1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Akut ve kronik
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Akut ve kronik

07 Ağustos 2011 Pazar 05:29A+A-

Hastalıkların kaynağı konusu 19. yüzyılın sonlarında büyük bir tartışmaya neden olmuştu.

Pasteur'ün başını çektiği grup, insan kanının esas olarak 'temiz' olmasından hareketle, hastalıkları dışarıdan gelen organizmalara bağlıyordu. Beschamp'ın takipçileri ise hastalıkları üretenin bizzat kendi vücudumuz olduğunu savunmaktaydı. Bugün birinci türe 'akut', ikincisine ise 'kronik' hastalıklar diyoruz. Modern tıp epeyce uzun süre birinci tür üzerinde yoğunlaştı ve bugün de hâlâ bu açmazdan kurtulabilmiş değil. Nitekim kanser, AIDS, alzheimer, parkinson ve benzeri hastalıkların nedenlerini bilmiyor, bunların çok sayıda nedenden dolayı çıkabildikleri önermesiyle tatmin oluyor ve semptomların ortadan kaldırılmasını 'tedavi' olarak adlandırıyoruz. Modern tıp, bugün bile kronik enfeksiyonları anlamakta aciz kalıyor, çünkü sağlıklı olma halini tanımlayamıyor. Bağışıklık sistemini ise ancak el yordamıyla biliyor. Düşünün ki vücudumuzdaki yaklaşık 2500 proteinin sadece 500'ünün ne işe yaradığı hakkında bir fikrimiz var.

Öte yandan gelinen noktanın sorumluluğunu tümüyle tıbba yüklemek de doğru değil. Modernlik denen 'medeniyet hali' Batı tarihinin içinden çıktı ve esas olarak otoriterlikle relativizm arasındaki zihniyet dengesi üzerine oturdu. Aralarındaki fark hiyerarşinin kapsamı, işlevi ve meşruiyeti üzerine bir dizi çatışma üreterek, Batı'yı özgürlük ve eşitliği yücelten bugünün liberal demokrasisine getirdi. Ne var ki söz konusu iki zihniyet arasında bir benzerlik de vardı ve doğal olarak bu benzerlik siyasetin konusu olmadı. Her iki zihni tavır da homojen bir toplum varsaymaktaydı. Otoriterlik hem fikirsel hem de kültürel bazda bunu zorla sağlarken, relativizm fikirsel çoğulculuğa sahip çıktı ama kültürel çoğulculuktan da hiç hazzetmedi ve bunu bir tehdit olarak gördü. Norveç'teki bireysel katliamın ardında Batı liberalizminin kültürel çoğulculuğu yadırgaması yatıyor. Diğer bir deyişle sanki Batılıların büyük çoğunluğu için 'göçmen' dışarıdan gelen bir mikroptu ve modern bünyede akut bir enfeksiyona yol açmaktaydı. Oysa asıl sorun modern bünyenin kendisinde ve ortada kronik bir hastalık var...

Kendimize dönersek, Batı'nın ırkçılığa varan yabancı reddiyeciliğinin 'bizde' olmadığı sıkça söylenir. Ancak ırkçılık her halükarda milliyetçilikle bağlantılıdır, çünkü 'ulusların' birer özne olarak algılanmaması halinde ırkın siyasi pratikte karşılığı kalmaz. Bizde ise milliyetçiliğin epeyce 'gelişmiş' olduğu ve hem geçmişte hem günümüzde epeyce ırkçı nitelikler alabildiği malum. Türkiye'nin kendine özgü modernleşmesi onu relativist anlayıştan uzak tutarken, otoriterliği makbul zihniyet kıldı. Bu nedenle de, tarihsel ve kültürel köklere uyumsuz bir biçimde ırkçılığı normalleştiren bir milliyetçilik devletin resmi duruşu haline geldi. 1930'lardaki açıkça ırkçı devlet ve aydın ideolojisi, zamanın getirdiği bir anomali değildi. Nitekim 1910 sonrasında gayrimüslimlere yönelik algı milliyetçiliğin kabul edilebilir dozunu fazlasıyla aşmıştı. Şimdi de Zeytinburnu'nda ortaya çıkan milliyetçi tepkilerin açıkça ırkçı bir 'içgüdüye' tercüman olduğunu söylemek pek yanlış olmaz.

Türkiye'nin Osmanlı'dan bir kopuş olduğunu savunan Kemalizm'e bu noktada itiraz edebilecek halimiz yok. Çünkü Türkiye, Osmanlı'nın milliyetçilikle bozulmuş, hastalanmış halinin sonucudur. Milliyetçilik bu topraklara akut bir enfeksiyon olarak girdi ama ulus-devlete giden süreçte sistemleşerek kronik bir hastalığa dönüştü. Bu ideoloji azınlıklar ve hak talep edenler açısından daha 'zayıf' bir hastalık da olmadı. Nitekim 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde Sırplar, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler, Arnavutlar, Araplar, hepsi de bu hastalığa yakalandılar. İşin ilginç yanı bu mücadelede başarısız kalıp kaybedenler, ardından yeniden Osmanlı'daki ruh haline döndüler. Özellikle Ermeni toplumu açısından bu epeyce belirgin bir gözlem... Cemaat milliyetçilikten uzaklaştı, yaşanmışlığı sahiplendi, çoğulculuğa özlem duyan nostaljik arayışını günün demokrasi anlayışı ile buluşturma yönünde ilerledi. Milliyetçilik Türkiye'deki Ermeniler için akut bir enfeksiyondu, bedeli ağır ödendi ama hastalık da sürmedi.

Oysa kazananlar için böyle olmadı... Onlar ulus-devletlerini kurdular, kendilerini yaşanmışlığı aşan niteliklere sahip bir 'ulus' olmakla kandırdılar ve milliyetçiliği de bu yönelimin meşruiyet çerçevesi olarak kullandılar. Bu durumda kendilerinden olmayanlara yapılanlar normalleşti, farklı olanların direnci ise ırkçılığı besledi. Sonuçta devlet kurmada başarılı olanlar, milliyetçiliği bir kronik enfeksiyon olarak bünyelerine almış ve hastalığı kimlikleştirmiş oldular. Bu nedenle ulus-devlet milliyetçiliğine kapılmış toplumların tedavisi kolay olmuyor.

Bu tabloda Kürt siyasetinin yeri nerede derseniz, onlar imparatorluk değil, ulus-devlet içinde milliyetçiliğe savruldular. Dolayısıyla kronik durum orada da geçerli... Bu nedenle kültür, hak talepleri ve yaşanmışlık aslında arka planda. İstenen şey başarı... Hastalığın kalıcı olması pahasına.

ZAMAN 

YAZIYA YORUM KAT