım çeşitli dergilerde. Ama Necip Fazıl'a ilişkin belgeler, bir kitap hacmi oluşturacak kadar çoktu. Onun için kitap hâlinde yayımlamaya karar verdim. Mektupların hepsi, Malatya Müdafaası dahil, Üstad'ın el yazısıyla yazılmış ve Osmanlıcaydı. İlk olarak bu metinleri yeni harflere aktardım. Sonra, bu belgeleri, yalnızca metin olarak vermeyi uygun görmedim. Okurun mektupları kavrayabilmesi için belgelerde söz konusu edilen olayların anlatılması gerekiyordu kanımca. Onun için, Üstad'ın özellikle Bâbıâli ve Benim Gözümde Menderes adlı kitaplarından, Sezai Karakoç'un Diriliş'te yayımladığı hatıralarından yararlanarak, mektuplarda söz konusu edilen olaylar hakkında bilgiler ekledim. Menderes dönemine ilişkin başka hatıralara da baktım; ama ağırlıklı olarak Üstad'ın ve Karakoç'un hatıralarından yararlandım. Çalışmanın öyküsü kısaca böyle. Takdir-i İlahî, önüme bu belgeleri getirip koydu, özellikle aradığım, araştırdığım, daha önce varlığından haberdar olduğum, peşinde koştuğum belgeler değildi açıkçası.
- Necip Fazıl'ın menkıbevi bir yaşamı var. Şunu merak ediyorum: Necip Fazıl Kısakürek portresine ilişkin bu mektupları gördükten sonra herhangi bir şaşkınlık yaşadınız mı?
- Kitabın "Önsöz"ünde de belirttim; bizde şairleri bilge bir kişi gibi görme geleneği var, yüceltilir şairler; hele toplumun beklentilerini, toplumsal sorunları, milletin ideallerini dile getiriyorsa, onlar âdeta bir 'kurtarıcı' gibi telâkki edilir. Necip Fazıl, böyle bir şahsiyet, Cumhuriyet sonrası, ezilen bir kesimin, şiirde, edebiyatta ve basında sözcüsü oluyor. Her türlü baskıya, tökezletme girişimlerine karşın, mazlum halkın sesi oluyor. Bana kalırsa, Necip Fazıl'ın yüceltilmesinin ana nedenlerinden biri bu. Şair, susturulan bir kitlenin sesi olunca, şair olmanın ötesinde toplumsal bir öndere dönüşmüş, hayatı nezih kılınmış, zamanla hayatı, zorlu mücadelesi; hadi ona menkıbesi diyelim eserinin önüne geçmiştir. Benim asıl eleştirdiğim bu anlayış. Biz, nedense eserleriyle değil de, menkıbesiyle meşgul oluyoruz bu gibi şahsiyetlerin. Giderek, belki de farkına varmadan, onları hatadan münezzeh görüyoruz, eleştirilmesine tahammül edemiyoruz. Ama Üstad bir insandır, her insan gibi zaafları vardır, olabilir. Önemli olan bu zaaflara da gözünü kırpmadan bakabilmektir. Üstad, dokunulmaz, eleştirilemez bir insan değil ki!... Bana kalırsa bunlar, Necip Fazıl'ı küçültmez. Her şeyden önce, ne olursa olsun, o, bir dönemde, susturulan bir toplumun sesi olması ve her türlü yıldırmaya karşı mücadelesini sürdürmesi bakımından bu toplumun önemli şahsiyetlerindendir. Ama insandır, insanüstü bir varlık değildir… Üstadın hayatı değil, eserleri, düşünceleridir önemli olan. O bakımdan, bir dönem, verdiği mücadeleyi, bir kuşağın yetişmesindeki katkılarını kimse inkâr edemez. Ama insandır; gazabında da iltifatında da uçta olduğu vakitler vardır. Öyle bakmalı. Meseleye böyle bakınca, mektupları gördükten sonra hiç şaşkınlık yaşamadım. Gayet insanî buldum.. Evet, Üstad Menderes'in ellerinden öpüyor, bir sürü iltifat sıralıyor mektuplarda, Büyük Doğu'yu çıkarmak için para istiyor Başbakan'dan, alıyor da… Belki bazıları abartılı, evet abartılı iltifatlar. Ama niye yapıyor ki bunu? Büyük Doğu'yu çıkarabilmek; düşüncelerini dile getirmek, zalimleri ifşa etmek, bir mücadeleyi sürdürebilmek için, hem de oldukça zor, fırtınalı bir dönemde. Dergisi/gazetesinin takibe alınması, kapatılması, toplatılması, hakkında bir sürü dava açılması pahasına… Kitapta bunun belgeleri var. Belli ki, izlenmiş, hakkında istihbarat raporları tutulmuş, türlü bahanelerle dergisi kapatılmış, toplatılmış ve mahkemeler, tutuklanmalar… Açılsın Büyük Doğu sayfaları bu mücadele görülecektir. Bunun için neye şaşırayım ki mektuplara! Şaşırmadım hiç… Sonra beni, Üstad'ın efsanesi değil, eserleri, fikirleri ilgilendiriyor.
- Peki, şairleri bir bilge gibi görme nedenleri desek neler söylersiniz?
