Afganistanlı Amin Maalouf
Türkçe çevirilerde adı inatla Khaled Hosseını diye yazılan Halid Hüseyni’nin üçüncü romanı Ve Dağlar Yankılandı. Yazarın, büyük ilgi gören ve daha sonra beyazperdeye de aktarılan Uçurtma Avcısı romanı 2003’te, ikinci romanı Bin Muhteşem Güneş ise 2007’de yayımlanmıştı.
1965’te Afganistan’da, Kâbil’de doğan yazar, diplomat bir babanın ve öğretmen bir annenin ilk çocuğu. Aile, Sovyetler Birliği’nin 1980’de Afganistan’ı işgal etmesiyle –bir süre İran ve Fransa’da dolaştıktan sonra- siyasi sığınma talebinde bulunarak Amerika’ya, California’ya yerleşmiş. İlk gençlik yıllarını bu yeni ülkede geçiren yazar, 1993’te California Üniversitesi’nden mezun olmuş. 1996’da Los Angeles Cedars Tıp Merkezi’nde dâhiliye ihtisasını tamamlamış. Biyografisinde, doktorluğu sırasında mesai öncesi sabahın erken saatlerinde romanlarını yazmaya çalıştığı notunun düşüldüğünü görüyoruz. Kitapları 50 milyona yakın okuyucuya ulaşmış şimdiden. Tacik asıllı olduğu, Şii / Alevi mezhebine yakın durduğu, Amerika’da İran asıllı Roya ile evlendiği, iki çocuğunun olduğu da bu bilgiler arasında. İlk kitabının yayımlanmasından kısa bir süre sonra doktorluğu bırakan yazarın; hâlen Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nde iyi niyet elçisi olarak mültecilere yardım ettiğini de yeri gelmişken belirtelim.
Kimi yönlerden, