1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. "Aksa Tufanı sömürgeleştirme sürecine karşı normal bir direniş eylemidir!"
"Aksa Tufanı sömürgeleştirme sürecine karşı normal bir direniş eylemidir!"

"Aksa Tufanı sömürgeleştirme sürecine karşı normal bir direniş eylemidir!"

Naman Bakaç, Aksa Tufanı'nın ilk yılını Richard Falk, Sari Hanafi ve Muhammed Muhtar Şankıtî ile yaptığı röportajlarla değerlendiriyor.

11 Ekim 2024 Cuma 14:00A+A-

Naman Bakaç / Perspektif

“Tufan”dan sonra: Askerî ve jeopolitik kırılmanın ilk yılı

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te “Aksa Tufanı” adıyla başlattığı operasyon ve sonrasında İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırım; tarihin hem bölgesel hem de küresel düzeni etkileyen dönüm noktalarından biri olmaya aday. 7 Ekim, mevcut bölgesel ve küresel düzeni, jeopolitik, askerî, siyasal, toplumsal ve diplomatik düzlemde etkiledi. Princeton Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk profesörü ve bir dönem BM Filistin Özel Raportörü olan Richard Falk, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden sosyolog Prof. Dr. Sari Hanafi ve Katar Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler profesörü, siyaset bilimci Muhammed Muhtar Şankıtî, birinci yıldönümünde Aksa Tufanı’nın Filistin davasına yansımasını, Hamas ve İsrail’in siyasi-askerî kazanım ve hedeflerini, saldırının bölgesel ve küresel düzene etkileri ile medyada yer alış biçimini Perspektif için değerlendirdi. 

“YERLEŞİK MEDYA, 7 EKİM’İ, İLKİN İSRAİL’İN BAKIŞ AÇISIYLA AKTARIYORDU”

richard falk röportaj

Prof. Dr. Richard Falk-Princeton Üniversitesi

Son bir yıl içinde 7 Ekim Aksa Tufanı’nın medyada yer alış biçimlerine dair ne tür gözlemleriniz oldu?

7 Ekim’den sonraki birkaç ay boyunca İsrail’in kamu söylemindeki ustalığı, Gazze’ye yönelik soykırım saldırısının ilk aşamalarının Batı’da çok az diplomatik sürtüşmeye yol açarken, sivil toplumun ilerici kesimleri arasında artan hoşnutsuzlukla sürmesini sağlayan bir anlayışı mümkün kıldı. İlk dönemlerde anaakım medya, 7 Ekim’i, “Hamas teröristleri” tarafından masum İsrailli sivillere yönelik kışkırtıcı ve vahşetin eşlik ettiği bir terör saldırısı olarak tek boyutta değerlendiren İsrail bakış açısını temel aldı. Hamas saldırısının vahşet boyutu kademeli olarak azaltıldıysa da ABD liderliğindeki Batı’da İsrail’e hükümetçe verilen destek aşınmadı ve İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer Batılı devletlerin desteğiyle daha da arttı.

İsrail’e desteğin sorgulanmadan sürdüğü ilk aşamada eksik olan, eleştirel medyanın gördüğü muameleydi. Eleştirel medya, televizyonlarda İsrail hükümet sözcülerinin, emekli ordu ve istihbarat yetkililerinin İsrail’in sözde misillemesinin ilerlemesi hakkında yorum yapmaları için sınırsız zaman tanıyarak ve New York TimesWashington PostThe Economist gibi yerleşik medya platformlarında Siyonizm yanlısı köşe yazarlarına yer vererek, olayları İsrail’in bakış açısıyla aktarmaktan çok daha fazlasını yapıyordu. Netanyahu hükümetinin 7 Ekim öncesinde yerleşimci şiddetini serbest bırakarak ve kendini tek devletli Büyük İsrail çözümüne göre biçimlendirerek Batı Şeria’yı yaşanmaz hale getirmeye odaklanmasına işaret eden eleştirmenlereyse, adı çok duyulmamış, kıyıda köşede kalmış çevrimiçi platformlar dışında neredeyse yer verilmiyordu. 

