AK Parti-Gülen Kavgası ve İslamcılar
7 Şubat 2012 tarihinde patlak veren MİT krizi ile başladığı söylenen, 17 Aralık tarihinde açıktan ilan edilen Gülen-AK Parti iktidar-güç mücadelesinin gelinen süreçle birlikte tarafları belli olmuş ve tüm kırmızı çizgilerin aşılmış olduğunu görmekteyiz. Gülen Cemaati, yargı-polis teşkilatındaki uzantıları ile birçok AK Partilinin karıştığı yolsuzluk, rüşvet vakalarını yerel seçimlerin arifesinde ortaya çıkartarak sivil siyaset üzerinde vesayet kurma girişiminde bulundu. Bizlere de yalnızca yolsuzluklarını görüp, olayın öncesi ve sonrasında gelişen vakalara ve dershane tartışmaları ile gün yüzüne çıkan güç-iktidar mücadelesine gözlerimizi kapatmamızı telkin ettiler. Olayı sırf yolsuzluk var mı yok mu tartışmasına çekip, vakaya at gözlüğü ile bakmamızı istediler.
Kolunda 700 bin TL’lık hediye saat takan bir bakanı yada bazı kirli işlere bulaşan partilileri savunmamız nasıl mümkün değilse ayyuka çıkan yolsuzluk dosyalarının seçime 3 ay kala ortaya çıkartılıp siyasete yön verme, dizayn etme çabasını görmemiz de mümkün değil. Özellikle İHH’nın Suriye halkına yaptığı yardımlar, AK Parti’nin Suriye politikası üzerinden mevcut iktidarın karalanmak istenmesi ise asla kabul edilemez bir durumdur.
Gülen Cemaatinin İslami Hareketlere uzun yıllardır temkinli, uzak, yer yer de düşmanca tavrı İslamcılar nezdinde Cemaatin ve Fethullah Gülen’in kredisinin sıfırlamış ve menfi bir pozisyon almaya itmişti. İslami Hareket, 28 Şubat, Hizbullah, Mavi Marmara, Hizbutahrir, El-Kaide örneklerinde olduğu gibi gücü ellerinde hissettikleri yada değişik maslahatlarla karşı safta yer aldıkları anda İslamcılara karşı rejimin argümanları ile tavır aldıklarına çokça şahit olduk.
Yukarıda verdiğim birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere Gülen’e karşı yıllardır beslenen antipatiden dolayı muhafazakar kesimler ve İslamcıların büyük kısmı AK Parti’yle kader birliği içerisine girip Gülen-AK Parti kavgasında Erdoğan’ın safında yer almayı tercih ettiler. Gülen Hareketine desteğin ise Ulusalcı, Kemalist, Sol kesimlerden yanı Gezi Parkında oluşan bloktan geldiği görünmekte.
Burada daha ziyade AK Parti’nin ve Gülen Cemaatinin yaptığı hataların, yanlışlar üzerinde değil, daha çok bu mücadelede İslamcıların içine düştüğü yada düşebileceği hatalar üzerinde durmak istiyoruz.
Devleti Kutsama
Yıllardır Kemalist rejim tarafından hor görülen dindar kitle, AK Partinin iktidara gelmesi ile zaten belli kesimlerde var olan gücü, iktidarı kutsama zaafına daha fazla düşmeye başladı. AK Parti iktidarını savunmaktan öteye devleti tüm kurumlarıyla sahiplenen, bu kurumlara herhangi bir söz söyletmeyen bir anlayış oluştu. MİT krizi ile başlayan ve Suriye’ye gönderilen MİT’e ait tırların durdurulup aranması ile daha da belirginleşen bu anlayış İslamcı kesimleri adeta MİT’ci, devletçi yaptı. Top sakal çetesi olarak anılan bazı gazetecilerin MİT’i hedef tahtasına koyması, tepki olarak tümden sahiplenmede yol açmış olabilir.
AK Parti iktidarının ve onun emrinde çalışan MİT’in Suriye konusundaki yaklaşımını doğru bulmak ile bir kurumu kendinden hissetmek, onu her şeyiyle sahiplenmek farklı bir şey olsa gerek. Benzer şekilde paralel yapı denilen Gülenci örgütlenmenin yargı ayağındaki savcıların emrine karşın direnen ve operasyon yapmayan polislerin bir anda kahraman ilan edildiğini görmekteyiz. HSYK başta olmak üzere yargıdaki Gülene karşı olan tüm yargı mensupları ve faaliyetleri de bir anda alkışlanmakta.