- Şairleri bilge gibi görmek, sanırım hem Batı'da hem Doğu'da yüzyıllar öncesine dayanan bir anlayıştan kaynaklanıyor. Müslüman olmadan önce, Türklerde şairler Şaman, büyücü, hastaları iyi ettiklerine inanılıyor. Batı'da da onlara gaipten haber veren, büyü yapan insanlar olarak bakılmıştır. Arap dünyasında da aynı anlayışa rastlamak mümkün. Hatta Kur'an'da bu yüceltme karşısında, şiiri vahiyden, şairleri de resullerden ayırma yoluna gidilmiştir. Ama yine de şairler, özellikle tasavvufi şiirde, şiirin kendilerine Allah tarafından söyletildiğini ifade etmişlerdir. Bir de bizde, Divan şiirinde, şairlerin büyük bir bölümü mutasavvıf aynı zamanda, mürşit yani. Şiir, tasavvufta, irşatta kullanılan en önemli araç. Dolayısıyla şair de mürşit. Bu 'bilge/şair' anlayışının ardında sanırım böyle bir inanış var. Rimbaud bile şairi bir kahin gibi görmüyor mu? Necip Fazıl da poetikasında şairlere peygamberlerin hemen altında bir yer verir, kutsalla ilişkileri bakımından. Hatta "Çile" adlı şiirinde "Gaiplerden bir ses geldi…" diyen Necip Fazıl'da böyle bir anlayışın izleri görülür. Bilge şair anlayışının kaynağında böyle bir gelenek varsa da, benim burada kastım, şairleri hatadan münezzeh gören, onlara âdeta bir dokunulmazlık zırhı giydiren, hayatını yücelten, bunun sonucunda eserlerini örten, hayatı eserin önüne geçiren yanlış anlayış. Sonuçta 'Mavi Gözlü Dev' Nazım'ı da, Üstad'ı da eserleriyle değil menkıbeleriyle, efsaneleriyle tanıyoruz yalnızca, biyografik efsane eserlerin önüne geçiyor. Aslında bu, bir şaire, bir fikir adamına yapılan en büyük haksızlıklardan biridir. Ve bunun sonucunda ufacık bir zaafın dile getirilmesine dahi tahammül edemiyoruz ya da insanî bir zaafta tümden silmeye çalışıyoruz 'bilge şair'imizi. Yüceltirken de; yani överken de, yererken de uçlardayız.
Yeri gelmişken, bir de şuna değinmek istiyorum: Üstad'ın imajını bozacağı kaygısı duyan kimi dostlar, bu mektuplar yayımlanmasaydı diye düşünmüş olabilirler. Ben bu mektupların, Kısakürek'in imajını bozacağı/bozduğu kanısında değilim, başta bunu söyledim. Ayrıca, mektupları bulduktan sonra; yayımlamamak, görmezden gelmek doğru olmazdı; üstelik böylece zımnî olarak ben de efsaneye katkıda bulunacaktım. Onun için belgeleri akıl ve vicdan süzgecinden geçirerek yayımladım. Amacım, yermek de övmek de değildi; karanlıkta kalmış bir dönemi, bu dönemdeki kimi siyasal ilişkileri bu belgelerle bir nebze olsun aydınlatmaya çalışmaktı. Tabii, efsanesever okurlar bu mektuplardan hoşlanmamış olabilirler; efsanesever Necip Fazıl karşıtları da onların aksine çok sevinmiş olabilirler; ama Necip Fazıl'ı gönülden seven, onun eserleriyle, fikirleriyle hem-hâl olan insanların çoğu, bu kitabı saygıyla ve övgüyle karşıladılar.
Aydın, gerçek aydın, cemaatinin içinden konuşmaz…
- Kitabınızda kullandığınız laik poetika ile dini poetikayı biraz açar mısınız?
- Ben, lâik poetika derken Tanzimat sonrasında Türk şiirine egemen olan, derece derece kutsaldan kopan, giderek kutsalı dışlayan poetik anlayışı kastettim. Esas itibariyle Divan şiiri poetikasında, -lâ-dinî (dinî olmayan) şiir olmakla beraber, - din asıl belirleyicidir. Yani, şair evreni, doğayı, insan-toplum ilişkilerini dinin öngördüğü biçimde tasvir eder; hatta sultanı överken dahi din aslî olgudur. Allah, Mutlak Gerçek'tir, evren ve tüm varlıklar bu Gerçek'in yansımasından ibarettir. Bu itibarla, beş duyu ile algıladığımız evrenin, doğanın ötesine doğru uzanır şair. Yani şairin gerçeği, yalnızca akılla ve beş duyu organıyla kavranabilen, algılanabilen evrenden ibaret değildir; aksine aslolan metafizik âlemdir. Bu anlayış, Tanzimat'tan itibaren sarsıldı; rasyonalizmin etkisiyle, evreni yalnızca akılla, beş duyuyla kavramak ve bu çerçeveden ibaret sanmak gibi bir poetik anlayışın peşine düşüldü. Bu, yansıtmacı poetikadır; metafiziği dışlar. Aklın ve fizikî evrenin kutsandığı bir poetika; bu, derece derece dinin dışlandığı ve hatta din karşıtı bir sanat anlayışının doğmasını hazırlamıştır. Yani şiirin kutsalla bağı kopmuştur, şairler –istisnalar bir yana bırakılırsa- giderek metafiziğe sırt dönmüşlerdir. Örneğin Tevfik Fikret'in bazı şiirleri ("Haluk'un Amantüsü", "Tarih-i Kadîm") bu poetikanın ilk reaksiyoner ürünleridir. Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirleri de –reaksiyoner değilse de, doğrudan kutsalı hedef almıyorlarsa da- dünyevidir, insan ve doğa sanki Tanrısızdır bu şiirde ve dolayısıyla dinî kavrayış ve algılayışın karşıtı lâik bir şiirdir. Lâik poetika derken bunu kastettim. Tanzimat'tan sonra pozitivizmin, rasyonalizmin etkisiyle Türk edebiyatında egemen poetika böyle bir yol izledi. Necip Fazıl, poetikasıyla Cumhuriyet döneminde, işte bu egemen poetikaya karşı çıkan, şiirin dinle; yani kutsalla bağlarını yeniden kuran ilk şairlerdendir. Poetikasında; gerçek anlayışında, evreni, doğayı, insan-insan ilişkilerini kavrayış- algılayış tarzında yeniden din, kutsal belirleyici olmuştur. Ona göre şiirin gayesi, Mutlak Hakikat'i aramaktır, asıl gerçek Mutlak Gerçek olan Tanrı'dır. Bu bağlamda metafiziği yeniden baş tacı etmiştir Üstad. Dinî poetikanın temel felsefesi bu. Necip Fazıl'ın açtığı yoldan, daha sonra, o çizgide Mavera ekibi, Diriliş ekolü, Edebiyat dergisi şair ve yazarları geçtiler ve daha da zenginleştirerek genç şair ve yazarlara bu poetikayı devrettiler. Hepsini saymak mümkün değil, beni bağışlasınlar ama, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, M. Akif İnan, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Arif Ay başta olmak üzere, günümüzde Hece, Dergâh, Türk Edebiyatı gibi dergilerde yazan kimi genç şair ve yazarlar, egemen poetik çizginin dışında, dinî poetikaya bağlı bir edebiyat üretiyorlar. Necip Fazıl, bu saydıklarımızı şöyle ya da böyle, az ya da çok etkilemiştir, en azından bu poetik yolu tekrar açarak.
- Yapıt ve yaşam arasında ayrım mümkün mü?
- Şair, yaşadığını değil hayal ettiğini yazar. Şiir, bir hayal sanatıdır. Konuya sanat-yaşam ilişkisi bağlamında, bu açıdan bakınca şairin yaşamı ile yapıtları arasında birebir örtüşme beklemek, şair yaşadığını yazmalıdır ya da yazdıkları yaşamına uygun olmalıdır demek doğru değil. Ancak, elbette yaşadığı çevrenin, toplumsal koşulların, kısaca içine doğduğu yaşamın ürünüdür şair. Sanat-yapıt-yaşam arasında böyle bir ilişki var. Bununla beraber konu, sanatı aştığında, yani şair, bir 'dava adamı' yükümlülüğünü üstlendiğinde, yapıtlarında bir davanın sözcülüğünü, savunmasını üstlendiğinde yaşamla yapıt, daha doğrusu sözle eylem arasında uygunluk aranır. Konuya Necip Fazıl bağlamında baktığımızda, o, yalnız bir şair değil, bir 'dava adamı'dır; hem şiirlerinde hem de diğer düşünsel yapıtlarında İslâmcı düşünceyi savunmuştur; hatta Büyük Doğu Cemiyeti'nin lideridir. O hâlde onu, yaşam-yapıt, söz-eylem bağlamında bir Ahmet Haşim, bir Yahya Kemal, bir Cemal Süreya, bir İlhan Berk gibi 'dava' üstlenmeyen şairlerle aynı düzlemde değerlendiremeyiz. Aynı durum, Nâzım Hikmet için de geçerlidir; o da eserleriyle, toplumsal bir 'misyon' yüklenmiştir. Yüklendiği misyon dolayısıyla yaşamı sorgulanır. Necip Fazıl böyle bir konumda; yapıtlarında bir gelecek tasavvuru, bir toplumsal tasavvur var, bir davanın lideri. Bu durumda olan bir şairin yapıtlarıyla yaşamı arasında örtüşme aranır, dikkatle izlenir, hem muarızlarınca, hem muakiplerince adım adım izlenir şair. İzlenmiştir de. O nedenle dava damı şairler, özel yaşamına da dikkat etmelidir, sözleriyle eylemleri arasında çelişkiler yaşamamalıdır.
- Büyük Doğu ve Adnan Menderes ilişkileri nasıl doğar?
- Bu soruya yanıt vermeden önce Üstad'ın CHP ile ilişkileri değerlendirilmeli. Kısakürek, CHP'nin, basındaki en önemli muhaliflerinden biri. Bu partinin din karşıtı bir siyaset izlemesinden dolayı aralarında büyük bir mücadele var. 1944'te Büyük Doğu dergisi hakkında hazırlanan rapor bunu gösteriyor. Üstad ise, o yıllarda Büyük Doğu'da bu dine karşı siyasete şiddetle muhalefet eden bir sestir. Bildiğiniz üzere daha sonra CHP'nin içinden DP doğuyor. Kısakürek, bu itibarla başlangıçta DP'ye mesafeli; hatta muhalif. Bu partiyi de CHP'nin devamı olarak görüyor. Kendi tabiriyle DP başlangıçta 'Ha Ali Hoca, ha hoca Ali' gibi, bir 'muvazaa partisi', 'aynı kök ve ana gövdeye bağlı dallar arasında biri şifalı, öbürü zehirli iki zıt meyve' gibi CHP'den farksız bir partidir. Ancak Adnan Menderes'in İzmir İl Kongresi'nde sarfettiği; "Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur'ân okuttuk. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir." Evet, bu sözler, Kısakürek'i, Menderes'e yakınlaştırır. Menderes'i partisinden ayrı tutarak Büyük Doğu olarak bağırlarına basmaya karar verirler. Sonra 1951-52'de ilk temaslar kurulur. Teması kuranın Tevfik İleri olduğunu unutmamak lâzım. Tevfik İleri, Menderes'in Bakanlarındandır ve Büyük Doğu'ya oldukça yakın bir isimdir. İlişkinin Büyük Doğu dergisinin günlük gazete çıkarılması amacıyla kurulduğu, Başbakan'ın örtülü ödenekten Necip Fazıl'a Büyük Doğu için para aktardığı biliniyor. Büyük Doğu'nun DP ve Menderes'le yakınlaşması böyle başlıyor…
- DP din merkezli bir kurum olmadığı halde CHP'ye nazaran daha yumuşak olması nedeniyle dönemin pek çok kanaat önderi tarafından sahipleniliyor. Bir süre sonra bu yaklaşım kültürel ve siyasi bir sürekliliğe dönüşüyor.Bunu nasıl açıklarsınız?
- DP, din merkezli politika güden bir parti değil. Zaten homojen değil. Ancak yukarıdaki yanıtta da belirttim, dine karşı daha yumuşak, partide dinî değerlere sahip çıkan milletvekilleri var. En azından din-karşıtı bir siyaset gütmüyor. Bu itibarla, 1940'lı yıllarda, CHP'nin din-karşıtı ve baskıcı siyaseti, Müslüman kitlenin bu dönemde uğradığı baskılar, hakaretler, doğal olarak o dönemdeki kimi kanaat önderlerini, 1950'lerde dine karşı daha yumuşak davranan DP'ye yakın durmaya itmiş olabilir. Bu yakınlaşmayı dönemin toplumsal koşullarına bağlamak gerek. Ancak daha sonra bunun bir sürekliliğe dönüşmesi, en azından DP'den sonra AP'ye yakın duruş, bütünüyle toplumsal koşullara bağlanamaz diye düşünüyorum. Tabi 1960'sonrasında Müslüman kitlede kendi partilerini kurma konusunda bir düşünce beliriyor, bu çerçevede çeşitli partiler kuruluyor da. Ancak, kendi aralarında görüş ayrılıkları çıkıyor belli ki. Çeşitli grupların kendi partilerini kurmak veya desteklemek yerine, DP'nin devamı olarak gördükleri AP'ye yakın durmaları ve bunun bir sürekliliğe dönüşmesi bu görüş ayrılığını kanıtlıyor. Bu süreklilik tartışılabilecek bir durum elbet.
- Büyük Doğu Cemiyeti ile de var mı bu ilişki yoksa sadece yayın alanıyla mı sınırlı?
- Büyük Doğu Cemiyeti ile DP arasında doğrudan bir ilişki var mı bilmiyorum. Ama Necip Fazıl'ın Menderes'le ilişkisi, en azından elimizdeki belgelerden anlaşıldığına göre, Büyük Doğu dergisi bağlamında. Ama düşünün; bir kitlenin yayın organı olan Büyük Doğu ve Menderes'i destekliyor. Büyük Doğu'nun yayınları, arkasına aldığı dindar kitlenin Menderes'e yakın durmasında herhalde önemli bir rol oynamıştır. İlişki, yayın alanında gibi görünüyorsa da, temelde Büyük Doğu kitlesi ile Menderes arasındadır bence. DP, Necip Fazıl aracılığıyla Büyük Doğu etrafında kümelenen Müslüman kitleyle irtibat kurmuştur böylece; dolaylı bir irtibat.
- Örtülü ödenek hangi amaçla kullanılıyor?
- Necip Fazıl'ın örtülü ödenekten aldığı paraları, Büyük Doğu'yu günlük gazete olarak çıkarmak için kullandığında kuşku yok. Mektuplarda paranın nereye harcandığı konusunda dökümler de var. Ama asıl şöyle sormak lâzım belki bu soruyu: Adnan Menderes Necip Fazıl'a neden yardım ediyor? Bana kalırsa, Müslüman bir kitleyi, siyasal açıdan arkasında görmek, desteğini almak için. Menderes'in kurmaylarının bu politikayı o dönemde özellikle izlediklerini düşünüyorum. O hâlde sorunun yanıtı açık; örtülü ödenek, dolaylı olarak Müslümanların desteğini sağlamada kullanılıyor. Karşılıklı bir destek bu. Unutmamak gerek, DP'nin CHP karşısında durabilmesi için, dindar kitleyi arkasına alması gerekti o yıllarda.
- Necip Fazıl'ın Büyük Doğu için aldığı paraya gelince bu konuda Sezai Karakoç'un aktarımları Necip Fazıl'dan farklılık taşıyor. Diğer dergilerden ve yazarlardan fazla aldığını da biliyoruz Büyük Doğu'nun. Bunun nedeni nedir?
- Yassıada tutanakları, Kısakürek'in örtülü ödenekten ne kadar para aldığını gösteriyor. Sezai Karakoç'un anılarında da bu konu dile getirilmiştir. Belli ki, Üstad, daha o zaman yakınlarına Menderes'ten destek aldığını ifade etmiştir. Benim Gözümde Menderes'te de açıkça söylüyor bunları. Üstad'ın diğer gazetecilerden fazla alıp almadığını bilmiyorum. Miktarın diğerlerine göre, fazlalığı ya da azlığı bir şey ifade eder mi?
- Buna rağmen günlük çıkış sıkıntılı oluyor…
- Evet. Verilen para yetmiyor, Üstad bundan yakınıyor sürekli. Anlaşılan o ki, verilen sözler de tutulmuyor. En azından resmi ve yarı resmi ilânların, kendisine söz verildiği hâlde, DP içindeki kimi bürokratlarca verilmediğini, engellendiğini biliyoruz. Halbuki, başlarken Menderes tarafından kendisine hükûmetçe ilân sözü verilmiştir. Bu ilânları alamıyor. Sonra sıkıntılar yalnızca maddi değil, bir de Üstad'ın mahkemelerce elinin kolunun bağlanması söz konusu, yer yer toplatılıyor, kapatılıyor Büyük Doğu. Ben, sıkıntıları bunlara bağlamaktan yanayım.
- Örtülü ödenekten alınan paralar Büyük Doğu'nun gelecek tasavvuru ile ona atfedilen fikir öfkesiyle çelişkili bir eylem değil mi?
- Şimdi Üstad, kalemiyle büyük mücadele vermiş bir şahsiyet. Burada örtülü ödenekten para alması nedeniyle, fikirlerinden vazgeçmiş mi, fikirlerinde, mücadelesinde bir sapma görülüyor mu? Buna bakmak gerek. Yani Üstad, kalemini DP'nin hizmetine veriyor mu, ona bakmalı… Bence o, fikirlerinden ödün vermemiştir; aksine aldıklarını mücadelesine sarfetmiştir, tutuklanmak, hapiste yatmak pahasına… Hapis yıllarında ailesinin çektiği maddi sıkıntıları da unutmamak gerek. Eğer, örtülü ödenekten yardım aldıktan sonra, fikirlerinde, mücadelesinde bir sapma görülseydi, kalemini DP'nin hizmetine verseydi, sorunuzda ifade ettiğiniz çelişmeden söz edilebilirdi. Ama, kaleminde hiçbir sapma yok. Dolayısıyla çelişmeden söz edemeyiz.
- Kitaptaki önemli metinlerden biri de, Necip Fazıl'ın el yazısıyla yazıp Menderes'e gönderdiği ünlü Malatya Müdafaanamesi'dir. Müdafaalarım'daki şeklini bu orijinal metinle karşılaştırdığınızda nasıl bir manzara ile karşılaştınız?
- Benim yayımladığım Müdafaa metni, Müdafaalarım'dan biraz farklı evet. Bendeki metinde olan bazı bölümler, Müdafaalarım'da yok. Buna işaret ettim kitapta. Belli ki yada sanıyorum ki, Menderes'e gönderdiği Müdafaa metni, daha sonra mahkemede okunmadı, Üstad bazı bölümleri çıkarmayı uygun buldu, belki hukuki açıdan sakıncalı buldu, belki bazı kişileri yaralamaktan kaygı duydu, yanlış anlaşılmaktan çekindi, bilmiyorum, benimki bir tahmin. Cevat Rifat'a ve Hüseyin Üzmez'e ilişkin ifadeleri bendeki metinde sert, onları eleştiriyor… Ama iki metin arasında büyük bir fark yok temelde, sadece Hüseyin Üzmez'e ilişkin yazdıkları dikkatimi çekmişti. Sonra bu ifadelerin bir kısmını atmış anlaşılan. Attığı kısımlar, daha sert, daha asabi bir dille yazılmış sanki… Muhtemelen bunları ikinci kez gözden geçirdi ve tashih etti diye düşünüyorum.
- "Ömrümce yazdığım ve yazacağım mektuplar içinde en mühimi" diye başlayan 17/12/1955 tarihli mektubun önemi nedir?
- Bu mektup diğerlerinden farklı. Necip Fazıl diğer mektuplarında, DP'nin iç siyasetine pek karışmıyordu, mesafeli duruyordu. Ancak bu mektupta, doğrudan DP içindeki bazı grup ve oluşumlar konusunda Menderes uyarılmaktadır. Üstad, içtenlikle Menders'i partisi içindeki muhalifleri konusunda uyarmakta; bu muhalif grubun Mason ve gizli Yahudilerce idare edildiğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda söz konusu gruplarca kendisinin tökezletilmeye çalışıldığını ifade etmektedir Kısakürek. Ad da veriyor bu gruba ilişkin. Örneğin Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu'nu zikrediyor; Marshall yardımlarının akışını organize eden Karaosmanoğlu'ndan. Sonra Hamit Şevket İnce, Kâzım Taşkent, Fethi Çelikbaş gibi adlar var DP'den. Üstad, bu mektupta açıkça ad vererek Menderes'i DP içindeki bu kişilere karşı uyarıyor. Kısakürek'in bir başka uyarısı, Menders'in belirsiz, kararlı olmayan tutumları. Üstad, bu belirsiz ve mütereddit tavrın, DP içindeki bu zümre tarafından kullanıldığını belirterek, bir bakıma Menderes'i kararlı olması konusunda uyarmakta. Menderes'i açık yüreklilikle eleştirmekte de Üstad. Örneğin; "Memlekette umumi ahlâk, vicdan, kanaat, ve fikrî seviye piyasasının bu kadar düştüğü hiçbir devir hatırlanamaz.", "Kuru kalabalık içinde tamamen münzevî, dostsuz, müsahipsiz, müşavirsiz, ekipsiz ve kararsız bulunuyorsunuz." gibi sözler, bir Başbakan'a hitaben yazılmıştır ve Menderes'i çevresindeki insanlar ve gelişen olaylar karşısında uyarmakta, uyarmakla kalmamakta, eleştirmektedir de. Üstad, bu mektupla âdeta Menderes'in âkıbetini görmüş gibidir. Menderes'e, dostane ve samimi bir ihtardır bu mektup, o nedenle çok önemlidir.
- Farklı bir konuyu sormak istiyorum: 30 Nisan 1956 tarihli Büyük Doğu nüshasındaki "Yahudi" başlıklı yazıdan dolayı kısa süre yayınlanamıyor. Cevat Rifat'la arkadaşlığı da var Necip Fazıl'ın. Antisemitik ögeler var mı bu yazıda?
- Necip Fazıl'ın Yahudiliğe, dönmeliğe ve masonluğa bakışı belli. Bu konularda pek çok yazı kaleme almıştır. Yahudileri, dönmeleri ve masonları Türk milletinin en büyük düşmanlarından görmüştür. Yahudilik konusunda örneğin "Yahudi Davası", "Yahudi Vatanı", "Türk Tarihinde Yahudi" gibi yazılar geliyor aklıma ilkin. Bu yazıların hemen hepsinde antisemitik bir uslûp vardır. "Yahudi Hululü" başlıklı bir yazısında; tarihimizde bizi çöküşe, gerilemeye götüren en büyük dış etkilerden biri olarak görür Yahudileri. Cümle aynen şöyle: "Tarihimizin inhitat devri başlangıcında üzerimize üşüşen çürütücü dış tesirlerden başlıcası, Yahudi hulûlüdür." Ama burada asıl önemlisi; Kısakürek'in "Yahudi" başlıklı yazısı nedeniyle Büyük Doğu dergisinin cezalandırılması, bir süreliğine kapatılması… Bu örnek bile tek başına Yahudilerin 1950'lerdeki etkisini gösteriyor.
- Necip Fazıl'ın Menderes'e bağlılığının derecesini göstermesi bakımından dikkat çekici ifadelerden biri: "Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim." Bu ifadelerden hareketle edebiyat ve siyaset bağlamında Necip Fazıl'ın Adnan Menderes'le ilişkilerini Osmanlılardaki Şair ve Patron ilişkisine benzetmek mümkün mü?
- Bu ifadeleri Necip Fazıl'ın uslûbu olarak değerlendirmeli. Heyecanlı bir mizaç, heyecanlı bir uslûp… Daha önemlisi abartı, onun uslûbunun başlıca özelliklerindendir. Bize abartılı geliyor, doğal olarak. Ama bu Necip Fazıl'ın bir uslûp özelliği. Doğrusu ben de abartılı buldum bu ifadeleri, yadırgadım.
İkincisi, Osmanlılarda şair patron ilişkisi sadece maddi çıkar ilişkisine dayanmaz onu düzeltelim baştan. Necip Fazıl'ın ilişkisi de bu çerçevede değil Menderes'le. Üstad'ın öyle memur-amir ilişkisine uygun bir tabiatı yok, serazat, hırçın bir kalem bana kalırsa… Menderes'e karşı da öyledir ve bu, kimi mektuplarına yansır. Sitem ve şikâyet dolu mektuplar çoğu, iyi dikkat edilsin; kimi mektuplarda bu iltifatların yanında, hırçın bir uslûp da var. Özellikle hapishaneden yazdığı mektuplarda. Üstad, bu mektuplarla Menderes'i âdeta sık boğaz ediyor bana kalırsa. Sonra, âdeta 'Sen bana muhtaçsın' gibi bir eda var bunlarda… Alçakgönüllü hiç değil, aksine müthiş bir ben onunki. Öyle alttan alan mektuplar değil kısaca bunlar. Ama hep kendisine verilen/verilmesi istenen maddi destek konusunda mektuplar. Asıl bu yadırgatıcı. Birkaç mektup dışında, mektuplarda siyasi, düşünsel bir içerik yok. Oysa Necip Fazıl'dan beklenen, bu yakınlık münasebetiyle Menderes'i düşünsel/siyasal açıdan etkilemeye çalışmasıydı… Yukarıda sözünü ettiğimiz 'en mühim mektubu'nda bunu görüyoruz ancak. Bununla beraber, Büyük Doğu dergisi/gazetesinde Menderes'i siyasal ve düşünsel açıdan etkilemeye çalıştığı, ona kendince yol gösterme gayreti içinde olduğu inkâr edilemez.
- Mektupların tamamında nasıl bir üslup ve hava var?
- Dingin bir uslûp değil. Hırçın, yer yer asabi, heyecanlı, kuvvetli bir mantık. Kararlı, ısrarlı bir mizaç karşımızdaki… İstediğini koparmak için, her yolu deneyen bir kalemşor. Üstten bakan, emreden, kimi kez de tam tersine iltifatında abartılı bir uslûp.
- Peki ilişkiler nasıl bozuluyor?
- İlişkiler bozulmuyor aslında, kopuyor. Kopuşun nedeni, kişisel değil. O dönemde yaşanan kimi siyasal olaylar ve DP içinde yuvalanan kimi bürokrat ve siyasiler de etkili Menderes-Necip Fazıl ilişkisinin kopmasında. Örneğin bana kalırsa, daha başta 1952!de Kısakürek'in Menderes destekli Büyük Doğu'da Beyoğlu'dakibir mason kulübünden gizlice elde ettikleri belgeleri yayımlaması, ileri gelen kimi masonları ifşâ etmesi, bunlar içinde Celal Bayar'ın oğlunun adının da bulunması, DP içindeki bir zümreyi ve Menderes'i çok rahatsız etmiş ve gazetenin kapatılmasına yol açmıştır. Bu yayım nedeniyle Menderes'in Samet Ağaoğlu aracılığıyla Kısakürek'e "Gazete hemen kapanacak!" talimatını verdiğini biliyoruz. İlişkilerin uzun süre kopmasına neden olan bir başka olay, Ahmet Emin Yalman suikastına Kısakürek'in adının karışması. Bu da Menderes'in uzun süre Necip Fazıl'dan uzak durmasına, ilişkilerin bir süreliğine dondurulmasına neden olmuştur. Bir başka olay 6-7 Eylül olayları. Bu olayların Menderes üzerinde bir ruhsal travma yarattığı görülüyor. Başbakan, bu olaylardan sonra Necip Fazıl'la uzun süre görüşmüyor. Bir de kimi bürokratların Necip Fazıl'ı Menderes'ten uzak tutma gayreti var. Örneğin Başbakan'ın talimatına rağmen resmi ilân vermiyorlar Kısakürek'e, maddi desteği kesmek için türlü bahaneler uyduruyorlar. Önemli bir mason olan Ahmet Salih Korur'un bu yönde önemli çabaları olduğu hissediliyor mektuplarda.
- 6-7 Eylül Olayları Büyük Doğu'yu nasıl etkiliyor?
- 6-7 Eylül olayları, Başbakan Menderes'i uzun süre etkili olan bir travmaya sokmuştur. Bunu Necip Fazıl'ın mektuplarından anlıyoruz. Menderes, bu olaylar nedeniyle bir süre içine kapanıyor. O nedenle Necip Fazıl'la da ilişkiler donuyor; bozulmuyor, donuyor, donduruluyor. Bu olaylardan sonra, uzun bir süre Necip Fazıl'la ilişki kurmuyor Başbakan, uzak duruyor. Çekinmiş olmalı. Büyük Doğu da 1956'ya kadar çıkamıyor. DP'nin bu olaylardan büyük darbe aldığı kesin.
- Necip Fazıl ve Büyük Doğu 1940'lı yıllarda, Millî Şef döneminde niçin sıkıntılarla karşılaşıyor? Bu dönemdeki kapatılma / toplatılma silsilesi ile 1950'den sonra DP döneminde yaşanan kapatılma / toplatılma arasında bir fark var mı?
- 1940'lı yıllarda, elimizdeki belgeler gösteriyor ki, Necip Fazıl ve dergisi Büyük Doğu, takibe alınmış devlet tarafından. Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nün hazırladığı rapor bunun en açık kanıtı. Server İskit'in kaleme aldığı rapora göre, Büyük Doğu 'irticai' yayın yapan, Cumhuriyet ideolojisine, Kemalizme karşı çıkan bir yayın organı. Tabi bu gibi raporların sürekli tutulduğu belli. Ve tutulan raporlar doğrultusunda Büyük Doğu, sık sık kapatılıyor, toplatılıyor. İnönü, Necip Fazıl'ı zaten hiç sevmez… Necip Fazıl'ın İnönü'ye karşı tavrı da belli. Şunu kabul etmek gerek, Millî Şef dönemi, baskıcı bir dönem. DP iktidara geldikten sonra, duruyor mu bu toplatma ve kapatılmalar. Hayır durmuyor. Tabi arada fark var kısmen. Büyük Doğu'nun zaman zaman 'Tünele Girme'sinde maddi olanaksızlıkların, kendisine vaat edilen maddi desteğin kesilmesinin rolü var bu dönemde. Bu dönemde zaman zaman çıkmama, resmen bir kapatılma değil, maddi olanaksızlıklardan dolayı mecburi tatil. Ama Türkiye'deki birtakım zümreleri rahatsız eden yazılar yayımlandığında DP döneminde de kapatılır Büyük Doğu. Örneğin DP dönemindeki ilk toplatılma ve Kısakürek'in tutuklanması 30 Mart 1951'dedir. Derginin toplatılma nedeni, Kumarhane baskını dolayısıyla, kendisine komplo düzenlediklerini ileri sürdüğü, 'İşgal Ordusundan Beter, Sözde Türk, Küfür Basını' diye nitelediği gazetelere yönelik yaptığı suçlayıcı yayın. İkinci kapanış, Menderes'in talimatıyla gerçekleşiyor; yani hukuken bir kapatma cezası sonucunda değil. 1952'de Masonlara yönelik yapılan ve Celal Bayar'ın oğlunun da ifşa edildiği 'Mason İfşaatı' nedeniyle. Menderes, bu yayından büyük rahatsızlık duyuyor ve derginin/ gazetenin hemen kapanmasını istiyor… Ve 'Tünele Giriyor' Kısakürek ve Büyük Doğu'su geçici olarak. Ama Üstad, aslında ifşaatını yapmış, görevini yerine getirmiştir tabi. 30 Nisan 1956 tarihli nüshası, bu sayıda çıkan 'Yahudi' başlıklı yazı nedeniyle 3 gün yayımı yasaklanıyor.