Hamas, ABD tarafından terör örgütleri listesinden çıkarılmış olmasından da anlaşıldığı gibi, siyasi normalleşmeye gidecek bir adım olarak 2006’da Gazze’de yapılan genel seçimlere girmeye ikna edildiyse de şeytanlaştırılması sürecine ABD karşı çıkmadı. O dönemlerde uluslararası arenada izlenen bu seçimlerde ne Washington ne de Tel Aviv, Hamas’ın galip gelmesini bekliyordu. Hamas seçimi aldığında ve sonra da Gazze’deki yozlaşmış Fetih varlığını yerinden ettiğinde, İsrail seçimlerden önce Hamas’a verdiği teminatları tersine çevirmeye başladı, seçim sonuçlarını reddetti ve 2007’de Gazze’ye kapsamlı bir abluka uyguladı. Bu abluka halen yürürlükte ve Gazze şeridinin yüzde 75’ini, 1948 Savaşı’ndan kaçan ancak uluslararası hukuk uyarınca geri dönüş hakları reddedilen mültecilerin oluşturduğu tüm Filistin nüfusuna yönelik acımasız bir toplu cezalandırmaya dönüştü. Hamas’ı dengeli bir şekilde sunma yönündeki bazı girişimler ancak çok yakın bir zamanda ortaya çıktı. Bunlardan en dikkat çekeni Helena Cobban, Rami Khouri ve David Wildman’ın editörlüğünü yaptığı Hamas’ı Anlamak Neden Önemli (Understanding Hamas and Why That Matters OR Books, 2024) adlı kitaptır.

GÖRÜŞTÜĞÜM HAMAS YETKİLİLERİN ZEKÂSINDAN VE ILIMLILIĞINDAN ETKİLENMİŞ VE “GÖSTERİ” YAPMADIKLARINA İKNA OLMUŞTUM

Hamas, Filistin ve İsrail açısından son bir yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hamas hakkındaki görüşlerim, 10 yıldan uzun bir zaman önce BM’nin İşgal Altındaki Filistin Toprakları Özel Raportörü’yken Doha, Kahire ve Gazze Şehri’nde Hamas liderleriyle yaptığım görüşmelerin etkisiyle şekillendi. Görüştüğüm Hamas yetkililerinin zekâsından ve ılımlılığından çok etkilenmiş, bir BM yetkilisini yanıltmak için “gösteri” yapmadıklarına ikna olmuştum. Bu görüşmelerde iki unsurun üzerinde duruluyordu: İlki, hem Filistin hem de İsrail adına silahlı mücadelenin yeniden başlamasının yerine siyasi bir alternatifin gerekliliğiydi. İkincisi, İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki İşgal Altındaki Filistin Topraklarından çekilmesiyle etkisi artırılmış uzun vadeli bir ateşkes. O dönemde Türkiye, öne çıkan diplomatı Ahmet Davutoğlu liderliğinde, bölgeye istikrar getirecek ve uzun süredir ezilen Filistin halkına normallik duygusu kazandırabilecek bir uzlaşmaya varılabileceği umuduyla, Hamas ve İsrail arasında diğer ülkelerden daha fazla arabuluculuk yapma arayışında olmuştu. 2006’dan bu yana yaşanan olayların gösterdiği gibi, beklenen olmadı ve hatta tam tersi oldu.  

Kuşkusuz, 7 Ekim’den sonraki ilk aylardaki en kötü çarpıtma, Batılı liberal demokrasilerde İsrail’in askerî operasyonuyla bağlantılı olarak “soykırım” kelimesinin kullanılmasının iftira niteliğinde olduğu şeklindeki bakış; öğrenci ihraçları, resmî geri çekilmeler, öğretim görevlilerinin uzaklaştırılması ve zorla idari istifalar gibi hususların, “nefret söylemi” kaynaklı olduğu konusundaki ısrardı. Kurumların birçoğunda “riske girmemek”, güvenilir arkadaşlar arasındaki özel konuşmalar dışında sessiz kalmak anlamına geliyordu. Batılı hükümetler, eğitim alanındaki idarecilere ve hükümet çalışanlarına baskı yaparak bu anti-demokratik dönüşe imza attılar. 

Soykırımdan bahsetmemek, odadaki meşhur fili görmezden gelmekti. Üst düzey İsrailli siyasi yetkililer ve askerî komutanların sayısız açıklaması, soykırım niyetlerini gizlemiyordu. 9 Ekim’de, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, yiyecek, yakıt ve elektriği kapsayacak şekilde Gazze’nin “tam bir kuşatma” altına alınacağını duyuruyor, “İnsan hayvanlarıyla savaş”ta olduklarını ve düşmana böyle davranmanın gerekli olduğunu söylüyordu. Başbakan Netanyahu, İncil’in Amaleklilere karşı intikamı meşrulaştıran en kanlı bölümünü hatırlatıyor, “Onları esirgemeyin, erkekleri ve kadınları, çocukları ve bebekleri, sığırları ve koyunları, develeri ve eşekleri öldürün” diyordu. Modern Tevrat öğretisi bu sorunlu kısmı genellikle mecazi anlamda veya Yahudilerin içindeki kötülüğe hitap etme amacında olan bir mesaj olarak yorumlar ancak Netanyahu koalisyonunun kabine üyeleri de dahil olmak üzere aşırı sağ için Amalek pasajı uzun bir süredir tüm Filistinlileri öldürmeyi haklı çıkarmaya hizmet ediyor.

ÜNİVERSİTE KAMPÜSLERİNDEKİ PROTESTOLAR; BATILI HÜKÜMETLER İLE VATANDAŞLARI ARASINDAKİ UÇURUMU GÖZLER ÖNÜNE SERDİ

ABD ve Avrupa’nın, uluslararası kurumların ve kamuoyunun veya halkların bu süreçteki duruşlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Filistinlilerin zaaflarını hiçe sayan taktiklerle desteklendiğinde, soykırım çıkarımı açıkça belliydi. Öyle ki, hukuki açıdan ihtiyatlı olan Uluslararası Adalet Divanı bile, Güney Afrika’nın İsrail’in 1951 Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasına çözüm arayan girişimine yanıt olarak 26 Ocak tarihli kararlarında soykırımı kabul etme yönünde ön bir onay verdi. Elbette İsrail, eleştirmenlerin saiklerini kınama taktiğiyle bu soykırım iddialarını reddetti ve her zaman olduğu gibi, algıları tersine çevirme çabasıyla dünya çapında antisemitizm ve Hamas terörizmiyle karşı karşıya olduğunu ve asıl bunları “soykırım” olarak nitelendirdiğini vurguladı.

Algı kontrolü ve kamuoyu karışıklığıyla geçen ilk dönemden sonra İsrail, Batılı seçkin çevreler dışında söylem üzerindeki kontrolünü yavaş yavaş kaybetti, görüşler biraz değiştiyse de bu değişim sorumsuz desteğin devam etmesiyle birleşti. İsrail, odağı 7 Ekim’de ele geçirilen ve itiraf edildiği üzere çoğu zaman ölümle sonuçlanan yürek parçalayıcı bir esaret deneyimine maruz bırakılan rehinelerin durumuna kaydırdı. Bu tümüyle haklı bir insani kaygı ancak Batı’nın birkaç bin Filistinlinin hiçbir suçlama olmaksızın kötü muameleye maruz bırakılması konusundaki suskunluğuyla da seyreltilmiş bir kaygı. 

NATO’nun Avrupalı üyeleri bile kendi ülkelerindeki halk protestolarıyla İsrail’in yanında yer almak yerine çekimser kalmaya ikna edildiler ve 19 Temmuz’da Uluslararası Adalet Divanı’nın neredeyse oybirliğiyle verdiği Danışma Görüşü’nde İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin birçok nedenle hukuka aykırı olduğunu ilan edilmiş oldu. Genel Kurul tarafından 17 Eylül’de 124-14 oy ve 43 çekimser oyla kabul edilen bir kararla, güçlü bir şekilde onaylanmış olsa bile (14 ret oyundan ikisi ABD ve İsrail’indi, Avrupa ülkeleri ise çekimser kaldı) bu durum, ABD ve İsrail’i açıkça ifade edilen eleştirilere faal olarak karşı çıkabilir durumda bıraktı. Bu tarafsızlık hali, İsrail’in Gazze’de ve bölge genelinde yaptıklarına karşı sivil toplumun muhalefetinin kademeli olarak artmasına da yol açtı. ABD’nin İsrail’e verdiği çift taraflı desteği delecek kadar güçlü olmamakla birlikte medya, İsrail’in taktiklerinin zulmünü ifşa etmeye biraz daha istekli oldu. Yine de İsrail’in, Hamas’ın tünellere insanları kalkan olarak yerleştirmesinin olan bitenlerdeki rolüne ilişkin genellikle asılsız iddiaları gündeme getirerek, tartışmalı taktikleri aklayan resmî açıklamalarıyla desteğini sürdürdü.

ABD’NİN ULUSLARARASI HUKUKU HİÇE SAYAN İSRAİL DESTEĞİ, AHLAKİ BİR İKİYÜZLÜLÜK ÖRNEĞİDİR

İsrail soykırımının ikinci aşamasının en canlı göstergesi, Batı hükümetlerinin desteklediği şey ile vatandaşının desteklediği şey arasındaki uçurumu gözler önüne serme konusunda dolaylı bir etkiye sahip olan husus, dünyanın dört bir yanında üniversite kampüslerinde gerçekleşen yaygın protestolardı. İsrail’in kamu söylemi üzerindeki kontrolünü kaybetmesi, BM çerçevesinde uluslararası hukuka dair yorumların artmasıyla birleşiyor ve bu, hem İsrail’in geçen yılki hukuksuz davranışını hem de hukuksuz işgal politikalarını, 1967’den bu yana Gazze ve Batı Şeria’nın işgalci gücü olarak varlığını vurguluyordu. ABD, yıl boyunca uluslararası hukuku hiçe sayma pahasına İsrail’in stratejik hamlelerine ve işgal politikalarına öncelik vermeyi sürdürdü. Ukrayna bağlamında uluslararası hukuka uyum konusunda öfkeli ısrarıyla birleştiğinde, ABD, uluslararası bir müttefikin davranışı hukuka aykırı olduğunda uluslararası hukuku görmezden gelirken, düşmanlarına saldırmak için uluslararası hukuku kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermiş oldu. Bu, açıkça bir çifte standart ve ahlaki ikiyüzlülük örneğidir ve uluslararası hukuku düzenleyici bir normdan ziyade bir politika aracına indirger.

Sonuç olarak, 7 Ekim hakkında ne kadar çok şey öğrenirsek, İsrail’in vahşi tepkisinin resmî gerekçesi o derece şüpheli bir hal alıyor. Bağımsız bir uluslararası soruşturma yapılması uzun bir zamandır gecikmiş durumda. İsrail’in “güvenlik zaafı”, İsrail liderlerinin Mısır ve ABD’den aldığı ve şüphesiz İsrail’in Gazze’deki gözetim becerisiyle doğrulanan uyarılarla nasıl uzlaştırılabilir? İsrail’in misillemesine yönelik şüpheci görüşler; nehirden denize Büyük İsrail’i kurma yönündeki 7 Ekim öncesi planları tırmandırmak için önceden planlanmış bir bahane sunuyor gibi görünen İsrail tepkisinin ölçeği ve yoğunluğuyla güvenilirlik kazandı.

“FİLİSTİNLİLERİN 7 EKİM SALDIRISI, SÖMÜRGELEŞTİRME SÜRECİNE KARŞI “NORMAL” BİR DİRENİŞ EYLEMİDİR”

sari hanafi röportaj

Prof. Dr. Sari Hanafi-Beyrut Amerikan Üniversitesi

Hamas, Filistin ve İsrail açısından son bir yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Filistinlilerin 7 Ekim saldırısı sosyolojik olarak, uzun süren bir sömürgeleştirme sürecine karşı gelişen “normal” bir direniş eylemidir. Gerek İsrail hükümeti gerekse de kamuoyunun Oslo Barış sürecini uygulamamaya karar vererek İkinci İntifada’yı şiddetle bastırmaya giriştiği 2000 yılından bu yana, Batı Şeria’nın işgali ve Gazze Gettosu’nun ablukası oldukça çirkin bir hal almışken (BM istatistiklerine göre İsrail ordusu ve yerleşimciler tarafından öldürülen Filistinlilerin sayısı İsraillilerden 21 kat daha fazla¹, buna toprakların ellerinden alınması, yasa dışı yerleşimlerin genişlemesi ve hızla yayılması da eklenmeli) Filistin’in direnişinin güzel olması beklenebilir mi? Böyle bir beklenti içinde olmak sosyolojik olarak hayalciliktir. Toplumsal ve ahlaki sorumluluğu düşünen bir sosyolog olarak, daha önceki bir yazımda² formüle ettiğim tavrı benimsiyorum.

