"Ahmed el-Kâtib, Hüseyin Fazlullah ve İslâm Birliği"
Hayrettin Karaman, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı yazıda Ahmed el-Kâtib'in "demokrasi" hakkındaki görüşlerini değerlendiriyor, M. Hüseyin Fazlullah'ın da "Şîî-Sünnî birliği" ve "demokrasi" hakkındaki görüşlerini aktarıyor.
Hayrettin Karaman - Ahmed el-Kâtib, Hüseyin Fazlullah ve İslâm Birliği / Yeni Şafak
Ahmed el-Kâtib'in savunduğu ve mezhep ve klasik hilafet yerine teklif ettiği demokrasi bütün zayıf ve hayalî tarafları bir yana Batılı anlamda laik demokrasi de değildir; çünkü o, teklif ettiği demokrasiyi yine Kur'ân'dan çıkarıyor. Referansı Kur'ân olunca da bilinen laiklikten ayrılmış oluyor.
Ona göre hilafet iki çeşittir: Birincisi Allah'ın bütün kullarına bahşettiği genel (büyük) hilafet, ikincisi bu hilafete sahip olan kulların ülke yönetimi yetkilerini devrettikleri şahsın hilafeti (küçük hilafet). Bu ikinci hilafeti kullar (insanlar, beşer) verdiği için şeklini belirlemek (meselâ Batılı demokrasiyi tercih etmek) de onlara ait bir yetki oluyor.
Bu anlayışın eksik kalan yanı, iki hilafet arasındaki ilişki ile ilgilidir. el-Kâtib bunları birbirinden tamamen ayırıyor gibidir; hâlbuki büyük hilafeti taşıyanların vazifesi yeryüzünde Allah'ın iradesini, O'nun kitabından öğrenerek gerçekleştirmeye çalışmaktır. Şu hâlde küçük hilafeti alan kişi veya kurum da bu vazife ile yükümlü olacaktır.
Böyle bir demokrasiye Batılı mânâda laik demokrasidir diyen var mı?
Lübnan'da yaşamış ve Hakk'ın rahmetine kavuşmuş bulunan Muhammed Hüseyn Fazlullah, bazı Şîa âlimlerinin itraz, itham, tekfir ve tadlîllerine (sapkın demelerine) rağmen Şîa’nın, ictihad ve fetva selahiyetli bir âlimi, âyetullahı ve merci'idir. Onun İslâm birliği, Sünnî-Şîî ihtilafının bu birliğe engel olmaması konularındaki görüşleri, benim görüşlerime çok yakındır. Ancak o, şüphesiz bir Şîî âlimdir, ancak aşırı giden Şîî âlimler gibi, Sünnîlere çok ters gelen inançları ve ictihadları yoktur, daha mülayim, Sünnîlere daha yakın, insaf sahibi, birlikçi bir ilim, düşünce ve İslâmî hareket adamıdır.
Ona göre de “Şîa’nın imamları ma'sumdur (peygamberler gibi ismet sıfatları vardır), hilafet hakkı (imamet) Hz. Ali'ye aittir, bu hakkın Hz. Peygamber tarafından ona verildiğine dair sağlam rivayetler vardır, bir Şîî'nin Sünnî mezhepleriyle amel etmesi caiz değildir...”.
Ancak yine H. Fazlullah'a göre Kur'ân tektir ve asla değişmemiştir, sahabe tekfir edilemez, onlara sövülemez, Hz. Peygamber'in eşlerine saygı gösterilir, velayet-i fakih bir ictihaddır, onu kabul etmeyen Şîî olmaktan çıkmaz, Şîî-Sünnî yaklaşması birbirine mezhep propagandası ve dâveti yaparak değil, bizi Müslüman kılan ortak imanda kardeşlik ile gerçekleşir.
Onun bazı kitaplarından ve konuşmalarından yukarıda yazdıklarımı ortaya koyan sözlerini naklediyorum:
Yüksek sesle tekrar tekrar söyledik ki, dinin temeli (usûlü) üçtür: Bir Allah'a, peygamberine ve ahirete inanmak. Bunlara iman eden mümindir, birini bile inkâr eden kâfir olur. İmamet, âdil, aklın iyi ve kötüyü bilmesi gibi meselelerdeki farklılık ise dinin değil, mezhebin temel inançlarıdır (usûlüdür). Bu sebeple imamlar hakkında, Şîa gibi kesin bilgi ve kanaat sahibi olanlar onlara inanırlar, kesin kanaat sahibi olamayanlar inanmazlar; ama inanmadılar diye de İslâm'dan çıkmazlar, ancak Şîa onları bu konuda hataya düşmüş olarak görür.
Allah Teâlâ bize, Hristiyan ve Yahudilerle en güzel bir şekilde tartışın diyorsa Müslüman olan Şîîler ve Sünnîler birbiri ile en güzel bir şekilde diyalog kurup tartışmazlar mı?
Bir yandan Müslümanları Şîî veya Sünnî olmaya çağırmak (dâvet etmek), diğer yandan Müslümanları birliğe çağırmak arasında çelişki yok mudur, şeklindeki bir soruya şu cevabı veriyor:
Hayır, yoktur. Çünkü Sünnî, Şîî'ye veya Şîî, Sünnî'ye bilip anlayıp karar vermeden gel Sünnî veya Şîî ol diyecek değildir. Bu iki mezhebe ve başkalarına mensup olan Müslümanlar birbirini, bütün Müslümanlara düşman olan güçler, zulüm ve hıyanet karşısında işbirliğine çağıracaklar, ortak iman esaslarına dayalı bir İslâm birliğine çağıracaklar.
Demokrasi hakkında:
İslâm'ın demokrasiyi benimseyeceği iddiası isabetli değildir; çünkü demokrasilerde yönetim (hüküm) yetkisi halka aittir ve hüküm meşrûiyetini halktan alır, İslâm'da ise hüküm Allah'a aittir ve halkın yönetiminin meşru olması Allah'ın dinine uygun olmasına bağlıdır. Kanunları da halk değil, Allah koyar; halk onu keşfeder ve uygular.
İslâm devleti, uygulamada kusurları olsa bile anayasası ve kanunları İslâm'dan alınmış olan devlettir. Kendilerine İslâm devleti (ülkesi) diyen bazıları ise kanunlarını Batı ülkelerinden aldıkları için –uygulamada bazı uygunluklar ve benzemeler olsa bile İslam devleti değil, laik devletlerdir.
(3000 Fetva isimli eserinden özet, nr. 2565-66).
HABERE YORUM KAT