İslamcılar devletin itibarının, gücünün derdine düşmüş gibi bir görünümdeler. Paralelci olmayan her kurum ve devlet görevlisi sanki “İslam devletinin” bir memuru, kurumuymuş gibi telakki edilmeye ve sahiplenilmeye başlandı. Halk Bankası mesela bu bağlamda güzel bir örnektir. Faizli sistem üzerine oturmuş ve işleyen bir kuruluş bir anda ABD-İsrail tarafından hedef alındığı ve milli menfaatler için İran ambargosunu kırdığı gerekçesiyle içselleştirilebiliyor.
Laik-Kemalist Yargıdan Adalet Bekleme
Devleti idare eden iktidarın kendisini “İslamcı” olarak lanse etmediğini biliyoruz. Devletin anayasal niteliğinde herhangi bir değişikliğin olmadığını da. Kemalist-laik bir anayasaya sahip rejime dindar yöneticilerin elinin değmesi ile uygulamalardaki farklılık ortaya çıktı. Bu özgürlükçü ve İslami kesimlerin yer yer önünü açan yönetim anlayışının devamını arzulamak doğal olabilir. Müslümanlar Kemalist rejim tarafından zaten kuşatılmış halde. Elbette bu çemberin yargı ve polis tarafından daha da daraltılmasını istememeliyiz.
Dolayısıyla, Gülen Cemaatine mensup insanların yargı sistemi tarafından cezalandırılmasını arzu etmek İslami ilkelerimize ters düşer. Gülen Cemaatinin yıllardır İslami Hareketlere ve fertlerine karşı her türlü karalama ve cezalandırma faaliyetlerinde bulanmasına rağmen hiçbir Müslümanın devlet erkleri tarafından cezalandırılmasını istemek bize yakışmaz.
Gizli Laiklik, İslami bir cemaatin siyaset dışına itilme anlayışı
Fethullah Gülen Cemaatinin 17 Aralık’ta mevcut iktidara karşı darbe girişimi ile birlikte “dini bir cemaatin” siyasete bulaşmasının ne kadar kötü olduğu işlenmeye çalışıldı. Yıllardır siyasetten uzak durduğu için övülen Fethullah Gülen’in siyasi parti lideri gibi demeçler vermesi, konuşması yadırganmaya başlandı. Öncelikle Gülen Cemaatinin yıllardır “biz siyaset dışıyız-üstüyüz” söyleminin gerçekçi olmadığını bilmekteydik. Gelinen süreçte bir cemaat lideri olarak Gülen’in siyasetten uzak durmasını istemek, cemaatin yalnızca “ahlaklı-dindar nesil yetişmekle” uğraşmasını önermek, seküler-laik bir din anlayışının dolaylı biçimde ifade edilmesi demektir.
Bunun sonu Gülen Cemaatinden sonra diğer İslami yapıların siyasal-ideolojik faaliyetlerden elini eteğini çekmesi, yalnızca dergah, dernek, vakıflarında uhrevi nitelikli faaliyetler sürdürmelerini istemeye gider. Bu yanlışı yanı Gülen siyaset yapıyor deme yanlışını İslamcıların dillendirmesi kadar vahim bir şey de olamaz. Bilgi, iman, amel bütünlüğü ile yeryüzünde adil şahitler olmanın gereğini yerine getirmek her müslümanın görevi ve sorumluğudur. Gülen Cemaatinin yanlış bir siyasi duruş sergilemesi cemaatlerin siyaset dışında çıkmasını gerektirmez.
İslami örgütlülük, dayanışma, infak gibi değerlerin kirletilmesi
Müslümanların Laik-Kemalist rejime muhalif bir kesim olarak örgütlenmesinden, birbirleri ile dayanışma içinde olmasından daha doğal-doğru bir şey olamaz. Gülen cemaatinin yanlışları olması, şu an paralel bir yapı ile seçilmiş sivil iktidarı yargı-polis operasyonu ile devirmeye çalışması karşısında “Cemaat” kavramı-olgusu üzerinden İslami örgütlülüğü, faaliyet yürütmeyi tümden kötülemek ve bireyci, STK’cı bir formu önermek doğru olmaz. Bir dava uğruna örgütlenmenin, cemaat olanın “örgüt” suçlaması ile lanse edilmesi tehlikeli bir yaklaşımdır. Bunu dindar bir parti, kişi yapıyorsa kendi ayağına kurşun sıkmaktan beterdir.
Benzer şekilde Gülen cemaatinin bu kadar büyüyüp güç kazanmasının altında cemaat mensuplarının yapmış olduğu fedakarlıkların aşağılanması, hor görülmesi, birilerinin enayi, kullanılan-kandırılan gibi gösterilmesi yıllardır bizlere Laik-Kemalist rejim ve kesimler tarafından atılan iftiraları, menfi propagandaları hatırlatmıyor mu? Cemaat içinde yardımlaşma, dayanışmanın güzel davranışlar olduğunun, infak etmenin İslami bir emir olduğunun bilincinde olmalıyız. Var olan rejimi ve kanunları sahiplenmede Laik-Kemalist kesimleri bile geride bırakıcasına, Gülen Cemaatinin himmet adında aldığı infakları gayri meşru görmek, her infakın makbuzunu, faturasını istemek doğru, aklı başında bir tutum mudur?
Laik-Kemalist güçlerin eline koz verme
Türkiye, toplumsal hafızası zayıf olan bir ülke. Sözlerimizin, yazıp çizdiklerimizin farklı ideolojik çevrelerce günün birinde karşımıza aleyhte birer argüman olarak getirilmeyeceğini, kullanılmayacağını mı zannediyoruz?
Özellikle Kemalist-Ulusalcı kesimler ile Sol, AK Parti ile Gülen Cemaati arasındaki bu kavgayı ellerini ovuşturarak, bazen tempo tutarak, bazen de ağızlarından salyalar akıtarak izliyorlar. Her iki taraf da birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortalığa dökerken bir şeyi unutuyorlar. Kavgayı seyredenler ortalıktaki kirli çamaşırlara bakarak “bakın İslamcılar ne kadar pis, kirli, bunlardan adam olmaz ” diyorlar. Kısa vadede bu kavga ne AK Parti’ye ne de Gülen Cemaati’ne yaradı. Gülenci Paralel yapının dillendirilmesi ile birlikte darbeci, cuntacılara gün yüzü görünmeye başladı. Ergenekon, Balyoz davaları hakkında belli kesimlerde zaten var olan kuşkular daha çok kişide ve daha kuvvetli bir şekilde dillendirilmeye başlandı.
İslami bir yapının siyaset yapmasının ne kadar hatalı olduğu görüşü bu kesimler tarafından “biz demedik mi” edasıyla sıkça dillendirilir oldu. Müslümanların şeri bir yönetim arzusu Gülenci paralel yapının ortaya çıkması ile birlikte Ruhban-Teokratik bir anlayışa indirgenip mahkum edilmeye çalışıldı. Bunun yerine “laik-demokratik” sistemin ne kadar doğru olduğunun altı kalınca çizildiğine şahit olmaktayız. Seçilmiş sivil iktidarı savunayım derken siyasi faaliyet gösteren düşünceler bir anda teokratik, ruhban sınıfı, İran tarzı velayet anlayışı şeklinde yaftalanmaya başlandı.
Özellikle iktidara yakın gazeteler ile İslami kesimde yazan bazı kalemler Fethullah Gülen’in 17 Aralık darbesi karşısında demokrasinin erdemleri üzerine söylevler vermeye başladılar. Milli İrade denilen çoğunluğun tercihinin baz alındığı nicel üstünlük anlayışı ne yazık ki sıkça tekrarlanır oldu.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada olup bitenlere bigane kalıp başımızı kuma sokacak değiliz. Olaylar karşısında tavır alırken adalet, feraset ve basiret sahibi olmalıyız. Ama tavır alışımız kendi kimliğimize ve ilkelerimize zeval verecek bir şekilde tezahür etmemeli. Bu bağlamda kavganın tarafları kendi mahallemizden ise çok daha dikkatli bir dil kullanmalıyız.
YAZIYA YORUM KAT