Filistin’in kahramanca direnişiyle gurur duymuş olsam bile, her gün televizyonda İsrail soykırımını, binaların, okulların, üniversitelerin, altyapının büyük ölçüde yakılıp yıkıldığını seyrederek geçirdiğim bu bir yılın hayatımın en zor yılı olduğunu itiraf etmeliyim. Gazze’nin yok edilmesinin bedeli acı vericiydi, çoğu Gazze’deki, 600’den fazlası da Batı Şeria’daki siviller olmak üzere yaklaşık 42 bin kişi öldürüldü. 100 binden fazla kişi de yaralandı (dünyaca ünlü Uluslararası Halk Sağlığı Dergisi Lancet bu rakamları üçe katlıyor). 

AVRUPA SİYASETİ VE ENTELEKTÜELLERİ OTORİTELERİNİ VE HATTA GÜVENİLİRLİKLERİNİ KAYBETTİLER

Son bir yılı gözlemlediğinizde; ABD ve Avrupa’nın, uluslararası kurumların ve kamuoyunun veya halkların bu süreçteki duruşlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir yılda, çevremdeki insanlar ve öğrenciler, antisemitizmi silah olarak kullanan ABD, Kanada, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi birçok Batılı ülkeye olan inancını kaybetti. Bu ülkeler İsrail’i uluslararası insancıl hukuka karşı sorumlu tutmanın antisemitik olduğunu varsayıyor. ABD’de hükümet, Filistin yanlısı ve İsrail’i eleştiren söylemleri bastırmaya yönelik bazı adımlar attı. Üniversite kampüslerinde muhalefeti susturmayı amaçlayan yeni bir yasa tasarısı (HR 6090), Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ve yetkililerine yönelik yaptırım tehditleri, TikTok’un yasaklanması, Leahy Kanunu’nun ihlali ve ABD’de ifade özgürlüğünü engellemek ve akademik özgürlüğü bitirmek ve bunlardan daha fazlası olan birtakım adımlar örnek olarak verilebilir. Aynı zamanda, öğrenci hareketleri de dahil olmak üzere tüm dünyada halklar arasında müthiş bir dayanışmanın görülmesi gelecek için umut verici bir durum. 

Ancak, bu tür bir tutarsızlık adına modernliği ve insan haklarının evrenselliğini bir kenara atmak isteyen “popülist” tavırdan da korkuyorum. Fazla söze gerek yok, bugün Ortadoğu’da kadınlara yönelik aile içi şiddete karşı duran Batılı akademisyenlere, İsrail’in Gazze’de sivil kadınlara yönelik toplu katliamına karşı durmaları gerektiğini hatırlatmak isterim (henüz yapmadılarsa). Benzer şekilde, Avrupa siyaseti ve bu siyasetin organik entelektüelleri bilgi konusunda otoritelerini kaybettikleri veya artık kaynak gösterilebilir olmadıkları ve hatta güvenilirliklerini kaybettikleri için, bugün insanların çektiği acıları Avrupalı meslektaşlarından daha iyi anlayan ve ele alan Afrikalı ve Latin insan hakları akademisyenleri ve aktivistleri temel alırım (burada özellikle Küresel Güney’deki insan hakları örgütlerini finanse eden Alman/İngiliz/Fransızları düşünüyorum). Afrikalı ya da Latin Amerikalı ya da yerel insan haklarının gündemlerini Batılılar konu olarak ele almazken, aile içi şiddet konusunun önemini koruyabilmesinin nedeni budur. İnsan haklarının evrenselliğini (örneğin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde somutlaşan) Avrupa-Amerikan anaakım politikasından kurtarırsak ancak bu durumu düzeltebiliriz. 

Haydut devlet İsrail, Lübnan ve İran’ı savaşa çekerek kitlesel ölçekte herkesi öldürmek istiyor. Aynı zamanda görünen o ki İran da, İran asıllı Kanadalı Abdie Kazemipur’un da belirttiği gibi, kendisi ve müttefikleri için bir açmaz yaratıyor: İsrail’in saldırı ve provokasyonlarına karşılık verirse İsrail/ABD ile doğrudan bir savaşın içine çekilecek; vermezse İsrail tüm muhalif taraflara karşı krizi tırmandırarak, sonuçlarını umursamadan saldırmaya devam edecek. İran için kazanma ihtimalinin söz konusu olmadığı bir durum. Lübnan için de kazanma ihtimali söz konusu değil. İsrail’in barış sürecini barışsız bir süreç olarak (Yahudi yerleşimlerini hızlandırırken Filistinlilerin pasifize edilmesi), İran’ın ise savaş sürecini özellikle Lübnan, Yemen ve Irak’ta askerî harekâtta bulunmak üzere vekillerine dayanarak gerçek anlamda bir savaşın olmadığı bir süreci kullanmakta olduğu konusunda Khaled Hroub’a katılıyorum.³ İran’ın 1 Ekim’de gönderdiği 200 füzenin çoğu Amerikan ve İsrail Demir Kubbeleri tarafından durduruldu, dolayısıyla çok az etkisi oldu. Asıl savaş Arap Baharı’na karşı (elbette sadece İran değil, diğer Arap ve Batı ülkeleri de buna dahil).  

DAYANIŞMA HAREKETLERİ VE HÜKÜMETLER, SÖMÜRGECİ İSRAİL’İN ŞİDDETİNİ SONA ERDİRME KONUSUNDA SORUMLULUK ALABİLİR 

Hizbullah, iletişim sistemi (çağrı cihazı, Toki-wiki) ve Seyid Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere liderlerine yönelik kitlesel suikastlar nedeniyle ciddi bir darbe aldı. Hizbullah’ın Gazze’deki Filistin direnişini desteklemesini etik bulsam da böyle ideolojik bir hareketin stratejisini daha iyi planlamak için gerçekliği dikkatli okumasının zamanının geldiğini düşünüyorum. Gerçeği okumak, daha fazla askerî kabiliyet, jeopolitiği daha iyi anlamak, daha şeffaf siyaset ve daha az kibirli konuşmalar, mesela tabanının beklentilerini çok yüksek tutmamak anlamına geliyor. Örneğin, Hizbullah Suriye’ye müdahale edip Suriye halkını baskı altına almak için bu kadar çaba harcarken, İsrail yoğunluğunu Hizbullah militanları hakkında yapay zekâ verileri toplamaya ve insansız hava araçları geliştirmeye vermişti. İsrail’in bu iki araçtaki üstünlüğü Gazze ve Lübnan’da muazzam bir etki yarattı ancak Hamas liderleri daha geleneksel iletişim araçlarını ellerinde tuttukları için ilkinin etkisinin yanında sönük kaldı. Tüm bu aksiliklere rağmen Hizbullah’ın bugünlerde Gazze ve Lübnan’daki İsrail soykırımını baltalama kabiliyetiyle bizi şaşırtacağını umuyorum.  

Bununla birlikte hissiyatım, olası tek kazananın Filistin olduğu yönünde. Filistinliler 7 Ekim’den önce İsrail’in sömürgeci uygulamalarına boyun eğmekten başka bir perspektifi olmayan kaybedenlerdi. Şimdi davalarının uluslararası olarak masaya yatırılabileceğine dair bir umut var. Hem insanlığa inanan özgür insanlar (dayanışma hareketleri) hem de dünyadaki çoğu hükümet apartheid ve sömürgeci İsrail’in uzun süreli şiddetini sona erdirme konusunda sorumluluk alabilir (Birleşmiş Milletler’in İsrail’in Filistin topraklarındaki yasa dışı işgalini sona erdirmesi için son tarih belirleyen Eylül 2024 tarihli Genel Kurul kararı 124 ülkeden lehte, 14 ülkeden aleyhte oy aldı). Orta vadede, enkaz altından umut çıkarmaya çalışsam da kısa vadede biraz karamsarım. Hâlâ inanabildiğim tek şeyse tam olarak beklenmedik bir sürpriz çıkabileceği. 100 sürprizden biri de iyi olabilir, değil mi?

