1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. ‘‘Akif Eleştiriyi Can Kulağıyla Dinlerdi, Lehindeki Yazılara ise İlgisizdi’’
‘‘Akif Eleştiriyi Can Kulağıyla Dinlerdi, Lehindeki Yazılara ise İlgisizdi’’

‘‘Akif Eleştiriyi Can Kulağıyla Dinlerdi, Lehindeki Yazılara ise İlgisizdi’’

N. Ahmet Özalp yazdığı ‘Aklı Kamaştıran Belagat Kasırgası’ kitabıyla ilgili, Mehmet Akif Ersoy ve Safahat bahsi içinde soruları cevaplıyor.

15 Eylül 2019 Pazar 18:56A+A-

HALE KAPLAN ÖZ / STAR

Aklı Kamaştıran Belagat Kasırgası’nda N. Ahmet Özalp, Safahat’ın edebiyat çevrelerince nasıl karşılandığını, 1911-1924 yılları arasında hakkında yayınlanan yazıları bir araya getirerek ortaya koyuyor. Batıcılık ve yerlilik düşüncesinin yüz yıl önceki ahvalini de bu yazılar üzerinden okumak mümkün. 

Akif ile ilgili bir çalışma aklınızdan bile geçmiyormuş ve böylesi bir kitap çıkıyor. Ona karşı olan çekinceli tutumuzun sebebi neydi?

Sanırım temel neden Akif’i ve dönemini doğru okuyamamak. Söz gelimi Akif’in Mısır’a gidişini bir tür kaçış gibi görüyorduk. “Neden burada kalıp mücadelesini sürdürmemişti?” benzeri sorular bizi hep olumsuz sonuçlara götürüyordu. Dönemin şartlarını düşünmüyor, “hicret”in de mücadelenin bir parçası olduğunu hesaba katmıyorduk. Buna Necip Fazıl’ın üzerimizdeki karşı konulmaz etkisini de eklemek gerekir.

Bu kitabın, sizdeki Akif’e etkisi ne oldu?

Bu kitap bize Akif’i yeniden keşfettirdi. Onu yakından tanımamızı sağladı. Elbette bunu yalnız kitabın içerdiği yazılar sağlamadı. Çalışmamız Akif’le ilgili bütün yazıları, yapılan bütün çalışmaları toplayarak kapsamlı bir Akif okumasını da beraberinde getirdi. Bu okumaların yansımaları kitapta görülebilir. Bütün bu okumalar Akif’i, kişiliğini, savaşımını doğru biçimde tanımak imkânını verdi. Dostlarından birinin söylediği gibi “ahlâkî meziyetleri, insanî vasıfları, şiirinden de, malumatından da yüksek” olan örnek insan ve Müslüman Akif’i tanımamızı sağladı. Kişisel olarak tanıyanların şiirinden önce bu insan ve Müslüman Akif’e hayran olduklarını görüyoruz.

Safahat egemen edebiyat çevresinde yok sayılıyor yayınlandığında... Nasıl bir edebi kamudan bahsedilebilir o yıllar için?

Kısaca söylemek gerekirse dönemin edebiyat çevresi, Pakdil’in dediği gibi Batı’ya bakmaktan boynu tutulan insanlardan oluşuyor. Bunlara göre Batı, uygarlığın tek temsilcisidir. Bizim de uygarlık yolunda ilerleyebilmemiz ancak onlar gibi olmamızla mümkündür. Şair ve yazarlarımız Akif’in de belirttiği gibi Batı’nın izlediği yolu izlemeyi seçmişler, başka yollar arayanları “gafil” kabul etmişlerdir. Batılı gibi olabilmenin öncelikli gereği de Akif’in kelimelerini kullanarak söylersek “terakki” önündeki en büyük engel olan “din kaydı” “bela”sından kurtulmuşlardır. Bunlar da tıpkı Batılı aydınlar gibi “tanrı”yı öldürmüş, her türlü inancı “hakikat”in düşmanı ilan etmişlerdir. Bir cümleyle toparlarsak dönemin şair ve yazarları köklerine yabancılaşmış, Batılılar gibi, özellikle de Fransızlar gibi yaşamak, düşünmek, yazmak peşinde koşmaktadırlar.

