Akhisar Özgür-Der’de ''Modernleşme ve Ulema'' Semineri
Akhisar Özgür-der temsilciliğinde düzenlenen programda Edremit Kardeşlereli Derneğinden Yakup Döğer '' Modernleşme ve Ulema '' başlıklı konuyu anlattı.
Döğer özetle şu konulara değindi:
Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyetle birlikte ağır ama çok yoğun bir dönemin ardından, bir daha geri dönüşü mümkün olmayan eşiğe geldi. 22 Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyetle birlikte hemen hemen her şey yerinden oynadı. Birçok kadim unsur yüzyıllarca varlığını sürdürdüğü mevki, makam ve konumundan başka bir yere taşındı. Devletin, toplumun, erkeğin, kadının, eğitimin, alimin, talebenin, akla gelebilecek onlarca unsur var oldukları ve kabul görüldükleri yerlerini değiştirmek zorunda kaldı. Kurulan yeni düzen, kendisinin ithal edildiği Avrupa’nın iteklemesi ve yerli işbirlikçilerinin de gayretiyle, kendi beka sorununu çözmek için bunları mecburiyet olarak dayattı.
Bu süreç içerisinde yerinden olan/edilen en önemli unsurlardan biri de şüphesiz ki ulema sınıfı oldu. “Millet-i Hakime” kavramının Meclis-i Mebusan’a atfı ile meclis devlet hiyerarşisinde en üst yere çıktı/çıkarıldı. “Millet-i Hakime” kavramının modern söylemde yerin alan “Milli Egemenlik” kavramının o günkü kavramsal karşılığı olarak değerlendirilmesi sonucunda, hesap verilecek tek merci olarak meclisi mebusan ete kemiğe bürünerek varlığını, müstekbir edasını da takınarak hissettirmeye başladı. Artık itaat edilmesi gereken, son sözü söyleyecek olan meşrutiyet yönetiminin meclisi mebusanıydı. Kimse meclisin üstünde olamaz, olmamalıydı.
Dönemin ulema kesimi Abdülhamit’e karşı II. Meşrutiyetle birlikte İttihatçıların safında yer aldığından artık, muhalefeti kurup örgütleyecek ve yönetecek olma sıfatını kaybetmiştir. Kadim dünya tarihinde iktidarların her zaman kendilerinden çekindiği ulema, Meşrutiyetle birlikte edilgen duruma düşmüş, kurup yöneten olmaktan, buyrulan, yönetilen sınıfına dahil hale gelmiştir. Bu iddia en azından Meşrutiyetin ilanı ile birlikte ilk yıllara bakıldığında doğruluğunu teyit edecektir. Daha sonra hata yaptıklarının farkına varan bu sınıf muhalefette yerini alacak, lakin hataların telafisi mümkün olmayacaktır.
13 Nisan 1909 tarihinde 31 Mart Vakası gerçekleşir. Hadiseden sonra ortaya yıkıcı sonuçlar çıkar, Müslüman dünya günümüzde bile etkisini sürdüren “irtica” kavramıyla tanışır. Bu olayda da ilmiye sınıfı, ulema kesimi meclisin ve ittihatçıların yanında yer alır. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye olarak “Asker Evlatlarımıza” diyerek bir beyanname yayınlar. (Beyanül Hak sayı 29, sayfa 668, Tarih 19 Nisan 1909) İttihatçıların kısa sürede devlet ve millet üzerindeki istibdad-baskıcı politikası, 31 Mart Vakasını ortaya çıkarmış, devlet ve toplum daha büyük sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Şeyhülislamın şahsında ulema kısmını bertaraf etmeye çalışan İttihatçı taife, bu olayı fırsat bilerek, ilmiye sınıfından söz söyleyebilecek kim varsa bastırmış, yine bu olayı fırsata çeviren aynı taife, Abdülhamit’i yerinden etmiştir.
Bu olaylardan sonra artık ulema sınıfı, Mustafa Sabri Efendinin deyimiyle, “sarıklılar” olarak anılacak ve gerek devlet kadrolarında gerekse toplumun gözünde sarıklılar taifesi hakir görülecektir. Basında sarıklılar aleyhine çıkan makale ve haberlere bozulan Mustafa Sabri Efendi, 21 Haziran 1909 tarihli Beyanül Hak’ın 30. sayısında “Menakıbımız ve Misalimiz” adlı bir makale kaleme alacak ve şahsında “sarıklılar”ı savunmak zorunda kalacaktır. Öyle görünüyor ki, Mustafa Sabri Efendi yapılmak isteneni anlamış gibidir, ama yine de durumun sıkıntılı sürecinden dolayı olsa gerek çok fazla bir şey diyemez. Mustafa Sabri Efendi başka bir şeyi daha anlamıştır, o da meşrutiyetin ne olduğunu daha kimsenin anlayıp takdir edemediğidir. Tabi burada akla gelen başka bir soru da, meşrutiyette yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, Sabri Efendinin meşrutiyetin hakkıyla takdir edilmediği yönündeki ifadesidir.
İttihatçılar Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye mensubu ulemanın siyasi beyannamelerde bulunmasını, mebuslar ve ayan dışında kimsenin siyaset işine karışmamasını istemektedir. Ulemanın beyannamesinden rahatsız olmuşlardır. Dikkat çekici diğer bir husus, İttihaçı taife ulemayı Elmalılı Hamdi Efendi’nin şeyhülislamı bir devlet memuru olarak görmesi gibi değerlendirmektedir. “Bundan başka ulema sınıfı genel olarak devlet hazinesinden maaşlı birer memur olduklarından dolayı, Meclis-i Mebusan ve Ayan dışından siyasete karışmaları doğru olmaz.” Elmalılı Hamdi Efendinin açtığı kapıdan İttihatçılarda girmiştir. Ulema maaşlı birer devlet memurudur, dolayısıyla siyasete müdahil olamaz.
İşin rengi ortaya çıkmıştır. Artık ulema sınıfı siyasetle iştigal etmemeli, siyasete müdahil olmamalıdır. Zira en baştan onlar devlet hazinesinden maaşlı birer memurdur. Mustafa Sabri Efendi İttihatçıların bu beyanına karşı sert eleştiriler getirir. O’na göre, ulema “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker” yapmakla vazifelidir. İttihatçıların raporuna karşı Beyanül Hak’ın 17 Ekim 1911 tarihli 131. sayısında, kurum olarak Cemiyet-i İlmiye, şahıs olarak da Mustafa Sabri Efendi sert açıklamalarda bulunur. Cemiyet-i İlmiye “Cevap Sevap” adlı bir beyanat yayınlar, Mustafa Sabri Efendi de “İttihat ve Terakki Kongresinde Karait Olunan Raporun Bir Noktası” adlı bir makale kaleme alır ve düşüncelerini ifade eder.
Mustafa Sabri Efendinin bu çıkışı dönem itibarıyla kayda değer bir çıkış olsa da, ulemanın ittihatçıların iktidara gelirken ki zamanında aktif desteğinin yerini pasif muhalefete bıraktığını göstermesi açısından da kayda değerdir. Zira artık askeri ve siyasi güç, kendilerini siyasetten men etmek isteyenlerin elindedir. Siyasi ve askeri gücü elinde bulunduranlar, ulema kesiminin nerede durması ve siyasete karışacaksa nasıl karışacağına dair de karar verenlerdir. Sabri Efendi İttihatçı taifenin gizli niyetini anlamıştır:
Mesele anlaşılmış, ulemanın siyasetten muhalif olmayacağı iktidar tarafından ifade edilmiştir. İttihatçılar ulema sınıfını siyasetin dışına iterken, gariptir ki, İttihatçıların bu raporunu olduğu gibi neşreden Sıratı Müstakimde bu rapora karşı herhangi bir tepki gösterilmemiştir. Sıratı Müstakim tepki göstermemesinin ve tavrının ne yönde olduğunun izlerine daha ilk sayılarında rastlamak mümkündür. Musa Kazım ve Eşref Edip, İttihat ve Terakki kulübünde gece dersleri verirken konuya hararetle yaklaşmakta ve iktidara muhalefetin herkesin işi olmadığını savunmaktadır:
Sırat-ı Müstakim çevresine göre, hem de erken denilebilecek bir dönemde, İlim ehli siyasi konulara giremez, hükümeti eleştiremez, hükümetin icraatlarını tenkit edemez. Onların işi elini eteğini dünyadan çekerek soyut bir dini okuyup öğrenmek ve insanların kalbi ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamaktır. Kendileri hem ilim tahsil etmekte hem de siyasetten bahsetmektedir. Bu ise kabul edilebilir değildir. Hocaların ve talebelerin siyasetten bahsetmeye yetkileri de, salahiyetleri de yoktur. Kimse kendisini meclisin ve onun hükümetinin üstünde göremez.
Özellikle 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve tek tek fertlerin ilim ehlini bir kenara bırakması, geleneği, ilmi birikimi atlaması, derinliği olmayan sığ bilgiyle direk olarak kaynaklarla yüzleşmesi, akademik çevrelerce geleneğe sürekli saldırılarak, geleneksel ulemanın itibarsızlaştırılmasının geçmişe dayanan bir alt zemini vardır. Sırat-ı Müstakim çevresi de ittihatçı taifenin istediği gibi hareket etmekte farkında olmadan ya da olarak geldikleri geleneğin altını oymaktadır. İlim ehline saygının kalmamasındaki en önemli sebeplerden birisi, beslendiği yere yeterince muhalefet edememesidir. O dönemde buraya doğru gelen tarihsel süreç içerisinde ulema, bir muhalefet unsuru olarak etkinliğini yitirmiştir. Toplumu, dinin karşısında olan her şeye karşı kurup inşa edici konumundan uzaklaşmış, toplum ile iktidar arasında, toplum ile kaynaklar arasındaki varlığı akamete uğramıştır.
Dinin dışında yer alan her şeye karşı muhalefetin şer’i çizgide sağlanması görevi, kadim gelenekte ilim ehlinin inşa ve icra ettiği görevler arsında yer alırken, modern dönem yorumlarında bu kesimin tarafsızlığına sürekli vurgu yapılmaktadır. İktidar, gerektiğinde kendi karşısında yer alabilecek olan ulemaya, tarafsız olmasını nasihatlerken, bir bakıma meşruiyetinin de sorgulanmamasını sağlamaya çalışmaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonraki gelişmelere bakıldığında, ulema kurucu ve inşa edici vasfından soyutlanarak, mevcuda tabi konuma geçecektir. Meseleye İttihatçıları ve Sıratı Müstakimin gözünden bakacak olursak, Abdülhamit baskıcılığından yakınırken, usulü fıkıh geleneğindeki muhalefetini bırakarak, modern bir muhalefet yapısı olan ittihat terakki içinde yer alacak, bunun sonucunda belirleyen değil, itaat eden konumuna yerleşecektir. İktidar bilgi üzerindeki hegemonyasını sağlarken, üretilen bilgi ideolojik inşa ile paralel, bilgiyi üreten kesimde iktidara tabi olacaktır.
HABERE YORUM KAT