Ajanlık, provokatörlük, gazetecilik...
Acı bir durum. Bu ülkede gazeteciler sık sık ajanlıkla, provokatörlükle, darbe yanlısı olmakla vs. suçlanıyor.
Durduk yerde olmuyor bunlar maalesef. Birtakım olaylar ve o hadiseler karşısında gazetecilerin aldığı pozisyon tartışmaları alevlendiriyor, kuşkuları güçlendiriyor. Halbuki gazetecilerin herhangi bir istihbarat servisine çalışması şöyle dursun; hangi maskenin arkasına sığınırsa sığınsın antidemokratik hiçbir düşünceyle dirsek temasında olması düşünülemez. Ne var ki bizde basın öteden beri bu tür suçlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Mevzu 'Ateş olmayan yerden duman tütmez' deyip kestirip atılabilir; ancak birtakım karmaşık ilişkilerin ortadan kalkması için medyanın, istihbarat örgütleri, askerler, bürokrasi ve siyasetle ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Daha açıkçası, Soğuk Savaş döneminden tevarüs edilen ve egemen güçlerce 'kullanılma'ya elverişli gazeteciliğin tarihe karışması şart. Aksi takdirde bu tür tartışmalar sonsuza kadar bitmez ve bu meslek kıyamete kadar halkın nazarında kendini aklayamaz...
Bu seferki "medyadaki ajanlar" tartışmasını yakın zamanlara kadar medyanın en muktedir patronlarından biri olan Dinç Bilgin tetikledi. Neşe Düzel (Taraf/8-9 Mart) Bilgin'e, "Asıl görevi istihbaratçılık olan bazı kişilerin gazeteci kılığında gazetelerde çalıştığını biliyoruz. Patronlar bunların istihbaratçı olduklarını bilirler mi?" diye sorunca eski patron şöyle konuşmuş: "Tahmin ederler. O zamanlar böyle şeyleri görmezden gelmek işimize gelirdi. Çünkü ilerde o kurumlarla ilişkide, o gazeteci işine yarar diye düşünür patron. Bu da medyanın ayıplarından biridir tabii."
Önemli bir itiraf bu! 28 Şubat döneminde gazetelerin nasıl operasyonel bir şekilde kullanıldığını da teferruatıyla anlatıyor Bilgin. Oradan yola çıkan herkes bu vahim hadisenin sadece bir patronla sınırlı kalmadığını, pek çok medya kuruluşunun "postmodern darbe" için köküne kadar nasıl kullanıldığını bir kez daha hatırlamış oluyor. Bilgin bunları çarşaf çarşaf nakledince Pandora'nın kutusu yeniden açılmış oldu ve 'basında ajan var mı?' sorusu yeniden tartışılmaya başlandı.
Fehmi Koru (Yeni Şafak/10 Mart) ilginç hatırlatmalar eşliğinde "istihbaratçı gazeteciler" konusuna girdi. Koru, yakın tarihli bazı olaylara dikkat çekti. Nezih Demirkent'in bir haber ajansı sahibi (Gökşin Sipahioğlu) ile ilgili, "MİT'le irtibatlıydı" demesini tekrar hatırlatıyordu. Ardından Hasan Cemal'in hatıralarına atıfta bulunan yazar, Cumhuriyet Ankara Bürosu'nda çalışan Doğan Tanyeri'nin 27 Mayıs darbesi yapıldığında gazeteye subay elbisesiyle geldiğini naklediyor. Böyle konuların kapağı açılmaya görsün. Fehmi Bey, Mesut Yılmaz'ın başbakanlığı dönemindeki "MİT'çi gazeteciler listesi" ve o listenin başındaki "şaşırtıcı isim"den bahsediyor. Subay elbisesiyle gazeteye gelen Doğan Tanyeri'nin bir dönem Oktay Ekşi'ye nasıl tavassut ettiğini, Hürriyet başyazarının 4,5 yıl süren Londra Büyükelçiliği'ndeki görevinin nasıl bir seyir izlediğini aktarıyor.
Mehmet Barlas'ın "Gazeteci kılığındaki ajanları patronlar bilir mi?" başlığıyla kaleme aldığı yazı (Sabah/10 Mart) aydınlatıcı bir hatırayla okuru yüz yüze getiriyordu. Örsan Öymen'in 12 Eylül döneminde gözaltına alındığını, yapılan ricalar sonunda serbest bırakıldığını anlatıyordu Barlas. Meğer sıkıyönetim komutanına rica edilince komutan İstanbul emniyet müdürünü arayarak emretmiş ve Öymen serbest bırakılmış. Gazetede meslektaşlarıyla sohbet ederken Öymen dönemin emniyet müdürü hakkında atıp tutuyormuş ki Barlas'a bir telefon gelmiş. Daha sohbet devam ederken İstanbul emniyet müdürü telefonda Barlas'a,"Örsan orada atıp tutuyormuş. Söyle ona, bu defa onu sen de kurtaramazsın." demez mi? Anlaşılmış ki gazete içinde bir "ajan" anında rapor göndererek meslektaşlarını bile gammazlıyormuş... Ajan meselesi yeni bir tartışma değil. Belki daha çok vaka var; ama yazılmıyor. Ancak hem mesleğin içinden hem de dışarıdan bakıldığında şöyle yaygın bir kanaat var: Vakti geldiğinde kışkırtıcılık görevi üstlenen, gerçeklerin üstünü örterek demokrasinin üzerine kara bir pelerin giydirmeye teşebbüs eden, sosyal çatışmaya zemin hazırlayacak konularda yalan yanlış bilgiler ve manipüle edilmiş yorumlarla büyük tahribat yapmaya can atan çok sayıda gazeteci var maalesef. Algı bu. Bu algı durduk yerde oluşmuyor. Bazı meslektaşlarımızın demokrasiyi içine sindiremedikleri, asker vesayetinin bin yıl devam etmesini temenni ettikleri; dolayısıyla da statükoyu zorlayan her gelişmeye bir kılıf bulup en vahim olayları bile sulandırmaya çalıştıkları ortada...
Son yıllarda ortaya çıkan bütün eylem planları ile belli dönemlerde yapılan bütün yayınlar keşke örtüşmeseydi. Bire bir benzerlik insanlarda derin bir kuşkuya sebep oluyor. Zaten Türk basını darbeler ve cuntalar konusunda öteden beri sabıkalı. Keşke derin ilişkiler yumağında gazetecilerden hiç bahis açılamasaydı. Ne yazık ki ajan provokatör tartışmasında basına tertemiz bir sayfa açmak kolay olmuyor. Şu Erzincan komplosunda bile gönüllü provokatörlüğe soyunan, çalıştığı gazeteyi yanıltarak ona yalan yanlış manşet attıran oldu. Durduk yerde hiç kimsenin günahını almak, haklarında su-i zanda bulunmak doğru değil. Ancak, öyle kritik dönemlerde öyle can alıcı yayınlar yapılmıştır ki bütün yaşananların sebep-sonuç ilişkisi içinde tekrar düşünülmesi şart olmuştur.
Sözün özü şu: Gazetecilerin asli işine odaklanması şart. O işi yapmanın yolu, gerçeği aramakla başlıyor. Korkmadan çekinmeden gerçeği aramak. Herhangi bir istihbarat örgütünün memuru olarak çalışan, ya da halkın siyasi tercihlerini içine sindiremeyerek antidemokratik yollardan medet uman kişi, başka bir mesleği belki yapabilir ama gazeteciliği asla...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT