Akademi, Filistin sınavında başarısız oldu!
Eyyüp Yılmaz, ABD'deki üniversitelerin Filistin konusunda takındığı ikircikli tutuma veya daha kötü Siyonizm yanlısı duruşu analiz ediyor.
Eyyüp Yılmaz / Açık Görüş
Amerikan akademisinde Filistin imtihanı
Üniversiteler, özellikle Amerikan üniversiteleri İsrail zulmü ile alevlenen Filistin meselesi üzerinden zorlu bir imtihan veriyor. Üniversite bir kurum, bir sosyal topluluk ve bir bilgi üretim müessesesi olarak kendini nerede ve nasıl konumlandıracağına dair sancılı bir sorgu içinde. Bir tarafta modern aydınlanmacı düşünceden miras kalan özgürlük, özerklik, tarafsızlık ve bilimsellik söylemi, diğer tarafta kurumsal, politik ve iktisadi aidiyetler. Evet, Amerikan üniversitesinde konjonktürel politik doğruluk, akademik etik ve iktisadi bağımlılık arasında kıran kırana fakat umut verici bir mücadele yaşanıyor. Nitekim, Filistin meselesi Amerikan üniversitesinin geldiği nokta, yöneldiği ufuk, entelektüel eğilimleri, kurumsal yapısı ve sosyal atmosferi hakkında çok önemli şeyler söylemektedir. Buradan yola çıkarak, Filistin trajedisi etrafında Amerikan üniversitelerinde olup bitenleri değerlendirmek; varlığını borçlu olduğu kurucu değerler üzerinden üniversitenin nasıl bir imtihana tabi olduğuna dair bir tartışma yürütmek istiyorum. Bu çerçevede, 1) öncelikli olarak üniversitenin hangi fikri temeller üzerine, ne amaçla bina edildiğine dair tarihi bir yolculuk yapacak, ardından 2) Amerikan üniversitelerinin Filistin trajedisine nasıl yaklaştığını değerlendireceğim. Günümüz Amerikan üniversitesinin kurumsal, toplumsal ve entelektüel yönüyle üç farklı görünüm arz ettiğini öne sürdüğüm bu yazı, üniversite fikri üzerine bir tartışma davetidir.
Üniversite
Amerikan tarihçi Haskins, modern üniversite "Orta çağ Paris ve Bologna'sının torunudur... temel yapı aynıdır ve tarihsel süreklilik kesintisizdir" der (Haskins 2013, 3). Öyle ki başlangıçta öğrenci ve öğretmen loncaları olarak ortaya çıkan, daha sonra Kral ve Kilise'nin koruması altında kurumsal ve entelektüel özerkliğini(!) giderek pekiştiren üniversite, günümüzdeki formuna kavuşmuştur. Bu çerçevede ilk olarak, 1100 ve 1200 yılları arasında, " 12. Yüzyıl Rönesansı" olarak bilinen dönemde, Batı Avrupa, İspanya'daki Müslüman âlimler aracılığıyla önemli bir bilgi akışı yaşamış; Klasik Antik Yunan kaynaklarıyla kurulan bağ sayesinde, güçlü ontolojik ve epistemolojik temelleri olan entelektüel bir rönesans geçirmiştir. Bu entelektüel canlanma, bilginin doğasını değiştirmekle kalmamış, "katedral ve manastır okullarının bağlarını koparmış ve kalifiye meslekleri yaratmıştır." Nitekim, mevcut müfredat ruhban eğitiminin ötesine geçmiş; "Batlamyus'un astronomisini, Öklid'in tüm eserlerini ve Aristoteles mantığını batı bilgi deposuna ekleyen" bir sürece evirilmiştir (Nelson 2001; Haskins 2013, 5, 29). Evet, bu dönemde Aristoteles ciddi popülerlik kazanmış; dini otoriteler ile Aristoteles'in talebeleri olan filozoflar arasında uzun süren mücadeleler başlamıştır. Nitekim, Notre Dame Katedrali'nden doğan Paris Üniversitesi, söz konusu fikri mücadele zemini üzerine inşa edilmiş bir kurumsal yapı örneği; modern üniversitenin ilk formudur.
Şöyle ki, 12. Yüzyıl Fransa'sında piskoposun temsilcisi olan Notre Dame şansölyesi, bölgedeki tüm öğretmen ve öğrencilerin "kutsal emir" altında olduğunu, rahip ya da keşiş olmasalar dahi din adamı olarak hareket etmeleri gerektiğini emir buyurur. Eğitmenlere sadece ne öğretecekleri değil nasıl öğretecekleri de vazedilir (Nelson 2001, 2). Ancak katedralin bu otoriter tutumu, katedrale bağlı okullarda ders veren fakat radikal görülen öğretmenler ile katedral arasındaki çatışmanın fitilini ateşler. Öyle ki birçok öğretmen o dönemde Latin Quarter olarak bilinen ve Avrupa'nın farklı yerlerinden çok sayıda manastıra ve öğrenciye ev sahipliği yapan bölgeye taşınır. Nitekim, Paris'teki entelektüel merkezin yer değiştirmesiyle sonuçlanan bu göç, Latin Mahallesi'ndeki öğretmen ve öğrencilerin bir ittifak oluşturmasının da önünü açar. Muhalif, kurumsal bağlılığı olmayan, korunaksız fakat sayıca bir hayli olan bu grup, mesleklerini icra etmek, haklarını ve 'özgürlüklerini' korumak için bir lonca, o zamanki tabiriyle 'universitas' şimdiki adıyla üniversiteyi kurarlar.
Öyle rivayet edilir ki, bu gerginliğin vukuu bulduğu zamanlarda Paris Öğretmenler ve Öğrenciler Loncası (the University of the Masters and Students of Paris) koruma ve ayrıcalık talep etmek için kralı ziyaret ederler. Elbette devletin personel ihtiyacının karşılanmasında etkin, Paris'in bölgesel cazibesini artıran ve daha da önemlisi ciddi bir vergi kaynağı olan bu grup, talep edilen hak ve ayrıcalıkların tanınmaması durumunda şehri terk edeceklerini, "Paris sokaklarının tozunu cüppelerimizin eteklerinden silkeleyeceğiz" diyerek ifade ederler. Nitekim tehdit işe yarar ve kralın himayesine girerler. Böylelikle, Papa ile girdikleri diyalog bir yana, bu lonca mensupları, modern üniversitenin tohumunu entelektüel, politik, iktisadi ve dini bir uzlaşma zemininde filizlendirmeye başlarlar. Rüegg'in ifadesiyle her ne kadar üniversitenin kazandığı güç ve özerklik muhtelif otoritelerin müdahalesini ya da koşullara bağlı olarak değişen kontrol biçimlerini tamamıyla ortadan kaldırmasa da 'bağımsız' bir topluluğun inşası için temel teşkil etmiştir (1991).
Elbette 12. Yüzyıl Paris örneği üzerinden üniversitenin doğasına dair kat'i çıkarımlar yapmak adil olmayacaktır. Fakat ister Oxford'a ister kilise ve devlet arasındaki savaştan kaçıp Oxford'dan ayrılan Cambridge'e bakalım; ya da Viyana, Heidelberg ve Harvard'ın kuruluş dinamiklerine... Üniversitenin özünde bilgi üretim ve transferini konu alan bağımsız bir topluluk oluşturma gayesi olduğu görülecektir. Ancak, bu bağımsız topluluğun inkişafında dinin, felsefenin, ideolojik güdü ve muhtelif tarihi dinamiklerin etkili olduğu da vakıadır. Netice itibariyle kilise ve devlet himayesinde, kurumsal tanınırlık, hak ve ayrıcalıklar ekseninde şekillenen bir bağımsızlıktan bahsediyoruz. Öyle ki, 18. Yüzyıl itibariyle bu 'bağımsız' topluluğun duruşunu aydınlanma felsefesi ile güncellediğini ve sekülerleştiğini, ulus devletle ideolojik ortaklığa dayalı yakın münasebetler geliştirdiğini görürüz. Hatta hepimizin aşina olduğu bağımsızlık-tarafsızlık-
Üniversitenin ne olduğuna dair tartışmayı daha fazla dallandırıp budaklandırmadan şöyle sormamız gerektiğini düşünüyorum: ilk olarak bilginin üretimi ve transferini konu alan ve bağımsız bir topluluk olarak ortaya çıkan, günümüzde ise aydınlanmacı düşünceden miras aldığı özgürlük, özerklik, tarafsızlık ve bilimsellik söylemini bayraklaştıran modern üniversite nerede durmaktadır; teşvik ettiği entelektüel değerler, kurumsal yapı ve mensupları arasındaki ilişki nasıl tesis edilmektedir? Evet, Amerikan üniversitesi varlığını borçlu olduğu kurucu değerler, mali gereksinimler, güncel politik kaygılar ve mensuplarının gitgide farklılaşan talepleri arasında nasıl bir denge kurma eğilimindedir? Gelin bütün bu soruların cevabını, önce 1960'lar Amerika'sına giderek ardından Amerikan üniversitelerinin Filistin sınavında gösterdiği refleksler üzerinden okumaya çalışalım.
Filistin imtihanı: Kurumsal baskı, toplumsal vicdan ve entelektüel tutku
1960'larda Vietnam Savaşı ve siyahilerin hak arayışları geniş çaplı protestolara sebebiyet vermiş, yaşanan bu politik ve sosyal karmaşa, üniversitenin kendini sorgulamasının önünü açmıştır. Bu çerçevede, Amerikan üniversitesinin politik olarak nerede ve nasıl durması gerektiğine dair ilk önemli değerlendirme 1967 yılında "Üniversitenin Siyasi ve Sosyal Eylemdeki Rolü" başlığıyla yayımlanan, Kalven Raporu olarak bilinen çalışmadır. 'Akademik' gayelerden taviz verilemeyeceğinin altını çizen bu rapor, üniversitenin politik ve toplumsal konularda kurumsal bir tavır sergilememesini, tarafsız kalmasını tavsiye etmiştir. Toplumsal meseleler hakkında resmi bir tutum benimsenmesi durumunda, mensuplarının fikirlerini özgürce ifade edemeyeceğini öngören bu yaklaşım birçok tartışmayı beraberinde getirmiş, üniversitenin ne olduğu ve nerede durması gerektiğine dair tartışmaları alevlendirmiştir. Fakat çok ses getiren, birçok üniversiteye kurumsal dayanak noktası oluşturan bu rapor akim kalmış bir sorgu örneğidir. Zira, aradan geçen yarım asırlık süre zarfında Amerikan üniversitelerinin toplumsal tabanı etnik, dini ve kültürel olarak çeşitlenmiş, kurumsal yapıda değişiklikler yaşanmıştır. Daha da önemlisi, toplumsal cinsiyet meselesinde olduğu gibi yeni konjoktürel politik doğrular akademik alanı işgal etmiştir.
Bu veçheden bakıldığında, Filistin trajedisi, 1960'larda yarım bıraktığı nefis muhasebesini tamamlaması için Amerikan üniversitesine olanaklar sunmaktadır. Evet, İsrail mezalimi üniversitenin teşvik ettiği entelektüel değerlerin yeniden tahkiki ve kurumsal yapısının tanzimi için bir fırsat zemini olmuştur. Zira, Amerikan üniversitesi kurumsal aklı, akademik etiği ve toplumsal vicdanı ile kendini nerede ve nasıl konumlandıracağına dair yeniden bir arayışa girmiştir. Öyle ki yaşanan son gelişmeler Amerikan üniversitesinin bir kurum, bir sosyal topluluk ve bir bilgi üretim müessesesi olarak uyum içinde hareket etmekte zorlandığını göstermiş, tüm şöhretine rağmen üniversiteden bir içtimai vücut olarak bahsetmenin zorluğu ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, Amerikan üniversitesinde kurumsal aklın sosyal bünyenin davranışlarıyla uyuşamadığı görülmektedir. Dahası ilmi, sadece ve sadece ilmi vazeden entelektüel tutkunun üniversitenin içtimai vücudundan soyutlanmaya başladığı anlaşılmaktadır.
İlk olarak, kurumsal tutumları iktisadi reflekslerle uyarılan birçok üniversitenin bağış kaybetme endişesiyle hareket ettiğini görmekteyiz. Ekseriyet yayımladığı bildirilerde tarafsız kalmak şöyle dursun, İsrail zulmüne 'akademik meşruiyet' kazandırma yolundadır. Bununla birlikte, İsrail'in Amerikan ana akım siyasetindeki dokunulmazlığı, akademinin kurumsal yapılanmasında bir diğer kuvvetli baskı olarak hissedilmektedir. Zira İsrail meselesi tartışmaya kapalı, tek boyutlu bir mesele yani konjoktürel politik doğru olarak akademik alanı işgal etme eğilimindedir. Dolayısıyla, biri iktisadi ve içsel diğeri politik ve dışsal olan bu iki unsur Amerikan üniversitesinin İsrail zulmüne karşı kurumsal tutumunu baskılamaktadır. İkinci olarak, üniversitenin kurumsal tutumlarını şekillendiren baskının üniversitenin sosyal bünyesine nüfuz edemediğinin altını çizmemiz gerekiyor. Bu bağlamda, üniversitenin sosyal bünyesi kurumsal dilden bağımsız bir söylem geliştirmektedir. Öğrenciler, üniversitenin resmî açıklamalarının ötesine geçmekle kalmamakta, işten atılma tehditlerine, fişleme girişimlerine, akademik başarının zevale uğraması riskine rağmen bir duruş sergilemektedirler. Evet, yalnızca Filistin ile etnik, dini veya kültürel akrabalığı olanlar değil muhtelif gruplardan birçok öğrenci üniversite kampüslerinde adalet aramaktalar. Amerikan kampüslerinde zaman zaman protesto formunda, bazen basın açıklaması ve insani yardım kampanyası, kimi zaman ise bilgi üretimi şeklinde vücut bulan, kurumsal yapılanmadan bağımsız bir hareket gözlemlenmektedir.
Harvard, MIT, Princeton, Stanford, UPenn ve Yale'deki durum
Bu arada durumu biraz karmaşıklaştıran Harvard, MIT, Princeton, Stanford, UPenn ve Yale gibi bazı seçkin üniversiteler üzerinden yürüyen tartışmalara ayrıca değinmenin önemine inanıyorum. Zira, bu okullar kampüslerindeki gösterilere diğer okullara göre daha fazla müsamaha göstermişler, üzerlerindeki yoğun baskılara kendilerince direnmişlerdir. Özellikle Harvard, bünyesindeki bir öğrenci topluluğu olan Filistin Dayanışma Komitesinin 7 Ekim'de yayınladığı bildiri sonrası gündeme geldi. Öğrencilerinin ismini vermediği, beklenen yaptırımları uygulamadığı için türlü yaptırımlara maruz kaldı. Örneğin, Wexner Vakfı, Harvard Kennedy School ile bağlarını keserken, İsrail Hebrew Üniversitesi rektörü Asher Cohen, Harvard ve Stanford Üniversitesi rektörlerine yazdığı mektupta, bu üniversitelerin sergilediği tavrın ahlaki liderlik, cesaret ve hakikate bağlılığın en asgari standartlarını bile karşılamadığını söylüyordu. Fakat, 5 Aralık'ta Harvard, MIT ve UPenn rektörlerinin kongrede verdiği ifadeler sonrası tartışmalar çok daha farklı bir yöne evirildi. UPenn rektörünün istifasıyla sonuçlanacak bu süreçte, söz konusu elit okullar sadece İsrail'in haklı mücadelesini desteklememekle değil aynı zamanda antisemitizme ortam yaratmakla da suçlanmaya başlandılar. Öyle ki, Florida Üniversitesi rektörü Benjamin Sasse, Atlantik'e yazdığı "Elit Üniversitelerin Ahlaki Çöküşü" başlıklı makalesinde, "kampüslerdeki mevcut liberal olmayan iklim, bir cumhuriyeti yok edebilecek türden bir trajedidir" deyip, "görünürde hakikat arayışına, fikirlerin keşfine ve insani tekamüle adanmış kurumlar, esasında kendilerini engizisyonlara ve mücadele seanslarına vakfetmişlerdir" çıkarımını yapıyordu. Daha da ilginci, İsrail'in vahşetini ısrarla görmezden gelen, kampüslerdeki gerginliğe klasik liberalizmi reçete olarak sunan bu zat, Harvard, Princeton ve Yale'i yobazlıkla itham edip, şöyle vazediyordu: "ilerlemenin tek yolu, üniversitelerin insan onuruna dayanan özgürlük, hoşgörü ve çoğulculuk değerleriyle örülü klasik liberalizmi kucaklamasıdır" (Sasse 2023).
Sasse'nin modern aydınlanma sosuna belenmiş bu söylemi, kaçınılmaz olarak bir soruyu daha akla getiriyor: akademik hayata eşlik etmesi beklenen entelektüel tutku ve ahlaki sorumluluk bu çalkantılı süreçte nasıl bir oynuyor? Öyle görünüyor ki entelektüel sorumluluğa haiz akademisyenler kendilerini soyutlamış durumdalar. Üniversitenin kurumsal yapısı ile sosyal bünyesi arasında 'arabulucu' olması gereken bu kadro, üniversiteden bağımsız, bireysel varlık alanları oluşturma eğiliminde. Keza, Maryland ve George Washington üniversitelerinin yönettiği ve Ortadoğu üzerine çalışan 936 ABD'li akademisyeni kapsayan araştırma bunu doğrular niteliktedir. Bu araştırmaya göre, akademisyenlerin yüzde 82'si İsrail-Filistin söz konusu olduğunda kendilerini sansürlediklerini söylemiş; bunlardan da yüzde 81'i İsrail'e yönelik eleştirileri dile getirmekten çekindikleri için kendilerine sansür uyguladıklarını belirtmişlerdir. Özetle, Habermas'ın kamusal alanını, Tocqueville'nin methiyeler düzdüğü sivil toplumu gururla heybesinde taşıyan Amerikan akademisyeni, şimdilik Filistin trajedisi üzerine müşterek istişare zemini geliştirme mecalinden yoksun görünüyor.
Sonuç olarak, Amerikan üniversitesinde kurumsal aklın sosyal bünyenin davranışlarıyla uyuşamadığı; entelektüel tutkunun ise üniversitenin içtimai vücudundan soyutlanmaya başladığı görülmektedir. Bu durum, önceleri bilginin üretimi ve transferini konu alan ve bağımsız bir topluluk olarak ortaya çıkan, günümüzde ise aydınlanmacı düşünceden miras aldığı özgürlük, özerklik, tarafsızlık ve bilimsellik söylemini bayraklaştıran modern üniversiteyi mevcut sosyal ve politik atmosferde kendini nerede ve nasıl konumlandıracağına dair sancılı bir sorguya yöneltmiştir. Nitekim, Amerika kampüslerinde konjonktürel politik doğruluk, entelektüel sorumluluk, toplumsal vicdan ve iktisadi bağımlılık arasında kıran kırana fakat umut verici bir mücadele yaşanmakta!
Referanslar
Cavanaugh, W. T. (2009). The myth of religious violence: Secular ideology and the roots of modern conflict. Oxford University Press.
Haskins, Charles Homer. 2013. The Rise of Universities. London, England: Routledge.
Nelson, Lynn Harry. 2001."Lectures in Medieval History: The Rise of the Universities."
Sasse, B. (2023, December 14). The moral decline of elite universities. Atlantic Monthly (Boston, Mass.: 1993). https://www.theatlantic.com/
Smith, Christian. 2014. The Sacred Project of American Sociology. New York, NY: Oxford Univ. Press.
Rüegg, Walter. 1991. "Themes, Reformation in Melus: The Alpha and Omega of The University." Pp. 3–34 in A History of the University in Europe: Universities in the Middle Ages Volume 1, edited by H. De Ridder-Symoens. Cambridge: Cambridge University Press.
HABERE YORUM KAT