Âkif’in Düşünce Dünyasının Ayrıntıları
Asım Öz, bu haftaki kitap kritiğini Abdurrahim Karadeniz'in "Ayrıntı ya da Hiç" isimli kitabıyla sürdürüyor:
Mehmed Âkif hakkında iki müstakil yazının yer aldığı Abdurrahim Karadeniz’in Ayrıntı ya da Hiç adlı inceleme kitabına Âkif merkezli olarak bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Asım Öz / Haksözhaber
Türkçe kültür dünyasında Mehmed Âkif üzerine yazılan yazıların bir külliyat oluşturacak bollukta olduğu eski yeni dergiler arşivine göz ucuyla bile bakıldığında rahatlıkla görülebilecek niteliktedir. Buna bir de yorumsuz uzun şiir alıntılarından oluşan biyografik kitapların ve “tezsiz” tezlerin de eklenmesi halinde Mehmet Âkif’le ilgili hemen her şeyin bilindiği yanılsamasının oluşmaması mümkün değildir. Oysa gerçek hiç de göründüğü gibi değildir. Yazılan yazıların çoğunda ister eleştirel boyut taşısın isterse onama makamında olsun Âkif hakkında hükümler vermekten uzaklık sezildiği gibi onu dönemler içinde kavrayamama durumu da dikkat çeker.
Peki, bu neden böyledir? Kanaatimce bunun böyle olmasının birkaç sebebi vardır. İlkin Âkif’in yaşamının trajedik yanları, samimiyeti ve örünün son yıllarında “sessiz” yaşamayı seçişi kişilerin konuşma cüretini önemli ölçüde kırmaktadır. Bir başka sebep ise Âkif hakkındaki tartışmaların hâlâ düşünce ve siyaset dünyasında güncelliğini kaybetmeyen tartışmalar olmasındır. Âkif’in modernlikle ilişkisinden din telakkisine, şiir anlayışından düzyazıya bakışına, milliyetçilikler karşısındaki tutum ve tavrından milli marş şairliğine değin pek çok meselede güncel olması aynı zamanda kültürel dünyadaki yorumları süreğen kılmaktadır. Öyle ki, bu süreğen olma durumu doğrudan onun hakkında yazılmayan yazılar da bile kendini gösterir.
Farklı Bahislerde Âkif
Görece uzun bu girişin ardından Mehmed Âkif hakkında iki müstakil yazının yer aldığı Abdurrahim Karadeniz’in Ayrıntı ya da Hiç adlı inceleme kitabına Âkif merkezli olarak bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Kuşkusuz düşünce dizgesinde ayrıntıların önemli olduğunu ifade eden ve dört bölümden oluşan bu kitap sadece Âkif’i anlatan yazılardan oluşmuyor. Modernlikten postmodernliğe, köyden kente, yerlilikten siyasete, Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a Cemil Meriç.’ten Nuri Pakdil’e, Nazım Hikmet’ten Oğuz Atay’a pek çok konu ve isim mercek altına alınıyor bu inceleme kitabında toplanan yazılarda.
Yazarın, duygu ve imanı düşünceden ayıran ‘kadim medeniyetimiz’den kopuş konusunda ne düşündüğü apaçıklık kazanamamış olması bir yana düşünceye dayalı bir toplumsal yapı olmaklığın giderek önem kazandığını vurgulaması da tartışmaya açık bir yargı. Çünkü güncel kültürde çok parçalılığa eklenen görsel magazinlik hemen her şeyi olduğu gibi düşünce dünyasını da etkisi altına altığından, düşünsel bir istikametten ziyade kültürazzinin çeşnileriyle yetinen ve temelde kopulduğu düşünülen duygu temelli varoluş biçimlerinin devamlılığının yaşanmakta olduğu da düşünülebilir.
Kitabın diğer yazıları gibi Âkif hakkındaki yazılar da daha önce Hece dergisinde yayımlanan yazılar. Yani yazılar okurla buluştuktan sonra belli bir bütünlük gözetilerek bu kitaba dahil edilmiştir. Kitaba alınan ilk yazı Âkif’in düşünce dünyasına, öncülerine ve gelenek algısına odaklanan “Mehmet Âkif’in Düşünsel Öncüleri ve Gelenek Algısı” başlığını taşıyor. İkinci yazı ise Mehmet Âkif’in şairliğine odaklanan “Mütevazı Şair: Mehmed Âkif Ersoy”. Başka konularda yazılan kimi yazılara bile Âkif’in düşüncelerinin doğrudan dâhil olmasının onun tartıştığı/gündeme getirdiği meselelerin güncel olmasından kaynaklandığını belirtmiştik. Karadeniz’in kitabında bu güncelliğin görünümleri Âkif’in düzyazı ve şiir hakkındaki görüşleri ile başlayıp Rasim Özdenören, Sezai Karakoç ve Erdem Bayazıt gibi yazarlar hakkında yazılan yazılarda devam etmek biçiminde ortaya çıkıyor.
