Ahiret olmasaydı...
Mustafa Ulusoy, ahiret düşüncesinin dahi insan için ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini aktarıyor.
Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi
Ahiret olmasaydı...
Dilsiz bir yankıya dönerdi hayat denilen. Eğer ahiret olmasaydı, bir yere gitmeyip durakta öylesine beklemenin katmerli saçmalığıyla düğümlenirdik. Acılarımızın, kederlerimizin, yalnızlıklarımızın üzerindeki kutsallık mührü kalkar, zelil mahluklara dönerdik.
Soylu amaçlar bir bir katledilirdi eğer bir diyar-ı âher olmasaydı.
Ne hafızanın bir manası kalırdı, ne acı tatlı hatırlamaların, ne de nisyanların, unutmaların. Biz varlığa, varlık bize yabancı yabancı bakakalırdık. Geçen her anı ebediyen kaybetmenin yasını tutardık bir ömür boyu.
Bütün umutlar çöpe gider, tüm hayaller budanır, tüm arzular topraktan sökülmüş kurumaya mahkûm bitkilere dönerdi.
Tek düze bir cızırtıya dönüşürdü eğer ki bir seyrangâh-ı daimînin ebedi sakini olmaya namzet olmasaydık. Yarım yamalak yaşanan hayat, yarım yamalak söner giderdi.
Ahiret olmasaydı, yaşamak koca bir yalan olurdu. Yalan olduğunu bile bile, kendimizi kandıra kandıra yaşar, yalan olduğunu bile bile ölürdük.
Viran olmuş binadan farkı kalmazdı
Eğer ebediyet için yaratılmamış olsaydık, hayat vakarını kaybeder, azameti gömülüp giderdi simsiyah hiçliğin içinde. Viran olmuş binadan farkı kalmazdı ne gülmenin ne ağlamanın. Ne sevginin ne nefretin. Ne hastalığın bir anlamı kalırdı ne şifanın. İyiliğe iyilik denemez, kötülüğün adı bile bir başka olurdu.
Eğer, “Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmünde,” olduğu “başka, dâimi bir memlekete” gitmeyecek olsaydık; yaşamak dediğin bir zul, bir zulmet, kahredici bir azaptan başka bir mana bulamazdı. Gezinen günler manasız, geceler manasız, gündüzler başka bir manasız olurdu. İyilikle kötülüğün, hayırla şerrin, merhametle nefretin arasında hiçbir sınır kalmaz, ayrılıklarla vuslatlar manasızlık denizine batıp hiçlik içinde yokluğa karışır giderdi.
Eğer ahiret olmasaydı, denizlerin, nehirlerin yüzeyinde bir görünüp bir kaybolan bir parıltıdan başka bir şey olamazdık. Her daim kaybolma, yok olma endişesiyle ne yaşanan hayata hayat denirdi, ne eksik kalan, tamamlanmamış hayata hayat...
Eksik kalan hayatın bile bir manası var ahiret olunca.
Boşu boşuna yaşar boşu boşuna ölür giderdik, ne uğruna olduğunu bilemeden, gönlümüzde kötücül bir utançla.
Bir diyar-ı âher olmasaydı...
Bu dünyanın tüm ziynetleri ne gözümüze yetiyor ne gönlümüze. Dünyanın tüm tatlı sadaları kulaklarımızı dolduramıyor. Dünyanın tüm sevgilileri zerrece tatmin edemiyor kalbi.
Bir diyar-ı âher olmadığında, bırakın kalp ve ruhumuzu, hayallerimizi bile dolduramazdı dünya.
Sürgüne yollanmış da bir daha asli vatanına gidemeyen, “ne fark eder” bir hayatı yaşayanlar olur giderdik.
Eğer bir diyar-ı âher olmasaydı, günde on dokuz saat aç ve susuz kalmak saçmalık, bir sofranın etrafına dizilip nefse, “Hadi sana izin” demek anlamsızdı. Her şey saçmaydı. Konuşmak ve susmak, yazmak ve okumak. Sen ve ben saçma sapandık.
Eğer, bir mahkeme-i kübra olmasaydı; diğerkâmlık, vericilik, isar hasleti, kendinden çok başkasını düşünmek, feragat ve fedakârlık nasıl anlam bulurdu?
Ahiret olmasaydı, hayata inancımız kalmaz, kaskatı kesilirdik.
Mademki ahiret var, selam sana ey hayat.
HABERE YORUM KAT