Özetlersek, DP döneminde de kısmî bir baskıdan söz edilebilir Büyük Doğu üzerinde. Ancak, bu baskı, İnönü dönemindeki gibi değil kuşkusuz. Maddî olanakları kısma yoluyla, Büyük Doğu'nun sesini kısma, birtakım zümreleri rahatsız edici yayımlar yapmasını bu yolla engelleme politikası var sanki. Doğrudan bir çatışma yok da, böyle bir kontrol var gibi geliyor insana.
- Menderes'le 1950 seçiminden sonra bir araya gelen, Büyük Doğu'yu günlük gazete hâlinde çıkarıp CHP'ye karşı onu şiddetle savunan, çeşitli engellemelere, tutuklamalara karşın Menderes'in ardında duran Necip Fazıl 1957'deki hapis süresince, Başbakan'dan ve DP'den beklediği desteği bulamayınca nasıl bir tavır alır?
- Asabi ve hırçın. DP'yi beceriksizlikle suçlama. Bu dönemde yazdığı mektuplar, şikâyet ve sitem dolu. Basın Affı çıkarılması konusunda DP'deki siyasileri sık sık beceriksizlikle suçluyor Kısakürek. Ama yine Menderes'in yardımlarıyla çıkıyor hapisten.
- Yassıada'da görülen Örtülü Ödenek davasında tanıklığa çağrılan Necip Fazıl'ın mahkeme tutanaklarına geçen ifadeleri ile Benim Gözümde Menderes'te anlattıkları arasında bir farklılık var mı? Eserlerinde nasıl bir DP ve Menderes portresi ile karşılaşırız?
- Hayır yok, fark yok. Benim Gözümde Menderes'te örtülü ödenekten para aldığını söyler Kısakürek zaten. Yassıada'ya Örtülü Ödenek davası nedeniyle tanık olarak çağrıldığını biliyoruz. Salim Başol'a verdiği ifadede de para aldığını söyler. Başol'un bu konuda sorduğu soruya yanıtı önemli. Buraya aynen naklediyorum:
- "Evet, ben örtülü ödenekten para aldım. Ne aldığımdan ziyade, neden aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1954'ten 1960'a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlâkçı bir idealin himayesi yolunda para aldım.."
- Adnan Menderes'in idamı nasıl etkiliyor Necip Fazıl'ı?
- Nasıl etkilenebilir ki!.. 'O Zeybek' adlı şiirinde Menderes'in idamı karşısındaki duyguları açık.
- Adnan Menderes'in idamından sonra Necip Fazıl'ın siyasal çizgisinde nasıl bir seyir var?
- Necip Fazıl'ın DP'den sonra da çeşitli siyasi partilerle ilişki kurduğunu biliyoruz. Ama partiler dışında, Kısakürek'in düşünceleri hep aynı: İslâmcı çizgide devam etmiştir. Ama Necip Fazıl, siyasi alanda da etkili olmak isteyen, bu nedenlerle çeşitli siyasi partilerle ilişkilere giren bir şahsiyettir. Bu itibarla Üstad'ın Necmettin Erbakan'la, Alparslan Türkeş'le ve Turgut Özal'la münasebetler kurduğunu, bu liderlerin partileri içinde etkili olmaya çalıştığını biliyoruz.
Son olarak şu söylenebilir: Necip Fazıl, 1940'lı yıllardan başlayarak ölümüne değin, bir davanın öncüsü olarak, çeşitli dönemlerde siyasal partilerle ilişkiler kurmuştur. DP ve Menderes bunun başlangıcıdır. Menderes'le münasebet, Büyük Doğu dergisi ekseninde kurulmuş olmakla beraber, DP'nin, Necip Fazıl sayesinde, önemli bir İslâmcı, mukaddesatçı kitlenin desteğini arkasına aldığı inkâr edilemez. Kısakürek'in de DP'den aldığı desteklerle, o dönemde Büyük Doğu aracılığıyla İslâmcıların sesi olduğu âşikâr. Mektuplardaki uslûp kimilerince yadırganabilir, Üstad'a yakıştırılmayabilir. Ama bence yadırgayacak olanlar efsaneseverlerdir. Efsane bir yana, eser ortadadır.
Röportaj: ASIM ÖZ
HAKSÖZ-HABER