Ahmedinejad'ı Dinlerken
Dün sabah bir grup gazeteci ile birlikte İran cumhurbaşkanı Ahmedinejad'la kahvaltıda bir araya geldik. Osmanlı sultanlarının sarayı Çırağan'da, bölgedeki rakipleri olan İran'ın devlet başkanıyla bir arada olmak ilginç bir deneyimdi benim için.
İki ülke arasına giren Amerika'nın tarihinden çok daha eski sınıra ve uzun bir ortak tarihe sahip olsa da Osmanlı'nın İran'la her daim belli bir rekabeti olmuştur.
Belki de son dönemde İran'la Türkiye'nin stratejik çıkarları bugünkü kadar örtüşmemişti. Her iki tarafın 'derin devlet bilinci'nde de bu rekabetin izleri var. Bununla birlikte en azından 'real politik' bakımından, Türkiye ve İran birbirine birkaç yıl öncesine oranla çok daha yaklaşmış görünüyor.
Bugünkü ortamla Çırağan Sarayı'nın başka bir salonunda Rafsancani'yle cumhurbaşkanı olarak yaptığım son röportajın gerçekleştiği günlerdeki ortam arasında tahmin edilmesi zor bazı farklar var.
Öncelikle postmodern darbenin sıcak günlerinde neredeyse iki ülkeyi birbiriyle savaştırmak için kışkırtan medya ve siyaset dili o günkünden çok farklıydı. Her ne kadar ziyaretin içeriğinden çok trafik çilesini öne çıkararak ziyaretin misyonu yakışıksız bir haber diliyle heba edilmek istense de siyasi amaç gerçekten dikkate değerdi.
Şüphesiz aradaki fark yalnızca dünya konjonktürü içerisinde Türkiye'deki siyasi ortam ve medyadaki üslup değişimi değildi. Karşımdaki devlet başkanıyla onun selefi olan ve cumhurbaşkanı sıfatıyla son röportajını bana veren Rafsancani arasında da büyük farklılık var.
Rafsancani, başını çevreleyen molla sarığının altındaki zeki ve parlak bakışlarıyla zihinlerdeki "acem siyasetçi" tipine çok uyuyordu. Kritik sorulara son derece kıvrak cevaplar veriyor, mesajın nereye gitmesini istiyorsa ona göre kelimeler seçiyordu. Konumunun ağırlığıyla kendinden emin ve hatta kibirli denebilecek bir görüntünün altında gerçek niyetini ele vermeyen tecrübeli devlet adamı tipi vardı karşımda.
Dünkü kahvaltıda ise insani açıdan oldukça farklı bir devlet adamıyla birlikteydik. Adeta sıradan bir İranlı gibi görünmek için özel gayret gösterdiği intibasını verecek kadar mütevazı, en tepki toplayacak sözleri bile yumuşak bir ses tonu ile söyleyen bir insan vardı. Ahmedinejad, İran diplomasisinin inceliklerini satır aralarında yakalasanız dahi mütevazı görünümüyle son derece sempati toplayan bir lider. Dün, düşüncelerine tümüyle karşı olanların bile kişisel özelliğinden etkilendiklerini, en azından onu sempatik bulduklarını hissetmemek mümkün değildi.
Yalnız, olanca sade –neredeyse sıradan- görünümüne karşın kelimeleri son derece bilinçli kullanıyor, vermek istediği mesajı uygun bir dille aktarmasını biliyordu. Öyle ki soru soran arkadaşların temsil ettiği gazetenin eğilimini bile göz önüne alarak belli kavramlara vurgu yaptığı fark ediliyordu.
Sonuçta bir devlet başkanının gazetecilerle buluşmasında yapacağı açıklamaların sınırı bellidir. Bu bağlamda seçilmiş başlıklara vurgu yapılır; iki tarafın birbirini yakından tanımasına bir nebze fırsat tanınmış olur. Uzun süren soru cevap kısmında daha önceden hazırlanmış, yönü belli bir siyasete vurgu yapan kararlılık gösterisi vardı. Bu açıdan bakılınca Ahmedinejad, Amerika'nın köşeye sıkıştırdığı bir ülke yöneticisi görünümünden uzak, rahat hatta rakiplerine karşı üstün bir psikolojiyi yansıtmaya çalışıyordu.
Özellikle ekonomik sıkıntılarına vurgu yaparak ABD'nin küresel hegemonyasının sona erdiğini tekrarlayarak "Amerikan İmparatorluğu'nun çöküşü" tezini işledi. "Gürcistan'ı bile savunamayan Amerika'nın İran'a saldırmasının imkânsız" olduğunu tekrarladı. Belli ki Kafkaslardaki son gelişmeler Ahmedinejad'ın eline yeni bir koz sunmuştu.
Türk-İran ilişkilerine değinirken ortak bir dil geliştirmeye çalışması önemliydi; tarihi perspektif sürekli öne çıkarıldı. "Türk ve İran milleti ortak medeniyet havzasını paylaşmaktadır." Batı medyasında verilmeye çalışılan, hesapsız çıkışlarla popülizm yapan devlet başkanı imajının aksine, selefi Hatemi'yi hatırlatır biçimde ortak kültür ve medeniyete vurgu yapması kültürün diplomasi aracı olarak nasıl işlevsel hale getirilebileceğinin göstergesi sayılmalı.
Kahvaltı öncesi ayaküstü konuştuğumuz emekli büyükelçi Faruk Logoğlu, İran diplomasisinin kendi amaçları çerçevesinde son derece etkin olmasıyla kendine özgü tarzının dünyada kabul edilen bir gerçek olduğunu hatırlatması, devlet geleneğinde sürekliliğin ne anlama geldiğini göstermesi bakımından önemli. Bu durum Rafsancani'den Ahmedinejad'a uzanan ortak çizgide daha net bir biçimde açığa çıkıyor. Bu süreklilik sadece devrim sonrası dönem için geçerli değil elbette. Devrim öncesi var olan diplomatik gelenekle devrim sonrası arasında çok fazla kırılma yok aslında.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT