AK Parti Mütalaası Hakkında Değerlendirmeler
14 Mart 2008 Cuma günü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman YALÇINKAYA, Anayasa Mahkemesine gönderdiği iddianame ile “AK Parti’nin laikliğe aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline geldiği iddiasıyla kapatılmasını, Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan dahil tüm AK Parti yöneticilerine 5 yıllık siyaset yasağı getirilmesini” istedi.
31 Mart 2008 Pazartesi günü Anayasa Mahkemesi raportörün raporunu görüşmek üzere toplandı. Toplantı sonunda yapılan açıklamaya göre; “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Mahkememize bir iddianame sunmuş idi. Karar, iddianamenin Abdullah Gül dışında kalan bölümünün kabulüne oy birliğiyle, Abdullah Gül yönünden de kabulüne Haşim Kılıç, Sacit Adalı, Serdar Özgüldür ve Serruh Kaleli'nin karşı oyları ve oy çokluğuyla karar verildi.”
30 Nisan 2008 Çarşamba günü AK Parti 98 sayfadan oluşan savunmasını Anayasa Mahkemesine verdi. Savunmada, kapatma davasının devlet ve cumhuriyete olan sadakati tartışmalı hale getirdiğini vurgulandı.
30 Mayıs 2008 Cuma günü Yargıtay Başsavcısı, AK Parti’nin kapatılması davasında mütalaasını Anayasa Mahkemesi’ne verdi. Başsavcı, mütalaasında Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk'un Hacıbektaş'ta yaptığı açıklamayı tekrarladı: "Türban insan hakkı değildir." AK Parti'nin 'takiye' yaptığını ileri sürdü, kapatma davasının AB ile ilişkileri etkilemeyeceğini savundu. Parti kapatmak için Ceza Kanunu'nda suç olan fiilleri işleme zorunluluğu olmadığını iddia etti. AK Parti, ön savunmasında suç delili gösterilen haberlerin çoğunun tekzip edildiğine dikkat çekmişti. Başsavcılık buna şöyle cevap verdi: "Haberlerin tekzip edilmesi, haberin özünü, içeriğini değiştirmeye yetmez."
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın esas hakkındaki görüşü AK Parti'ye gönderilecek, AK Parti de 1 ay içinde esas hakkındaki savunmasını yapacak.
Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AK Parti yetkilileri de sözlü savunma yapacak.
Bütün bu aşamalarda istenebilecek ek süre taleplerini Anayasa Mahkemesi değerlendirecek.
Bu sürecin ardından, davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak olan Anayasa Mahkemesi raportörü, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak.
Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gerekse davalı AK Parti ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek.
Raporun, Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesine dağıtılmasının ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç toplantı günü belirleyecek. Üyeler, belirlenen günde bir araya gelerek kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak.
AK Parti hakkındaki kapatma davasını 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi heyeti karara bağlayacak. Asıl üyelerden herhangi birinin bulunmaması veya emekliye ayrılması durumunda 4 yedek üyeden en kıdemlileri heyete katılacak.
Anayasa'ya göre bir siyasi partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak. Buna göre, kapatma kararı için Anayasa Mahkemesi'nin 11 asıl üyesinin en az 7'sinin oyu gerekecek.
ANAHATLARIYLA MÜTALAA VE GÖRÜŞLERİMİZ Totoloji Sorunu
Mütalaada, Cumhuriyetin temel karakteristiğinin laiklik olduğu defalarca vurgulanırken, AK Parti’nin ön savunmasında da yer alan “Totoloji”yle ilgili ifadelere ise şöyle cevap verildi:
“Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü cumhuriyetin temelindeki Kurtuluş Savaşı sadece yabancı işgalcilere karşı değil, onun içteki işbirlikçisi irticaya, din istismarcılarına karşı da verilmiştir. Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü ulusal egemenliğin kaynağı ilahi kudret değil, bizzat ulusun kendisidir. ‘Totoloji’ kaygısı, varlığını Cumhuriyete ve onun devrimlerine borçlu olanları bu gerçeği defalarca ve ısrarla vurgulamaktan alıkoyamayacaktır.”
Değerlendirme: Totoloji, aynı şeyleri çeşitli şekillerde tekrarlamaktır. Totoloji bilinenin tekrarıdır. Kullanılan ifade biçimlerinin aynı sonucu vermesidir. Yeni bir şey katmayıp bilinen sonuç ya da anlamlara götüren terim.
Laiklik, “tek başına” Cumhuriyetin temel karakteristiği değil, cumhuriyetin temel karakteristiklerinden birisidir. Kurtuluş Savaşı’nda “yabancı işgalcilerin içeride işbirlikçisi irtica” iddiasını kanıtlayacak tek bir örnek yoktur. Bu iddia kuru bir iddiadır. Ulusal iradenin kaynağı, bizzat ulusun kendisi ise (ki öyle olmalıdır); % 47 oy almış bir partinin kapatılması talebini anlayabilmek mümkün değildir. Laiklik, irtica vb tartışmalar gerçekten bir topoloji halini almıştır. Birileri laikliği savunduğunu iddia ederken, dine “irtica” yaftası vurabilmektedir.
Laiklik, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir.
Laiklik, Bütün vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir. Laiklik, devlet ile din arasındaki ilişkiyi düzenleyen hukuki bir kavramdır. Laiklik, bireylerin değil devletin bir niteliğidir. (T.C Anayasası Madde 2)
Günümüzde laiklik üç farklı anlayışla uygulanmaktadır:
1) Fransız anlayışı: Laiklik ilk kez 1946 Anayasasında geçmektedir. Halen yürürlükte olan 1958 Anayasasının 2’nci maddesine göre; "Fransa laik, demokratik, sosyal ve bölünmez bir Cumhuriyettir. Bütün vatandaşlar, köken, ırk veya din konusunda ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Cumhuriyet, bütün inançlara saygı gösterir" Bu uygulamaya göre, devlet tüm inançlara eşit davranmak amacıyla hiçbirini resmi din olarak kabul etmemelidir. Dini inanç, bir kişinin özel yaşamını ilgilendirir. 9 Aralık 1905 yasası, devlet ve dinin ayırımı konusunda, birbirlerinin işlerine karışmama prensibini getiriyor. Dini kurumlar devlet üzerinde nüfuz (etkisi altına almak) kullanamazlar, devlet ise; kilise ve de ona inananlar üzerinde nüfuz kullanamaz, sadece yurttaş olarak etki alanına alır. Böylelikle ayırım, Türkiye’dekinin aksine ne devlet dine ne de din devlete karışmayacak biçimde iki taraflıdır.
Fransa’daki laiklik, “ifade” ve “düşünce” hakkıyla da yakından ilgilidir. Başkalarının hakkına tecavüz etmediği sürece, herkes istediği dine inanma ve uygulama ya da inanmama, uygulamama hakkına sahiptir.
Politik amaçlı, gösterişe yönelik dini belirtiler okullarda yasaktırlar. Bunlara rağmen bazı özel konumlardan bahsetmek mümkündür: 31 aralık 1959 da çıkartılan yasa ile devlet, kendisiyle antlaşma imzalayan “özel dini okullara -école privées sous contrat” ödenek vermektedir. Devlet ödeneği karşılığında bu özel okullar, din içerikli eğitimi azaltmakta, herkesimden-dinden öğrenciye kapılarını açmakta, Fransız Eğitim Bakanlığınca öngörülen program ve saatleri uygulamakta, din dersleri zorunlu olmayıp isteyen öğrencilerle ders saatlerinden farklı anlarda yapılmakta ve bu okullar devletçe kontrol altında tutulmaktadırlar.
Alsace-Mosel bölgesinde tarihi nedenlerden dolayı “Concordat” adı verilen biçimiyle, din görevlileri devlet memuru statüsünde olup, okullarda seçmeli din dersi (katolik, yahudilik, protestanlik ) verilebilmektedir. Müslümanlık, - 1801 ‘de müslüman olmadığından- bunlar içinde yoktur. Ayrıca 1905 yasası çıktığında bu bölgeler Fransa’ya dahil değildi, 1918’de, Birinci Dünya savaşı sonrası yeniden Fransa’ya geçtiğinde ise, Fransız Devleti bu bölgelerin kendi işlerliklerini korumalarını kabul etti.
2) Amerika Birleşik Devletleri anlayışı: Kuruluş yıllarında, Hristiyan değerlerinin yoğun etkisinde olan ABD’nin 1776’da “Bağımsızlık bildirgesi”ni yazan Thomas Jefferson, yaratıcı Tanrı’nın İnsan Haklarını meşru-haklı kılmasından bahseder. Ancak 1787’de anayasanın ilk maddesi ile din ve devlet işleri birbirinden ayrılır, resmi bir din kalmaz. Böylece din ve devlet işlerini birbirinden ayıran ilk anayasa oluşur. 17 Aralık 1791’de Anayasaya, “Kongre bir din kuran veya bir dinin gereklerini serbestçe yerine getirilmesini yasaklayan, söz ve basın özgürlüğü ile vatandaşların şikayetlerini hükümete bildirmek için dilekçe verme hakkını ve barışçıl toplantılarını kısıtlayan hiçbir yasa çıkaramaz.” Yani ABD’de, din ve vicdan özgürlüğü asla kısıtlanamaz, meclisler bu konuda yasa çıkarmaya yetkili değildir.
Politikacılar söylevlerinde dini referansları kullanırlar, hatta George Washington İncil üzerine yemin etme geleneğini başlatan ilk Başkan olmuştur.
Fransa’nın aksine Federal Hükümet hiçbir dini okula ödenek vermemektedir. Fakat, Amerika Devleti tüm dinlerin birleştiği “üst nokta” da inanılan bir Tanrıyı tanımlar, bu “belirgin, saptanmış” herhangi bir dinin tanıdığı Tanrı değildir. Dinler arasında fark gözetmez. Yurttaşların dini yaşamına karışmayı reddeden, şaşırtıcı hoşgörülü laiklik anlayışıyla ABD’nin kurucuları, ülke nüfusunu artırmak için, dünyanın değişik bölgelerinden insanları hatta dini grupları da çekmişlerdir.
Günümüzde din “sosyal ilişki kurma” biçiminde algılanmakta, her yurttaş prensip itibariyle bir inanca bağlanmaktadır. Zaten 2006’da yapılan bir araştırma (Minnesota Üniversitesi), en az güvence altında olan topluluk olarak, azınlıkları (homoseksueller, yabancılar, müslümanlık,..) değil “inançsızlar- athé” leri göstermektedir.
3) Türkiye anlayışı: İslam ülkeleri arasında tek “laik devlet” Türkiye Cumhuriyetidir. Türkiye 1928’de yapılan değişiklikle 1924 Anayasasının 2. maddesi gereği, o günden beri laik bir Devlettir. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet niteliği 1961 ve 1982 Anayasalarında tekrarlanmıştır. Türkiye’de, devlet ile din arasındaki ayırım, Fransa ve ABD’deki gibi karşılıklı birbirinin işine karışmamak biçiminde değildir. Resmi olarak din kurumları devlet üzerinde etkileyici faaliyetlerde bulunamazlarsa da, devlet din kurumları üzerinde bu hakka sahiptir.
Fransız ve Türk Laiklik Anlayışlarının Karşılaştırılması
Laiklik her iki ülkede de teknik bir hukuksal terimdir: Fransa ve Türkiye anayasalarında laiklik ilkesine yer verilmiştir. Laiklik Fransız hukukunda din ve vicdan özgürlüğünün reel ve rasyonel olarak gerçekleşmesine hizmet ederken, Türk hukukunda din ve vicdan özgürlüğünün sınırlanmasına hizmet etmektedir. Avrupa ülkelerinin anayasalarında “laiklik” terimi yer almamaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinin resmi dini vardır: İspanya’da, Katoliklik devletin resmi dinidir (Anayasa 6. md). Yunanistan’da, Hristiyan Ortodoks Kilise devletin resmi dinidir (Anayasa 1. md). Danimarka’da, Protestan-Luther kilisesi devletin resmi dinidir (Anayasa 4. md). İsveç’de, Protestan-Luther kilisesi devletin resmi dinidir (Anayasa 1. md). Norveç’de, Protestan-Luther kilisesi devletin resmi dinidir (Anayasa 2. md). Finlandiya’da, Protestan-Luther kilisesi devletin resmi dinidir (Anayasa 1. md).
Laiklik her iki ülkede de ideolojik bir araçtır: Gerek Fransa’da gerekse Türkiye’de laiklik millet oluşturma / uluslaşma aracıdır. Laiklik Fransa’da değişik kültürel ve etnik grupların cumhuriyet ideolojisine entegrasyonu için savunma aracı olarak kullanılırken, Türkiye’de cumhuriyet ideolojisini diğer ideolojilerden korumaya yönelik olarak kullanılan bir saldırı aracı olarak kullanılmaktadır.
Laisizm / Laisite / Laikçilik, laikliğin, devlet ya da egemen güçler tarafından kendi işine geldiği şekliyle yorumlanıp uygulanması, gerçek laiklikle bağdaşmayan uygulamaların laiklik adı altında topluma dayatılmasıdır.
Laiklik ve laisizm kavramları bu güne kadar aynı algılaya geldiğimiz, anlayışları arasında tarihsel ve sosyolojik farklar göremediğimiz kavramlar olmuştur. Fakat temelde bu iki kavram anlayış ve uygulayışta birbirlerine tamamen yabancı iki kavramdır.
Laiklik temelde hukukun üstünlüğüne dayanan, demokratik değerleri benimseyen, çoğulculuğa, fikir özgürlüğüne, din ve vicdan hürriyetine vurgu yapan bir fikir olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa’da, kilisenin her alana sirayet etmesiyle oluşan totaliter anlayışa karşı sunulmuş muhalif fikirsel bir olgu olarak konumlanmıştır. O gün baskıcı ve güç sahibi anlayışa karşı, demokratik ve güç paylaşımı ilkesine dayalı sistemi savunan laiklik / laisite kavramı Avrupa’nın devletsel anlayışta dini değerleri terk etmesiyle beraber devlet tarafından korunup, uygulanan bir fikir olmuştur. Bu gün Avrupa’nın çoğu yerinde uygulanan laiklik Türkiye ve Fransa anlayışından farklı, din ve vicdan hürriyetlerini güvence altına alan bir koruyucudur. Dinin tahakkümüne karşı çıkarılmış laiklik fikri özgürlükçü bir temelle bu gün dini korumak ve diğer inançlara sahip çıkmak gibi bir görevi de üstlenmiştir.
Laisizm ise kavramsal olarak pozitivist - ateist tabanlı bir görüştür. Laisizm kavramının mahiyeti için Karl Marx'ın ''din insanlığın tarihsel serüveninde insanın, tabiat kuvvetlerinden duyduğu bir korkunun vs. ürünü olarak oluşan mistifikasyonlardan (hurafeler) ibarettir.'' şeklindeki sözleri laisizm in dayandığı pozitivist felsefenin dine bakısını ortaya koyar.
Ayrıca yine Auguste Comte’a göre; din denilen olgu, bilim ve teknolojinin gelişmesi ile, Comte'un ünlü 'üç hal' kanununun ve determinist (zorunlu) yasaların bir gereği olarak kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Laisizmin benimsediği pozitivist temelin laisizm anlayışı, bizim anladığımız şekilde bir din ve vicdan özgürlüğünü değil aksine yaşamsal bir sekülerizmi ifade eder. Türkiye’nin sahiplendiği laisizm dini ya da tanrısal inançları korumaz, aksine onları evrenin gelişiminin doğal seçilimine bırakır. Yani temelde laisizm din ve dini herhangi fikre karşıdır.
Bu bakımdan Türkiye’de uygulanan laiklik anlayışı kavramsal ve uygulanısal olarak asla din ve vicdan hürriyetine saygıyı içermez. Aksine materyalist, dini inançlara karsı, jakoben laisizm i temsil eder.
Türkiye de uygulanan laiklik sandığımız şey aslında temelde laikliğin karsı çıktığı totaliter tutumdur.
Günümüz Türkiye’sinde laiklik kurumu insani özgürlüklerini savunmak yerine, insanların dini inançlarını baskılayan ve kabul etmeye yanaşmayan tutucu bir anlayıştır.
İrtica, Fransızca réaction sözcüğüne karşılık olarak Türkçede kullanılan bir siyasi kavram. Arapça raca'a رجع kökünden türetilmiş olan sözcük "geri dönüş, geriye gidiş, gericilik" anlamındadır. İrtica görüşüne sahip olan kişilere mürteci (Fr: réactionnaire) adı verilir.
Sürekli söyleniyor: İrtica. Bazen hortluyor, bazen eziliyor… Genelde onun için hep şu ifade kullanılır: Cumhuriyet tarihinde irticai faaliyetler hiç bu kadar artmamıştı. Hep artıyor. Ve söylenildiği üzere her zaman bir öncekinden hatta bütün öncekilerden daha fazla hissediliyor. Bazen rejimin kuyusunu kazıyor. Bazen kemalist kazanımların köküne kibrit suyu döküyor. Bazen plajda mayolu bir kadının dövülmesinin sebebi oluyor. Bazen ramazanda alkol almış birinin dayak yemesinin sorumlusu oluyor, irtica. Nedir bu irtica? Elle tutulur mu? Gözle görülür mü? Yenir mi? Birinin işine yara mı? Mesela bir medya patronu kendisine verilmeyen bir ihalenin ardından bu irticayı tetikleyebilir mi? Mesela tüm çarşaflıları irtica saflarında zikretsek hata etmiş olur muyuz? Eğer bir çarşaflı irticacı ise çarşaf bir suç aleti olarak sayılabilir mi? Bu soruları çoğaltabiliriz. Yanlız özellikle istirhamım bu irticayı tanımlamamız. Yani bir ölçüsü olsun bunun. Mesela bazı yollarda hız sınırı vardır.50 ile giden suç işlememişken 60 ile giden işlemiş olabilir. Bunun gibi sınırlar koyalım. Artık herkes bir olaya bakarak bu irticadır değildir diyebilsin. İrticayı bilelim. Bilelim de ona göre önlem alalım.
AK Parti’nin “Örtülü Programı” Var (!?) Ancak Delil Yok
Mütalaada şöyle denildi:
“Davalı parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir. Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamıştır.”
Değerlendirme: AK Parti kurucularının bir bölümünün, daha önce Fazilet Partisi’nde yer aldığı doğru da, bununla varılmak istenen nokta ne?.. Başsavcı AK Parti’nin “örtülü programı”ndan söz ediyor; ancak hiçbir somut belge ortaya koyamıyor... Bu endişeler çok abartılı. Recep Tayip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün beş yıllık iktidarının ardından bu gizli ajandaya yönelik hiçbir kanıt yok. AK Parti'nin şeriat yasasını savunmadığını aslında sağır sultan bile biliyor.
İddianame “Ilımlı İslam Devleti”ne Gidişin Açık Kanıtlarıdır (!?)
Başsavcı’nın mütalaasında davalı partinin, 14 Mart tarihli iddianamede yer alan eylem ve söylemlerinin ‘ılımlı İslam devleti’ adı altında bir şeriat devletine gidişin açık kanıtları olduğu kaydedildi. İktidar partisine karşı kapatma davası açılamayacağına ilişkin savunmanın hukuki temele dayanmadığı ifade edilen mütalaada, “siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunda kuşku yoktur. Ancak, bu onların faaliyetlerinin sınırsız olduğu, demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmalarına geçit verilebileceği anlamına gelmez. Siyasi partiler çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine uygun davranmak zorundadır. Siyasi partilerin faaliyetlerine sınır çizilmesi, bazı eylemleri nedeniyle yaptırım uygulanması, özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına yöneliktir” denildi.