Önce ilkinden başlayalım: Âkif bir sohbet sırasında Batı düşüncesi ile Osmanlı kültürelliği içinde beliren farklılığın esasen düzyazı ve şiir arasındaki ayrımdan kaynaklandığını ileri sürer. Ona göre Batı düşüncesinin serpilmesinin temelinde yatan husus akletme yetisi ile ilgilidir veya bunu yani aklı işlevsel kılabilmekten kaynaklanır. Âkif’in bakış açısına göre şiirin duygu ağırlıklı bir tür olması onu düşünce yönünden zayıflatan bir husustur. Ayrıca Âkif’in bu düşüncelerinin aktarıldığı yazının yerlilik, dil ve görsel dil konulu bir yazı olması da atlanmaması gereken bir konudur. Karadeniz, Âkif üzerinden yaptığı aktarımlara şöyle devam ediyor: “ Âkif, Batı realizmini önemser. Ona göre biz, şiir toplumuyuz ve bu duygusal ve irrasyonel yönümüz, sürekli şiirle beslenir. Böyle bir değerler dizgesiyle Batı teknolojisi karşısında çaresiz kalacağımız muhakkaktır. Gerçekleri önemsemeyişimiz, onlardan kaçışımız ve gerçekleri görecek bir görüş noktası bulamayışımız, bütün bunlar,farklı bir dünya algımızın sonucudur aslında.” Sonraki yıllarda Cemil Meriç başta olmak üzere pek çok ismin de gündemine gelen bu konularda yazarın ne düşündüğünü, Âkif’in yorumlarına katılıp katılmadığına dair bir çıkarımda bulunmak mümkün değil. Başka kaynaklardan yapılan alıntılarla Âkif’in olgular dünyasına yönelen bakışının Batılı olduğu hükmüne ulaşılmış gibi. Zaten Âkif’e ilişkin olarak “bakış sorunu” diyebileceğimiz durumlar da buna benzer okumalardan kaynaklanır.
Âkif’in bir biçimde dahil olduğu yazılardan bir diğeri Nuri Pakdil’le ilgilidir. Bu yazının giriş kısmında Türkiye’de aydın yabancılaşması üzerinde durulduktan sonra halkına yabancılaşmayan aydının temsilcisi olarak Nuri Pakdil adı anılır ve şu cümleler kurulur: “İşte Nuri Pakdil, bozgun psikolojisini atamamış, yabancılaşmış iktidar destekçisi aydın tipinin büsbütün dışında konuşlanır. Muhalif tavırlar ve yaklaşımlar da var elbet.Mehmet Âkif’i hatırlamalıyız örneğin. Ama onun, yazı önceliklerini ve düşünsel çabalarını yurdun içinde bulunduğu nazik durumu göz önüne almadan yeterince anlayamayız” Burada ne kastedildiğini de yeterince anlamak mümkün değildir. Âkif’in İkinci Abdülhamit devrindeki konumu göz önüne alındığında onun iktidar karşıtı olduğunu biliyoruz. Ne var ki, sonraki yıllarda iktidarlara çok uzak olmayan bununla birlikte mesafesini kaybetmeyen bir ilişkisinin olduğunu da. Acaba “yurdun içinde bulunduğu nazik durum” denilirken burada kastedilen Âkif’in Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki durumu mu ? Yoksa Âkif’in bütün ömrü mü?