Müslüman şairin yeri nerededir tüm bu oluşumda?

Doğal olarak dışında. Onların gittiği yoldan başka bir yol aradığı için bir “gafil”, katıksız bir inanca sahip olduğu için de onların “hakikat”ine düşman kabul edilir Akif. Bu nedenle Nazım’dan ödünç alarak söylersek “Büyük şair” olsa “İnanmış adam” Akif’in egemen çevrenin içine girebilmesi, onlar tarafından kabul görebilmesi mümkün değildir. Diğer bir neden daha var ayrıca. Egemen çevrenin sanatta kendisinden başka bir amaç tanımayan “sanat için sanat” anlayışına karşı Akif “toplum için sanat” anlayışını benimsiyor. Akif’in bu anlayışı da onun dışlanması, kabullenilmemesi için yeterli ve geçerli bir nedendir.

Süleyman Nazif’in ifadesiyle ‘makberi bir sükût’ yaşanıyor Safahat karşısında. İlk kim bozuyor sessizliği?

Yakın dostları ile kendisi de sanat anlayışı nedeniyle egemen çevrenin dışında kalmış Raif Necdet’i saymazsak ilk yazı Fecriati topluluğu içinde yer alan Hamdullah Suphi tarafından yazılıyor. Safahat’ın çıkışından üç ay sonra yayımlanan bu yazı egemen çevrenin ölümcül suskunluğuna son veriyor, uygulanan boykotu da kırmış oluyor. Bir tür vicdan azabının dışa vurumu sayabileceğimiz bu yazı, doğal olarak içinde bulunduğu çevrede hayal kırıklığına neden oluyor. Bu “itizal”i, yoldan sapması nedeniyle Fecriati topluluğunun reisi Celal Sahir tarafından yazılan bir eleştiri yazısıyla Hamdullah Suphi paylanıyor. Bu yazı bir tartışmanın da fitilini ateşliyor. Hamdullah Suphi’nin yanı sıra Mithat Cemal de tartışmaya katılıyor. Celal Sahir’in meydandan çekilmesiyle de sona eriyor. Burada şunu da belirtmek gerekiyor. Hamdullah Suphi, Akif’in yakın çevresinde bulunmamakla birlikte onu tanıyanlardan biridir ve tanıyanlar içinden Akif’e dil uzatan hiç kimse çıkmamıştır. Şunu da unutmamak gerekir. Hamdullah Suphi uzun yıllar tek istisna olarak kalıyor. Dönemin önde gelen şair ve yazarları suskunluklarını sürdürüyorlar.

akf.jpg

Raif Necdet avama hitap ettiğini söylüyor. Sevimli ve munis bulduğu taraflar var ama. Taassuba isyan eden Köse İmam’a ise dikkat çekiyor... Bu yazıya ilk tepki Mithat Cemal’den geliyor... Mehmet Akif peki, o nasıl tepki veriyor?  

Akif eleştiriden çekinen, korkan birisi değildir. Tersine, kendi lehine yazılan yazılara ilgisizdir. “Yazmasa da olurdu”, “Anlattığı şair ben değilim” gibi geçiştirir bu tür yazıları. Kendisini bütün saldırılara karşı cansiperane savunun Mithat Cemal’e olumlu ya da bu anlama gelebilecek tek bir kelime bile etmemiştir. Buna karşılık eleştirileri can kulağıyla dinler ya da okur. Celal Sahir’in yazısını kendisine Mithat Cemal okur. Son derece öfkelidir. Oysa Akif yazıda bir güzellik, bir haklılık bulmaya çalışır. Söz gelimi, zekice yazılmış bir yazı olduğunu söyler, uyaklarına yöneltilen eleştirileri haklı bulur.  

Mithat Cemal asıl cevabını verdiği bir yazı dizisi yayınlıyor akabinde... Burada objektif olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mithat Cemal Akif’in en büyük hayranıdır. Ona saldıranlar karşısında da son derece acımasızdır, hatta olayı kişiselleştirmekten kaçınmaz. Buna karşılık tartışmalar dışındaki yazılarında oldukça yansız ve nesneldir. Akif’in şiirinde güzel bulduğu yönleri olduğu kadar, beğenmediği, kusurlu bulduğu yönleri de dile getirir.

Bir de müstehcenlik tartışması var. 

Akif toplumcu olduğu kadar gerçekçidir de. Bu nedenle kimi şiirlerinde kişilerini kendi dilleriyle konuşturur. Bu konuda da son derece başarılıdır. Birkaç şiirinde kişilerin konuşmalarında geçen kimi kelimeler, aslında hoşgörülebileceği hâlde söz konusu Akif olunca eleştiri konusu edilerek müstehcenlikle suçlanır. Elbette buradaki müstehcenlik bugün anlaşıldığı gibi cinsellikle, açık saçıklıkla ilgili değil, kelimenin kök anlamıyla bağlantılı kabalık, bayağılıkla ilgilidir. Akif’in en iyi eleştirmeni yine kendisidir. Yazdıklarını sürekli gözden geçirir, değişiklikler, düzeltmeler yapar. Nitekim suçlama nedeni olan kelimelerin büyük bölümünü sonradan değiştirmiştir.

Eleştirenlerin de ortak takdirinin olduğu nokta peki?

Akif’i şairden saymayanlar bile onun Türkçesini -Mithat Cemal onun altı-yedi Türkçe bildiğini söylüyor: Divan Türkçesi, tekke Türkçesi, medrese Türkçesi, Tanzimat Türkçesi, Servetifünun Türkçesi, sokak ve ev Türkçesi-, bu dili ve aruzu kullanmaktaki becerisi, şiirlerindeki betimleme ve öykülemeler ile diyaloglarındaki ustalığını kabul ve takdir ediyorlar. Hatta bunu özellikle öne çıkararak onun şair değil, manzum hikâyeci olduğunun bir kanıtı olarak öne sürüyorlar.

Fuat Köprülü tartışmaya bile değmez diyerek kestirip atıyor. Bu ilgisizliğin beyanı da bir anlam taşıyor olabilir...  

Bugünün yaygın söyleyişiyle söylersek öyle bir mahalle baskısı var ki, o çevre içinden sevenler, takdir edenler bile Akif hakkında yazamıyorlar. Okuyorlar, tartışıyorlar, hatta kimi zaman dostlarına düşüncelerini açıklıyorlar ama yazmaya gelince kalemlerini kırıp susuyorlar. Dahası takdir edenler arasında adlarının anılmasını bile istemiyorlar. Düşünün Akif’i çok seven, yazdıklarını çok beğenen yakın dostu Süleyman Nazif bile ancak birinci kitabın çıkışından (1911) tam yedi yıl sonra, 1918’de yazabiliyor hakkında. Böyle bir ortamda Fuat Köprülü’nün tavrı, yazmak zorunda olduğu için Akif’ten söz ettiğini ama onu hiç mi hiç benimsemediğini egemen çevreye duyurmak anlamına geliyor. Millî edebiyat anlayışını benimsedikten sonra da tavrı devam ediyor. Çünkü bu anlayış dinden değil ağırlıklı olarak etnik kökenden kaynaklanıyor. 

Peki en hakikatli değerlendirme hangileridir sizce yazılanlar arasında?

Öncelikle Süleyman Nazif’in yazılarını anabiliriz. Yakın bir dostun kaleminden çıktığını gösteren kimi yerleri olmakla birlikte hâlâ Akif’i ve şiirini en iyi anlatan yazılar arasında yer almaktadır. Cenap Şahabettin’in yazısı on üç yıllık bir suskunluğun azabıyla yazılmış olsa da çok güzel, çok hakikatli bir yazı olarak anılabilir. Önceki kuşaktan olduğu (Ebiyatıcedide) hâlde ustalığı, otoritesi genelde kabul edilen bir isim olması bakımından bu yazı ayrıca önemli. Son olarak Yakup Kadri’nin yazısını anabiliriz. Kendi içinde son derece tutarlı ve açıklayıcı bir yazı. Ayrıca Akif’i bir yol gösterici, bir aydınlatıcı olarak anması da dikkate değer.

‘Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkarım’ ve öncesindeki dizeler, onu şair saymayanların dayanağı olmuş...

Söz konusu şiiri söylediğiniz anlamda önce Raif Necdet kullanıyor, arkasından yanlış hatırlamıyorsam Celal Sahir ve Mehmet Sıtkı. Son ikisinin şair olmaları da ilginç. Raif Necdet’i bir yana bırakalım ama bir şairin bu şiiri anlayamamış olması ya da bu kadar yanlış anlaması ancak kasıtla açıklanabilir. Bu şiir insan/Müslüman ve şair olarak Akif’in kişiliğinin özü, özetidir desek abartmış olmayız. İnsan/Müslüman olarak özetidir, çünkü onun alçakgönüllülüğünün, eskilerin deyişiyle mahviyyetinin ifadesidir. Şair olarak özü, özetidir, çünkü bu şiir onun poetikasını, şiir anlayışını dile getirmektedir. Bu şiirde Divan ve Servetifünun döneminde gördüğümüz şiiri gerçek dünyadan kopuk yapmacıklı, süslü söz söyleme sanatı olarak gören anlayış reddedilmekte, toplumcu ve gerçekçi bir sanat anlayışı ortaya konulmaktadır. Bu yönüyle döneminin genel anlayışına bir meydan okumadır aynı zamanda. 

Avama hitap ettiği söylenen Safahat o dönemde avamda nasıl karşılık bulmuş?

Kitaptaki yazılarda Akif’in halk için yazdığını savunanlar olduğu gibi tersini savunanlar da var. Akif’in şiirlerini yalnız halk ya da seçkinler mi okumuştur, yoksa hem halk hem de seçkinler tarafından mı okunmuştur bunu bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa okunduğudur. Bunu kitaplarının yaptığı baskılardan yola çıkarak söyleyebiliriz: 1928 yılına kadar birinci kitap (Safahat, ilk baskı 1911) üç kez, ikinci kitap (Süleymaniye Kürsüsünde, ilk baskı 1912) dört kez, üçüncü kitap (Hakk’ın Sesleri, ilk baskı 1913) üç kez, dördüncü kitap (Fatih Kürsüsünde, ilk baskı 1914) dört kez, beşinci kitap (Hatıralar, ilk baskı 1917) üç kez, altınca kitap (Asım, ilk baskı 1924) iki kez basılmıştır. Son kitap (Gölgeler, 1933) bilindiği üzere Mısır’da basılmış, yurda gönderilen sayılar gümrükten geri çevrilmiş, yurda sokulması yasaklanmış, bir şekilde girenlerin de toplatılması kararı verilmiştir. Bu nedenle konu dışında kalıyor. Akif’in şiirleri, bu baskılar göz önüne alınarak söylemek gerekirse sevilerek okunmaktadır.

Bu dönemden sonra nasıl ilerlemiş tartışma?

Bu dönemden sonra tartışma zorunlu olarak bitmiştir. 1925’te Akif’in dergisi (Sebilürreşat) kapatılmış, dergiyi birlikte çıkardıkları Eşref Edip tutuklanarak “hıyanet-i vataniye’den -ki cezası idamdır- yargılanmak üzere İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiş, kendisi de Mısır’a hicret etmek zorunda kalmıştır. Ölümüne (1936) kadar Akif ve şiiriyle ilgili tek yazı çıkar basınımızda: Süleyman Nazif’in İki Secde başlıklı yazısı (Servetifünun, 4 Mart 1926). Artık Akif’le ilgili yazı yazmak için kelleyi koltuğa almak gerekirdi. Bunu da ancak Süleyman Nazif yapabilmiştir. Anılan yazısında yaşadıkça Akif’le ilgili yazılarını sürdüreceğini belirten Süleyman Nazif’e ne yazık ki ömrü vefa göstermemiş, yazıdan altı ay sonra vefat etmiştir. Bağımsız yazı olmamakla birlikte zaman zaman bir haber ya da yazı içinde anıldığı görülmektedir. Özellikle Maarif Vekaleti’nin 1925 yılında yeni bir milli marş için yarışma açması üzerine başlayan tartışmalar içinde ister istemez Akif de anılmaktadır.

 

HABERE YORUM KAT