Değerlendirme: Ilımlı İslam veya Müslüman demokrasi terimleri anlamsız terimlerdir, zira her şeyden önce tebliğ yöntemiyle öğretisini yayan dinlerin demokrat olmasına ne imkán ne de gerek vardır. Bu durum sadece yüce dinimiz için değil Hıristiyanlık ve Musevilik için de geçerlidir. Bir dinin önüne "ılımlı" sıfatını eklemek ise en hafif tabirle o dine hakarettir. Tüm dinler kendi içinde bir bütündür ve öğretisine ne kadar uyulacağı sadece kul ile Allah arasında bir meseledir.
İddianamede sözü geçen "laikliğe aykırı eylemler" ise şöyle sıralanıyor:
KIRMIZI SOKAKLAR
Danıştay’dan dönen içki yasağı, sonrasında “kırmızı sokak” projesi ve bu konuyla ilgili medyada çıkan haberler ile parti yetkililerinin yaptığı açıklamalar.
BİKİNİ REKLAMLARINA YASAK İDDASI
Mayo firmalarının İstanbul’daki bilbordlara yönelik “reklamı yasağı” iddiaları.
İÇKİ YASAĞI UYGULAMALARI
AKP’li bazı belediyelerin içki yasağı ve kadınlara özel park yapılması.
İMAM HATİPLİLERE ÖZEL OTOBÜS
İstanbul’da imam hatipli kız öğrencilere özel ücretsiz servis otobüsü.
ULEMA AÇIKLAMASI
AİHM’in türban kararının ardından Erdoğan’ın , “Başörtüsü konusunda karar verilirken ulemaya danışılmalı” sözü.
ATA’YA HAKARET FIKRASI
İstanbul Mimarsinan AKP’li Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik’in Atatürk’e yönelik hakaret içeren fıkrası (3 Mart 2007’de Emin Çölaşan “AKP'li başkanın şok eden Atatürk fıkrası” başlığı altında yazdı)
BÜLENT ARINÇ'IN SÖZLERİ
Bülent Arınç’ın “Ben laikliğe inanmıyorum, en azından bizdeki uygulanış biçimine” sözleri.
VELEV Kİ SİYASİ SİMGE
Başbakan Erdoğan'ın İspanya'da söylediği "Başörtüsünün velev ki siyasi bir simge olarak takıldığını düşünün, siyasal simge olsa ne olur" sözü...
TÜRBAN MEVZU
Üniversitelerde türbana serbestlik getiren Anayasa'da yapılan değişiklik...
AKP Konya milletvekili Hüsnü Tuna Anayasa'da yapılan türbanla değişikliğin ardından 'hedefimiz kamu kurumları' sözleri...
AKP'li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın, "Türbanlı bir kadın belediye başkanı veya daire başkanı da olabilmeli" açıklaması.
Kırmızı sokak projesinin laikliğe aykırı tarafı nedir? İçkili mekanların belli merkezlerde toplanması, toplumun huzur ve esenliği, şehrin estetik görüntüsü için daha isabetli, değil midir? Avrupa Birliği üyesi ülkelerde ve dünyanın pek çok yerinde, alkollü mekanların belli merkezlerde toplanmış olması laiklik tartışmalarına yol açmazken, neden Bizde laiklik tartışmalarını gündeme getirmektedir?..
Mayo firmalarının İstanbul’daki bilbordlara yönelik “reklam yasağı” iddiaları ile ilgili haberlerin yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Bu iddialar doğru dahi olsa, reklam bilbordu işleten belediyeler her reklamı yayınlamak zorunda mıdır?...
İçki yasağı ve kadınlara özel park yapılması yönündeki haberlerin yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Her aklı selim insan, “içkinin bütün kötülüklerin başı olduğunu” bilirken, alkolün insan vücuduna, aile ve toplum hayatına zararı ilmen ve fiilen tespit edildiği halde; alkol=laiklik ısrarı doğru bir yaklaşım mıdır? Kadınların kendilerine ait park, lokal vb sosyal alanlarda hem cinsleriyle rahat bir zaman geçirmeye hakkı olamaz mı?...
İstanbul’da imam hatipli kız öğrencilere özel ücretsiz servis otobüsü, haberlerinin yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, pek çok batılı laik ülkede hanımlara hizmet veren belediye otobüsleri çalıştırıldığı da bilinmektedir. Hanımlara hizmet veren servis araçlarının varlığı o ülkelerde laiklik tartışmalarına yol açmazken, neden Bizde laiklik tartışmalarını gündeme getirmektedir?..
AİHM’in türban kararının ardından Erdoğan’ın , “Başörtüsü konusunda karar verilirken ulemaya danışılmalı” sözünün laiklikle ne alakası var? Bu söz uluslararası bir mahkemeyle ilgili bir değerlendirmedir. Aklı selim herkes bu sözün, “başörtüsü İslam dinine göre Allah (cc)’ın bir emridir, başörtüsü ile ilgili bir karar almadan önce İslam alimlerinin görüşlerine başvurmanız gerekir” anlamına geldiğini bilir. Uluslar arası bir mahkeme olan AİHM ile ilgili bir temenni, bir değerlendirme nasıl milli mahkemelerin konusu haline gelir?...
İstanbul Mimarsinan AK Parti’li Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik’in Atatürk’e yönelik hakaret içeren fıkrası, 3 Mart 2007’de Emin Çölaşan “AKP'li başkanın şok eden Atatürk fıkrası” başlığı altında kamuoyuna duyuruldu. Gerçekten o fıkradaki ifadelere katılmak mümkün değildir. Belediye Başkanı, bu fıkrayı bir toplantıda anlatmıştır. Buna dair görüntülerde mevcuttur. Belediye Başkanı’nın bu davranışı suç oluşturuyor ise 1 yılı aşkın süredir adli ve idari merciler neden gereğini yapmamışlar? Yine belediye Başkanı’nın bu davranışı suç oluşturuyor ise bu partiye/parti tüzel kişiliğine mal edilebilir mi? “Suç ve cezalar bireyseldir” temel kuralı neden gözardı edilmektedir?...
Bülent Arınç’ın “Ben laikliğe inanmıyorum, en azından bizdeki uygulanış biçimine” sözlerinin, yanlışı nerede? Her aklı selim insanın kabul edeceği gibi Biz de laiklik, Atatürk, din vb değerler zaman zaman istismar edilmektedir. Bu konuşmada Sayın Arınç “laikliğin bizdeki uygulanış şekline inanmadığını” söylemektedir. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ta laikliğin açıkça tanımlanması gerektiğini ifade etmiştir. 10 Mart 2008 Tarihinde, Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (TMMM ) Komutanlığı Ankara 'da "Küresel Terörizm ve Uluslararası İş Birliği -2" isminde bir Sempozyum düzenledi. Sempozyumda konuşan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “Laikliğin de Anayasamızda bir tanımı yoktur. Daha da ileri gidelim, bir siyaset bilimci olarak, Türk Hukuk metinleri içinde laiklik kavramının açık bir tanımına rastlamadık. Eğer anayasa ya da kanunlarımız içinde laikliği, eskilerin deyişi ile, 'efradını cami ağyarına mani' bir şekilde tanımlayan herhangi bir metin varsa, okurlarımızdan bizi uyarmalarını rica ediyoruz” dedi. Genelkurmay Başkanı’na, durup durduk yerde mi “laiklik açıkça tanımlanmalı” demektedir? Genelkurmay Başkanı hakkında da dava açmak gerekir mi, gerekmez mi?...
Başbakan Erdoğan'ın İspanya'da söylediği "Başörtüsünün velev ki siyasi bir simge olarak takıldığını düşünün, siyasal simge olsa ne olur" sözünde laikliğe aykırı taraf var mı? Parti rozeti, flama, amblem vb simge ise ve serbestçe taşınabiliyorsa; başörtüsü de velev ki simge olsa, serbestçe takılsa bunda ne var?...
Üniversitelerde türbana serbestlik getiren Anayasa'da yapılan değişiklik, TBMM de AK Parti, MHP ve DTP mensubu 411 milletvekilinin oyu ile gerçekleşmiştir. TBMM yasama organıdır ve milli iradenin tecelli ettiği yerdir. Bu değişiklik milletimizin büyük ekseriyetini arzu ettiği bir değişikliktir. CHP ve DSP milletvekilleri, bu değişikliğin Anayasaya aykırı olduğu iddiası ile Anayasa Mahkemesine dava açmışlardır. Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliğini şeklen inceleyecek esasa girmeyecektir. Bu değişiklik şekil yönünden Anayasa’ya aykırı ise (bize göre asla değil) Anayasa mahkemesi tarafından iptal edilecektir. Yasama faaliyeti nedeniyle bir parti hakkında kapatma davası açılması hukuka uygun mudur? Eğer AK Parti’ye karşı bu dava açılabiliyor ise bu değişikliklere destek olan MHP ve DTP hakkında da dava açılması gerekmez mi?...
AK Parti Konya milletvekili Hüsnü Tuna Anayasa'da yapılan türbanla değişikliğin ardından 'hedefimiz kamu kurumları' sözleri, Sayın Tuna’yı bağlar. Sayın Tuna’da bu konuşmasında “bu benim şahsi görüşümdür” demiştir. Bir milletvekiline ait şahsi bir düşünce açıklamasından o parti sorumlu tutulabilir mi?...
AK Parti'li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman'ın, "Türbanlı bir kadın belediye başkanı veya daire başkanı da olabilmeli" açıklaması da şahsi bir düşünce açıklamasıdır. Bir belediye başkanına ait şahsi düşünce açıklamasından o parti sorumlu tutulabilir mi?...
Akl-ı selim düşünmek lazım: Bu eylemlerden hangisi ‘ılımlı İslam devleti’ adı altında bir şeriat devletine gidişin açık kanıtlarıdır?...
Demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmak ne demektir?... Somut davada bunun delilleriyle ortaya konulması gerekir-di…
AK Parti’nin çoğulcu demokrasinin hangi ilkelerini ihlal ettiğinin ortaya konulması gerekir-di…
Partilerin kapatılmasını demokratik sistemin koruma aracı görmek, demokrasi anlayışıyla bağdaşmaz. Başsavcının dediğiyle demokrasi değil, faşist bir diktatörlük olur. Avrupa'da 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 3 parti kapatılmış. Suç niteliği taşımayan eylemleri parti kapatmaya delil sayarsanız ifade özgürlüğü tehlikeye girer. O zaman siyasi partilere deli gömleği giydirmiş olursunuz. İrticanın siyasi partilere sızdığı iddiasına anlam vermek mümkün değil. İrtica TCK'ya göre suçtur, cezalandırılır. Venedik Kriterleri bir partinin kapatılmasını açık bir şekilde terörle ilişkili olmasına bağlar. Başörtüsü serbestliği özgürlüklerin genişletilmesini amaçlıyor. Laiklikle ilgisi yok.
Başsavcılığın Görevi….
Mütalaada, demokratik ve laik cumhuriyeti korumanın, Yargıtay Başsavcılığı’nın Anayasa ve yasalar ile belirlenmiş temel görevleri arasında olduğu belirtildi. Egemenlik yetkisinin kullanılmasında kuvvetler ayrılığının esas olduğu ve yargı yetkisinin Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanıldığı belirtilen mütaala da, “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı söz konusu davayı Anayasada yazılı yetki ve esaslar çerçevesinde ‘ileri sürüldüğü gibi vehimlerle, sanal korkularla değil) somut kanıtlara dayanarak açmış, siyasi partiler üzerindeki yargısal denetim mekanizmasını işletmiştir. Savcıların görev unvanlarının başında taşıdıkları ‘cumhuriyet’ sıfatı, cumhuriyeti korumak için verilmiştir. Başsavcılığımız cumhuriyetin değerlerini, Anayasa ve hukukun üstünlüğünü her zaman ve her durumda savunmaya kararlılıkla devam edecektir” ifadeleri kullanıldı.
Değerlendirme: Mütalaada yeni bir şey yok. Önceki eleştirileri ortadan kaldırabilecek nitelikte değil. İddianamenin hukuki olmaktan çok siyasi olduğuna ilişkin eleştirilerin haklılığı devam etmektedir. İleri ve geri adım atmaması, davanın objektifliği konusunda şüphe uyandıracaktır.
Suç işlenmeden bir partinin kapatılabileceği görüşünü tasvip etmek mümkün değil. Bu nasıl bir hukuk devleti mantığıdır? Hukuk devletinde iddia vardır, savunma vardır, suçun sübuta ermesi için yargılama vardır. Her karar yargı sonucunda verilir. Türkiye gerçek bir hukuk devleti olmalı. Bu mantık doğruysa o zaman mahkemelere gerek yok.
Anayasanın Başlangıç bölümüne göre; “Millet iradesinin mutlak üstündür. Egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine aittir ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamaz.
Kuvvetler ayrımı, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliğidir ve üstünlük ancak Anayasa ve kanunlardadır.”
Anayasanın 7. maddesine göre; “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
Anayasanın 9. maddesine göre; “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
Türkiye’de kuvvetler ayrılığının tam olarak işleyip-işlemediği,
yasama yetkisine, milli iradeye müdahale edilip-edilmediği,
yargının bağımsız, tarafsız ve kararlarının adil olup-olmadığı
üzerinde kuşkular vardır.
Halkın ancak % 1-5 mesabesindeki bölümü yargıya güveniyor ise (ki anketler böyle söylüyor), ortada çok ciddi sorunlar var demektir…
Demokratik hukuk devletinde Yargının bir tek görevi vardır; o da “hukuku korumak, adaleti tecelli ettirmektir.” Yargının başka bir görevi yoktur ve olamaz…
AB ile Müzakere Süreci ve Laikliğe Aykırı Faaliyetlerde Bulunma (!?)
Mütalaada, AK Parti’nin ön savunmasında yer alan ‘Avrupa kamu düzeninin bir siyasi partinin kapatılmasını kabul etmeyeceği ve olası bir kapatma kararının Avrupa Birliği ile müzakereleri sonlandıracağı’ iddiası konusunda ise şu görüşlere yer verildi:
“Türkiye’nin AB ile birleşme müzakereleri davalı parti zamanında başlamayıp uzun zamandan beri süregelmektedir. Kaldı ki uluslararası ilişkiler parti temelinde değil, devletler ya da onların oluşturduğu kurumlar temelinde yürür. Diğer yandan davalı parti AB ile müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunma için uygun ortam olarak değerlendirmiş, ülkemizde kendi siyasal gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek, etkisizleştirmek için kullanmıştır.”
Değerlendirme: Bu konu hukuki bir süreç olmaktan çıktı. İddianame ne ise mütalaa da öyle. Kapatma davasının hukuki olmadığını düşünüyorum. Başsavcının AB ile ilgili görüşleri kendisini bağlar. İddianameyle ilgisi yok. Üstelik AK Parti kapatılırsa müzakerelerin sonlanacağı şeklindeki ifadeleri hükümet değil, Avrupalı yetkililer kullandı. Bu cümleleri AB yetkilileri söyledi. Temsil gücü bu kadar yüksek bir partinin kapatılması milletin kapatılması demektir. Başka bir Avrupa ülkesinde bu tür şeyler göremezsiniz.
Gerek Türk kamuoyunun, gerekse Avrupa kamuoyunun, AK Parti hakkında kapatma davasını kabul etmediği bilinmektedir. Bunun izahı mümkün değildir. Diğer yandan “AK Parti’nin AB müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunma için uygun ortam olarak değerlendirdiği, kendi siyasal gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek, etkisizleştirmek için kullandığı” iddiasını ispatı gerekir….
İktidarda Olması Tehlikeyi Somut ve Yakın Kılmaktadır (!?)
İddianamenin hukuksal temele dayalı olduğu belirtilen mütalaada, ”davalı siyasi partinin şeriata ve çok hukukluluğa dayanan bir sistemi amaçladığı, devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir devlete dönüştürmeye çalıştığı başta genel başkan olmak üzere her kademedeki parti üyelerinin beyanları ve davalı partinin eylemleri ile ortaya çıkmıştır. Şeriat ve çok hukukluluğun demokrasi ve demokratik toplumla bağdaşmadığı İHAM kararlarında vurgulanmıştır. Davalı partinin eylemleri Avrupa kamu düzenini oluşturan çoğulcu demokrasinin temel ilkelerine aykırıdır. Davalı partinin iktidarda bulunması projesini yürürlüğe koyma olanağına sahip bulunması amaçları bakımından demokrasiye yönelen tehlike ve tehdidi daha somut ve yakın kılmaktadır” denildi.
Değerlendirme: “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmek” sözü Anayasa’nın 69. maddesi ile 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesinde geçen bir ibaredir.
Anayasanın 69. maddesi aynen şöyledir:
MADDE 69. – (Değişik: 23.7.1995-4121/7 md.) Siyasî partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları demokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir.
Siyasî partiler, ticarî faaliyetlere girişemezler.
Siyasî partilerin gelir ve giderlerinin amaçlarına uygun olması gereklidir. Bu kuralın uygulanması kanunla düzenlenir. Anayasa Mahkemesince siyasî partilerin mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti, bu hususun denetim yöntemleri ve aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar kanunda gösterilir. Anayasa Mahkemesi, bu denetim görevini yerine getirirken Sayıştay’dan yardım sağlar. Anayasa Mahkemesinin bu denetim sonunda vereceği kararlar kesindir.
Siyasî partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır.
Bir siyasî partinin tüzüğü ve programının 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı bulunması halinde temelli kapatma kararı verilir.
Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
(Ek: 3.10.2001-4709/25 md.) Anayasa Mahkemesi, yukarıdaki fıkralara göre temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre ilgili siyasî partinin Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebilir.
Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz.
Bir siyasî partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmî Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamazlar.
Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda olmayan gerçek ve tüzelkişilerden maddî yardım alan siyasî partiler temelli olarak kapatılır.
(Değişik: 3.10.2001-4709/25 md.) Siyasî partilerin kuruluş ve çalışmaları, denetlenmeleri, kapatılmaları ya da Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmaları ile siyasî partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir.
2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 103. maddesi aynen şöyledir:
Madde 103- (Değişik :12/8/1999-4445/18 md.) Bir siyasi partinin Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturulup oluşturmadığı hususu Anayasa Mahkemesince belirlenir.
Bir siyasi parti, birinci fıkrada yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
( Ek : 26/03/2002-4748/4 md.) Bir siyasi parti., bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımmen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır.
Odak Olma Kavramı:
Sözlük anlamıyla “odak olma” kavramı, “herhangi bir düşüncede, nitelikte olan kimselerin kaynağını veya bir şeyin toplandığı yer”i ifade etmektedir (Türkçe Sözlük, 1988: 1098-1099). Yine, merkez nokta anlamında da kullanılanı bu kelime, siyasal anlamda bir partinin, parti yasaklarına ilişkin eylemlerinden dolayı kapatılabilmesi için o eylemlerin merkezi haline gelmesinin gerekliliğini ifade etmek için de kullanılabilmektedir. Odak olma kavramı hukukumuzda ise 2908 sayılı Dernekler Kanunu’nun 53. maddesi dışında esas olarak Siyasal Partiler Kanunu'nda (SPK) ve Anayasa'da yer almaktadır. Anayasamıza ilk kez 1995 yılında yapılan değişikliklerle girmiş olmasına karşın, Türk Hukuku’nun daha önce de aşina olduğu bir kavramdı. Daha önce 1961 Anayasası dönemi 648 sayılı SPK’nda yer alan bu kavram, 1986 yılından itibaren, 1982 Anayasası dönemi 2820 sayılı SPK’nda da kendisine yer bulmuştur. Anayasa'nın 69. maddesinin 6. fıkrasına göre, "Bir siyasi partinin 68. maddenin 4. maddesi hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar verilir." Yine, 68. maddenin 4. fıkrasına göre, "Siyasi partilerin
tüzük ve programları ile eylemleri devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez."
2001 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikler çerçevesinde ise 69. maddenin 6. fıkrasına, bir partinin suç odağı haline gelmesinin tanımını daraltan aşağıdaki cümle eklenmiştir. “Bir siyasi parti; bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar ve yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır." Burada belirtilen “odak” kavramı, 68. maddenin 4. fıkrasındaki yasaklara aykırı nitelikteki birden çok birbiriyle ilgili/ilişkili, aynı yönde işlen miş ve aynı hedefe yönelmiş parti eyleminin (yasak) varlığını gerektirmektedir.
Anayasa'da 1995 yılında yapılan değişiklikten sonra Anayasa'ya aykırılığı gerekçesiyle SPK'nun 103. maddesi 1999 yılında yeniden düzenlenmiştir. Madde, 4445 sayılı Kanun ile başlığıyla birlikte değiştirilerek, partilerin kapatılmasına gerekçe olan "odak olma" kavramına açıklık getirilmeye çalışılmıştır.
Yapılan düzenlemeye göre;
"Bir siyasi partinin yasak eylemlere odak olması hali Bir siyasi partinin Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrası hükmüne aykırı eylemlerin odak halini oluşturup oluşturmadığı hususu Anayasa Mahkemesi'nce belirlenir. Bir siyasi parti; birinci fıkrada yazılı fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır."
SPK'nda 1999 tarihinde yapılan değişiklikten önce ise bir siyasal partinin faaliyetleri nedeniyle kapatılabilmesi için SPK iki koşulun birlikte gerçekleşmesini zorunlu kılmaktaydı. Birinci koşul, partinin SPK 78-82, 84-88 ve 97. maddeler hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir odak (mihrak) haline geldiğinin sübuta ermesi gerekir (SPK mad.103/1) idi.
İkinci koşul ise, yasak fiillerin yoğun bir biçimde işlenmesi, parti merkez ya da TBMM organlarınca üstü kapalı olarak ya da açıkça benimsenmiş olmalıdır (mad.103/2). Görüldüğü gibi kanun, sadece faaliyetin yoğunluğu ile yetinmektedir.
Odak olma durumunun gerçekleşmesi için partini gövdesi ile yönetimi arasında kanunsuz fiillerin işlenmesinde bir anlayış birliği oluşmuş bulunmalıdır. Böyle bir kapatma sebebi 648 sayılı Kanun'da da (mad.112 ) vardı.
Daha sonra, Kanun ile Anayasa arasındaki uyumsuzluğu gidermek gerekçesiyle odak olmayı tanımlayan SPK’nun 103. maddesinin 2. fıkrası 12.12.2000 tarihinde Fazilet Partisi hakkında açılmış olan kapatma davasının görüşülmesi sırasında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir.
İptal edilen SPK 103/2’ de odaklaşmada ölçüt olarak geçen parti yetkili organları arasında parti genel başkanının adı sayılmamıştı. Anayasa Mahkemesi, yasak eylemlerin odak oluşturmasının tespitinde genel başkanın sayılmamış olmasının partinin odaklaşma olgusu kapsamında kapatma nedeni oluşturmayacağı, bunun da kapatma nedenlerinin varlığına rağmen partinin kapatılmasını zorlaştıracağı, partinin genel başkanının eylemleriyle herhangi bir üyesinin eylemlerinin aynı düzeyde kabul edildiğini, bu durumun ise 103/2’nin Anayasa’nın 68/4 hükmüne aykırı eylemlerin işlendiğinin odak haline geldiğinin belirlenmesini imkansız kılacak bir zorluk içerdiği, bunun da Anayasa Mahkemesi’nin kapatma konusundaki yetki alanını daraltıcı bir nitelik taşıdığı gerekçesiyle Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. Bunun üzerine, odak olmaya ilişkin hükümlerdeki belirsizliğin siyasal partiler için ortaya çıkardığı güvensizlik, 2001 Anayasa değişikliği ve SPK’nda 2002 ve 2003 tarihlerinde yapılan değişikliklerle giderilmeye çalışılmıştır. Yani, 2001 değişikliği ile yukarda de belirtildiği şekliyle değişikliğe uğramış Anayasanın 69. maddesinin 6. fıkrası hükmü, 2002 tarih ve 4748 sayılı kanunla SPK’nun 103. maddesine aynen eklenmiştir. Ayrıca, 2003 tarih ve 4778 sayılı Kanunla, SPK’nun 100. maddesinin 1. fıkrasındaki, parti kapatma davalarının “bir siyasi partinin bu Kanunun 4. kısmında yer alan hükümleri ihlal etmesi sebebiyle” açılmasını düzenleyen hükmü değiştirilmiştir. Değişikliğe göre, bu davaların “Anayasada yazılı nedenlerle” açılabileceği belirtilmiştir.
2001 yılında Anayasa’da yapılan değişiklik çerçevesinde 4709 sayılı Kanunla 69. maddenin 6. fıkrasında yapılan düzenlemenin mantığı hukuki olmakla birlikte kanun koyucu anlayışını yeterince derinleştirmiş ve berraklaştırmış değildir. Öncelikle bir amaç faaliyet ayrımı yapılmalıydı. Çünkü yasaklama, nedeni, ya amaçta ya da faaliyette olacaktır. Amacın yasadışı kabul edilmesi için, partiyi bağlayacak önemde, yani merkezi nitelikte bir organ kararı (aslında tüzük, program gibi temel belgelerde birer merkezi organ kararıdır) aranmalı, faaliyetin yasa dışılığı yargısına varmak için de, partinin bu tür faaliyete odak olması derecesinde bir yoğunluk şart koşulmalıydı. Değişiklik aşağı yukarı böyle bir düzenleme yapmakla birlikte, karışıktır. Yapılan düzenlemelerle gerek 2001 Anayasa değişikliği gerekse son 2002 tarihli SPK’nun 103. maddesinde yapılan değişiklikle kısmen de olsa odak olma ölçütüne açıklık getirildiği söylenebilir. Ancak, siyasal partilere ilişkin daha güvenceli bir sistemin oluşturulabilmesi için odaklaşma olgusunun tespitinde odak olmaya esas olan fiillerden dolayı kesinleşmiş yargısal mahkûmiyet kararlarının aranması hükmü daha net bir ifade olarak SPK 103 kapsamında düzenlenebilirdi. Sonuç olarak diyebiliriz ki bu değişiklik, iç hukuk bakımından yukarda da ifade ettiğimiz gibi önemli bir aşama ve bir iyileştirme gibi görünse de Avrupa İnsan Hakları Hukuku ile gerekli bütünleşmeyi sağlamaktan uzak görünmektedir.
Kısacası: Anayasa'nın 69. maddesinde ve 2820 sayılı Kanunun 103. maddesinde yer alan “Odak” kelimesinin yoruma açık bir ibaredir.
AK Parti’nin “şeriatı ve çok hukukluluğa dayanan sistemi amaçladığı,” “devleti adım adım şeriat ile yönetilen bir ülkeye dönüştürmeye çalıştığı” iddiaları vehimdir; vehimden de öte bir paranoyadır. Bu iddiaların tek-tek ispatı gereklidir…. Diğer yandan “AK Parti’nin iktidarda olması tehlikeyi somut ve yakın kılmaktadır” demek, milleti tehlikeli görmektir…. Sormak gerekir: Millet bu tehlikeleri bilmiyor, görmüyor da, Sayın Yalçınkaya mı biliyor, görüyor?...
Milli İradeyi Sınırsız İktidar Diye Algılıyor (!?)
Mütalaanın genel değerlendirme bölümünde davalı partinin dini ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar ettiği vurgulanarak “ancak mutabakat süreçleri olarak adlandırdığı, oysa toplumu takiyye ile İslami bir yapıya doğru evrimleştirilmesini sağlamaktan başka bir şey olmayan yöntemlerle şeriatı egemen kılmayı hedeflediği, Anayasa’nın başlangıç kısmında belirtilen ‘hiçbir faaliyetin laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı’ hükmünü dikkate almadığı görülmektedir. Şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ‘cihat’ boyutu gözetildiğinde, laik rejimi dönüştürmek için güç kullanılması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir. Davalı partinin ‘milli irade’ kavramından anladığı sınırsız siyasi iktidar algısı olası çoğunluk diktasının açık işaretleridir“ görüşüne yer verildi.
Değerlendirme: Bazılarında AK Parti’nin “takiyye” saplantısı maalesef halen devam ediyor… Milli irade dışında iktidar algısı olabilir mi?...
Parti Kapatılsın, Sorumlular Yasaklansın (!?)
Mütalaanın sonuç ve istem bölümünde ise “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiğinin tespiti ile eylemlerinin ağırlığı da gözetilerek, Anayasa’nın 69’ncu maddesinin altıncı fıkrası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101’nci maddesinin b bendi uyarınca temelli kapatılmasına, davalı partinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başlamak üzere iddianamede isimleri sayılanların Anayasa’nın 69’ncu maddesinin 9’ncu fıkası ve 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 95’nci maddesi uyarınca temelle kapatılmaya ilişkin kararın Resmi Gazete’de yayınlanmasından itibaren beş yıl süreyle bir başka siyasi partinin kurucusu, yöneticisi, deneticisi ve üyesi olamayacaklarına karar verilmesi kamu adına talep olunur” denildi.
SONUÇ
Başsavcılık, yorumlarını hukukun önüne geçirme tavrını sürdürüyor. Bu, çağdışı kalmış bir durumdur. Halkımız 'başörtüsü inancım' diyorsa bu bir temel haktır. İnançlar ve kanunlar uluslararası anlaşmaların garantisi altındadır. Başsavcının 'türban insan hakkı değil' değerlendirmesi yanlıştır. Yargıç ve savcılar, yasayı uygular. Tartışmasını yapmaz. Bu tavırlar bırakın hukuk devleti olmayı, kanun devleti olmamızı bile zora sokmuştur. Eğer bu tavır sürerse partilere ve sivil toplum kuruluşlarına gerek yok. Elit bir kesim kararları alır, halk da bunlara uyar.
Başsavcılık, mütalaasında türbanın insan hakkı olmadığını savundu. Bu görüş, ilk olarak Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk tarafından dile getirildi. Selçuk, 16 Ağustos 2006'da Hacı Bektaş-ı Veli'yi anma törenlerine katıldı. Etkinlik kapsamında düzenlenen 'Bilimsel Devrim ve Kemalizm' konulu panelde konuşan Selçuk, şu ifadeleri kullandı: "Bazıları 'insan hakları' tanımını yanlış yorumluyor. Mesela 'türban takmak insan hakkıdır' diye düşünenler var. Türban takmak insan hakkı değildir. Kadını erkekten aşağı gören, insan haklarına aykırı bir fikrin hayata uygulanmasıdır." Selçuk'a sivil toplum örgütleri sert tepki gösterdi. Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun, insanların inanç ve tercihine göre yaşayabileceğini kaydederek, "Türban insan hakkı değilse nedir?" diye sordu. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Üyesi CHP"li Ahmet Ersin, insanların istediği kıyafeti giyebileceğini, buna kimsenin itirazı olamayacağını söyledi. Galatasaray Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ümit Kocasakal, bu yaklaşımın siyasî olduğunu vurguladı. CHP'li Mehmet Yıldırım ise tepkisini, "Kadınlarımızın yüzde 80'inin başı örtülü. Bunların hiçbiri Cumhuriyet'e karşı değil." sözleriyle dile getirdi.
Mütalaa, 27 Mayıs iddianamesini hatırlattı. Başsavcının mütalaasında niyet okuması yaparak AK Parti'nin takiye yaptığını ileri sürmesi, 228 idamın istendiği Yassıada yargılamasını hatırlattı. Yassıada mahkemesine sunulan iddianamede DP milletvekili Selahattin İnan'ın şu gerekçelerle idamı istenmişti: "Aslında bir şeyhtir. Ama bu şeyhliğini işine geldiği gibi bazen açıklar bazen açıklamaz. Bunu biliyorum. Şeyh diye geçinir ama şeyhlikle bağdaşır tarafı yoktur. Bunu da biliyorum. Memleketinde şeyh diye zekat toplar, zekatı hayır işlerinde harcayacağına üstüne oturur, biliyorum bunu. Halkı sömürür topraklarını alır, bunu da biliyorum. Gerekirse kendisine karşı direnenleri öldürtür. Hasılı bilmediğim tarafı yoktur. Almanya'ya gitti ama hastalık için değil, ne için gittiğini ben bilirim. Sonra onun davranışları, onun kafasının içi malumunuz. Gerçi burada bulunmadı ama burada olsaydı Selahiyet Kanunu'na muhakkak rey verecekti. Bu itibarla, o da ötekileri gibi anayasayı cebren ihlal etmiştir."
Dr. Sami GÖREN (Hukukçu)
YAZIYA YORUM KAT