“ÇATIŞMA FİLİSTİN’İN ÖTESİNE YAYILIRSA, AKSA TUFANI İSRAİL’İ UZUN VADEDE YIPRATABİLİR”

muhammed muhtar şankiti röportaj

Prof. Dr. Muhammed Muhtar Şankıtî-Katar Üniversitesi Uluslararası İlişkiler

Aksa Tufanı’nın bir yılını; Filistin davasına yansımaları, Hamas ve İsrail’in siyasi-askerî kazanım ve hedefleri ile bölgesel ve küresel düzene etkileri açısından kısaca değerlendirir misiniz?

Aksa Tufanı’ndan bir yıl sonra savaşın yayılmaya başladığını, Filistin’i aşarak Lübnan’a ve tümüyle bölgeye taşındığını, birkaç devlet ve grubun dahil olduğu çok taraflı hibrit bir savaşa dönüştüğünü görüyoruz. Çatışmanın genişlemesi İsrail’in birçok cepheden yıpranmasına yol açtığı için Gazze halkının tek başına üstlendiği ağır bedeli azaltarak Gazze halkına fayda sağlar.

Askerî perspektiften Aksa Tufanı, gerek 7 Ekim 2023’teki ilk saldırıdaki beceri, cesaret ve titiz planlama açısından gerekse dışarıdan hiçbir destek almadan bir yıl boyunca savunmada gösterilen efsanevi direnç açısından mucizeyi andıran bir başarı elde etti.

İnsani perspektiftense Gazze, ne yazık ki kurtuluş savaşları için beklenmedik sayılamayacak korkunç bir trajedi yaşıyor. Sömürgeci güçlerin tümü, kendilerine ve geleceklerine güvenlerini kaybetmeye başladıkları son aşamalarda zulmü artırır.

Stratejik açıdan, Aksa Tufanı’nın sonuçlarının nasıl tezahür edeceği ve uzun vadede Filistin davası üzerindeki derin etkilerinin ne olacağı belirsizliğini koruyor. Bununla birlikte, çatışmanın Filistin’i aşarak genişlemesiyle, Aksa Tufanı’nın İsrail’i uzun vadeli ve kapsamlı bir tükenişe götürme olasılığını artıracağı konusunda iyimserim.

Ahlaki ve psikolojik açıdan Aksa Tufanı’nın en büyük meyvelerinden biri, Filistin davasını küresel bilincin derinliklerine taşıması ve böylece Amerikan halkının çoğunluğu gibi İsrail’in sadık destekçileri de dahil, tüm dünya halklarının bu davanın haklılığını ve insaniliğini anlamasını sağlamasıdır. Bu önemli kazanım hemen sonuç vermeyebilir; bugün Amerikan ve Batı üniversitelerinde Filistinlilerle dayanışma için gösteriler yapan gençler yarın ya da öbür gün parlamento ya da hükümet üyesi olmayacaklar. Onların farkındalığıysa uzun vadede, 10 ya da 20 yıl içinde, nüfuzlu mevkilere geldiklerinde muazzam sonuçlar doğuracak. Bu gençler, gelmekte olan geleceğin göstergesi.

Son olarak, İran ve İsrail arasında başlayan gerilimin Aksa Tufanı’nı bir yol ayrımına getirdiğine inanıyorum; ya ABD çatışmanın büyümesinden ve kontrolden çıkarak Ortadoğu’daki Amerikan nüfuzunu ve menfaatlerini etkileme potansiyelinden korkup İsrail’e ateşkes dayatır ya da savaş genişleyerek kapsamlı bir bölgesel çatışmaya dönüşür ve herkesin ağır bedeller ödeyeceği uluslararası bir savaşa yol açar.
__

¹https://www.ochaopt.org/data/casualties

²Sari Hanafi, From “Spacio-cide” to Genocide: The War on Gaza and Western Indifference, https://www.palestine-studies.org/en/node/1654923

³https://www.palestineforum.net/%D8%B9%D9%85%D9%84%D9%8A%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%AD%D8%B1%D8%A8-%D9%88%D9%84%D9%8A%D8%B3-%D8%A7%D9%84%D8%AD%D8%B1%D8%A8-%D8%A8%D9%8A%D9%86-%D8%A5%D9%8A%D8%B1%D8%A7%D9%86-%D9%88%D8%A5%D8%B3%D8%B1/

HABERE YORUM KAT

1 Yorum