Âkif deyince akla gelen önemli hususlardan biri onun zamanın bilincinde olmaya yapmış olduğu vurgudur. Bu temel vurgu gerek Menar’dan yapmış olduğu çevirilerde gerekse kendi yazı ve şiirlerinde Asr Suresinin öne çıkmış olmasını açıklamak bakımından önemlidir. Buna karşın, onun dolayısıyla düşünce dünyasının zamanın idrakinde olma durumuna ilişkin yapılan tartışmalar ekseriyetle “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” yaklaşımı üzerinden gerçekleştirilir. Nedense Âkif’in bu düşüncesi genellikle bir tür eklektiklik olarak okunup hemen mahkum edilir. İsmail Kara’dan Yusuf Kaplan’a değin uzanan bu mahkum edici okuma biçimi karşısında Metin Önal Mengüşoğlu, Yasin Aktay ve Mehmed Kürşad Atalar’ın ortaya koyduğu karşı okuma hali yapılan tartışmalarda pek gündeme getirilmemektedir. Mahkum etme siyaseti olarak anılabilecek bu durum muhafazakâr yazarlar başta olmak üzere pek çok isim tarafından uygulanır. Bunlardan birini Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler yazarı Rasim Özdenören ortaya koyar. Onun başka yazılarında da görebileceğimiz “mahkum etme siyasetine” hiç değinmeyen Karadeniz “gönül adamı” olarak andığı Özdenören’in Âkif hakkındaki düşüncelerine şu cümlelerle değinir: “ Mehmet Âkif’in ‘Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı’ yaklaşımı Özdenören’e gelene değin eleştirel bir dikkatle pek okunmadı örneğin. Oysa o, bu yaklaşımda ters bir durum görür. Bu yaklaşımda belirleyiciliğin İslam’da değil, asrın Batılı düşünür ve entelektüellerinin görüşlerine bağlandığı kanısındadır. Soruyu “Kim kimi tezkiye edecek? Asrın idraki mi İslâm’ı tezkiye edecek, yoksa İslâm mı asrın idrakini…” şeklinde sorar ve Âkif’in bu yaklaşımında Batılı referanslar bulur. Dini mevzuların, inanç mevzularının pozitivist yaklaşımlarca düşünülünce zedelenebileceğini (…) nasıllıklarıyla irdeler. Özdenören’in Âkif’in düşüncelerinde değindiği ayrıntılar; önemsiz görülmeyince de olabilecek türden değildir. Bu ayrıntılar fark edildiğinde kendimize, kendi duruş ve düşüncemize dair daha sağlıklı tespitler yapılabilir.” Yukarıda bahsettiğimiz gerçeklik meselesinde olduğu gibi bu yazıda da meselenin önemli yönlerinin atlanılması Âkif’te karışıklıklar içinde ortaya çıkan yönelimin dönemin şartları içerisinde sağlıklı bir biçimde daha doğrusu künhüne vakıf olunarak yapılamadığını da gösterir.
Sezai Karakoç’un yazınsal iktidar tarafından görülmeyişi bahsinde Ahmet Oktay’dan yola çıkılarak Karakoç’un, edebi kamuda dikkate alınmamasının temel sebebinin Mehmed Âkif’le aynı yolun yolcusu olmasından kaynaklandığı belirtilir. Erdem Bayazıt’ın Birazdan Gün Doğacak şiirinin düşünsel bağlamının yani Asr-ı Saadet vurgusunun çağdaş bir direniş hali olduğu ama bu düşünsel düzlemin şiirin tabiatına aykırı olmasından dolayı şaire büyük zorluklar çıkarttığı üzerinde durulurken Mehmed Âkif şiirinin de benzer açmazlarının olduğuna değinilir. Ne var ki, bu açmazların ne olduğunu daha açık bir biçimde görmeyi vaat edecek genişlikteki “Mütevazı Şair: Mehmed Âkif Ersoy” başlıklı yazıda Âkif’in düşünce ve edebiyat dünyasını mezcedişine yapılan esaslı vurgular ötesinde pek bir şey söylenmez. Âkif’in camiye gelişi ile Yahya Kemal’in camiye gelişi arasındaki yöneliş farkına vurgu yapan şu ayrıntı önemli: “Yahya Kemal Süleymaniye Camii’nde ‘ân’la ‘geçmiş’i bir bayram namazında buluştururken kendisi bir sanatçı( şair) olarak oradadır: Bir gözlemcidir… Âkif’se bir mümin olarak camidedir. Ömrü boyunca da ya kürsüde olacak ya da ‘cami’ kavramını hayatın ve söylediklerinin merkezine alacaktır.”
Sezai Karakoç’un, açmazların beslediği şiirsel zorlukları, ‘şiir oluş” düzleminde, diriliş ve medeniyet kavramlarıyla farklı bir düzlemde aştığı söylenirken de Âkif’in sadece düşünsel meseleler bahsinde değil şiire ilişkin meselelerde de güncelliğini koruduğunu bir kere daha görme imkânı buluruz.
Esas Bahisler
Doğrudan Âkif, konulu yazılar söz konusu olduğunda, bu yazılarda dile getirilen düşünceler toplamı bir anlamda Abdurrahim Karadeniz’in Âkif hakkındaki “hükümlerini” de ortaya koyar. “Mehmet Âkif’in Düşünsel Öncüleri ve Gelenek Algısı” başlığını taşıyan yazı önce Âkif’e kadar olan Batılılaşma sürecini, Osmanlı imparatorluğunu kurtarma arayışlarını ve onun yetiştiği sosyal çevreyi kısaca ele alır. Mehmet Âkif’in, çevresinin ve mektebin etkisiyle özgün bir kişilik olarak yazı ve düşünce hayatına dahil olduğunu açıklayan satırlarda büyük ölçüde Sezai Karakoç’un Mehmed Âkif kitabında toplanan yazıların havası sezilir. Hatta “Mütevazı Şair: Mehmed Âkif Ersoy” başlıklı ikinci yazının giriş kısımlarında bu hava biraz daha baskın bir biçimde hissedilir. Ardından Mehmet Âkif’le özdeş olan Sırât-ı Müstakîm- Sebîlü’r-Reşad dergilerine değinilir. 14 Ağustos 1908’de yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm’in başına Âkif’in getirilme sebepleri hakkında değişik kaynaklardan yapılan alıntılara yer verilir. Buna alıntılarda ortaya konulan görüşlere göre Âkif, hem edebi hem de dini görüşleri bakımından daha liberal olduğu için derginin başına getirilmiştir. Bu bahsi biraz daha açmak için İsmail Kara’nın, çağdaşı pek çok Müslüman aydına göre sekülarizmin merkezinden konuşan Âkif tasvirine yer verildikten sonra şu yorumlar yapılır: “ Âkif’i; liberal, seküler kavramlarıyla yan yana getirmek, amacı aşan denkleştirmeler olduğu gibi onu, İslamcı ifadesiyle sınırlamak da yanlış. Çünkü liberallik, sekülerlik ve İslâmcılık, modern düşünme zamanlarının, kolayca kuşatıp hülasa etme girişimlerinin kalıbı. O, liberal veya seküler olmadığı gibi İslâmcı da değil… Âkif, İttihâd-ı İslâm idealine inanan bir ‘Müslüman’dır. Dünya Müslümanlarının ancak İttihâd-ı İslâm idealiyle sömürgeci kuşatmayı kıracağını düşünür. Geleneğe karşı yenilikçiliğini, rasyonelliğini, bilimselliğini burada aramak gerekir. Yenilikçiliği Namık Kemal ve Cemaleddin Afganî’ye dayanır.” Âkif’e dair yaftalamacı yaklaşımlardan bir kısmını açığa alan bu satırlar önemli. Ne var ki, İslamcılık tanımının ilk defa 1910’lu yıllarda Ziya Gökalp tarafından kullanıldığı anımsanırsa İslamcılık tanımının Âkif için kullanılmasında bir gariplik olmamalı. Öte yandan Karadeniz, bu yazıyı yetmişli veya seksenli yıllarda kaleme almış olsa İslamcılık tanımının dışarıdan bir tanımlama olduğundan dolayı yani Müslüman’ca kaygılardan dolayı kullanılmak istenmeyişi anlaşılabilirdi. Fakat yazının iki binli yıllarda yazıldığı anımsanırsa bu nitelemeden sakınma siyasetinin çok da doğru olmadığı ortadadır. Çünkü bu yıllarda- hatta daha öncesinde- Müslümanlar kamusal tartışmalarda bir kimlik tanımlaması olarak bu kavramı yoğun olarak kullanmaya başladılar. Âkif’in direnişini olumlayan yazarın, onun yenilikçiği bahsinde Namık Kemal adıyla Cemaleddin Afganî adını aynı anda zikretmesi ise bir başka çelişik bakışı gündeme taşır. Nedir bu çelişki? İslam’ı araçsallaştıran Yeni Osmanlıcılarla kaynaklara dönüşü savunan Menar ekolünü aynı düzlemde zikretme çelişkisini. Karadeniz, Namık Kemal bahsinde daha önce Yurt ve Dünya dergisi hakkında bir çalışma yapmış olmanın avantajlarından da yararlanır. Mesela bu derginin birinci sayısında Niyazi Berkes Namık Kemal’in İslamcılığını irdelerken Behice Boran Namık Kemal’de Devlet Fikrini ele aldığını aktarır. Öte yandan Âkif’i Türkiye’deki çağdaş düşünce tarihini ele aldığı eserinden dışlayan Hilmi Ziya Ülken’den başlamak üzere muhafazakâr düşüncenin Âkif’in yenilikçiliği ve İslamcılığı bahsinde hep Namık Kemal’i anıyor olması İslamcılık ve yerlilik tartışmaları açısından da üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkar. Oysa söz konusu metinde meselenin bu boyutlarına ilişkin herhangi bir değini yoktur. Dolayısıyla düşünce tarihi meseleleri ele alınırken meselenin düğüm noktasını oluşturan ayrıntılara odaklanılması zorunluluğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Gelenekçi ulemaya karşı Afganî’yi destekleyen Âkif’in düşünce dünyasının Afganî’den ziyade Muhammed Abduh’a yakın olduğunu belirten Karadeniz, konu hakkında hem Âkif’in yazmış olduğu yazılara hem de dönemi ele alan başka kaynaklara müracaat ederek meseleyi derin bir biçimde ele almaya çalışır. Hayatının belli bir döneminde toplumsal değişim konusunda Abduh’un tedrici yaklaşımını benimseyen Âkif’in hayatının belli dönemlerinde tıpkı Afganî gibi hemen inkılâp istediği zamanların da olduğu hatırlanırsa Âkif’in hayatının bu mesele konusunda sadece bir yönünün olmadığı dolayısıyla farklı dönemlerde bu iki ismin onun üzerindeki dönüşümlü etkisi mutlaka hatırlanması gereken önemli bir husustur. Sözgelimi meşrutiyet yıllarının Âkif’i Muhammed Abduh’tan ziyade Afganî’ye yakındır denilebilir. Nihayetinde Afgani’yi hapseden padişahın istibdadına karşıdır Âkif. Diğer yandan, Âkif’in ömrünün sonlarında Abduh’un tedricilik idealini bile Âsım’da olduğu gibi güçlü bir biçimde dillendirip dillendirmediği üzerinde de durulabilir. Çünkü ceberut tek partili yılların zulmü karşısında hicret etmek durumunda kaldığı için toplumsal kesimlere söz söyleme imkanından da mahrum bırakılmıştır. Görüldüğü üzere mesele dönüp dolaşıp ayrıntılara geliyor. Ama sözünü ettiğimiz yazılarda ayrıntılar üzerine pek gidilemediğini de görüyoruz.
Yazının diğer bölümlerinde Said Halim Paşa başta olmak üzere Âkif’in fikri kaynakları üzerinde durulurken Batılı herhangi bir düşünürünün adının anılmaması Âkif’in düşünsel yönelimlerinin ana ekseninin İslâmi kaygılar olduğunun bir işareti olarak okunabilir. “Mütevazı Şair: Mehmed Âkif Ersoy” yazısında ise Âkif’in okuduğu ve bildiği Fransız edebiyatçılardan bazıları anılır. Bunlar arasında Victor Hugo, Emile Zola, Alexandre Dumas, La Martin, Alphonse Daudet ilk elde anılabilir. Bu yazıda Fransız düşünürlerden Rousseau, Renan gibi isimlerin okunup sindirildiği söylense de bu okunup sindirmenin mahiyeti hakkında tıpku edebiyatçılarda olduğu gibi herhangi bir değinide bulunulmaz. Âkif’in düşünsel öncülerini ele alan ilk yazının son kısımlarında geleneksel İslamcı olarak bilinen Volkan gazetesinin Said Halim Paşa’ya yönelttiği eleştirilerinden alıntı yapılarak Mehmed Âkif ve Said Halim Paşa gibi isimlerin İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliklerinin ele alınması gerekliliği haklı olarak vurgulanır. İslamcılığı yenilikçi bir biçimde savunan Âkif’in Mısır’da kaldığı yıllarda gelenekçi İslamcı olarak anabileceğimiz Mustafa Sabri Efendi ile ilişkileri yazının son kısmında ele alınır ve adeta Âkif’in burada Mustafa Sabri Efendi’ye yenilikçiğinin hesabını verdiği belirtilir. Sanırım yazar burada Âkif’in Mısır yıllarında esas düşüncelerinden önemli ölçüde vazgeçerek geleneğe döndüğünü ima etmektedir. Oysa bu konuların açılarak, delillendirilerek irdelenmesi gerekirdi.
Bütün bunlar göz önüne alındığında hem Âkif hakkında yazılan yazıların hem de bizzat Âkif’in hayatının ve düşünce dünyasının boşlukları üzerinde daha çok- ama her halükarda devirler içinde kırılmaya uğrayan bir şahsiyet karşısında bulunulduğu unutulmadan- durulması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Boşluklar farkedilmediğinde veya korunan düşünsel istikamet kavranılmadığında yenilikçiliği yenilen ve yerilen bir Âkif portresiyle karşı karşıya bırakılırız. Ki bu durum aynı zamanda hakkaniyetten uzaklaşıldığının da göstergesidir.
Abdurrahim Karadeniz, Ayrıntı ya da Hiç, Hece Yayınları, 2011, 264 sayfa.
HABERE YORUM KAT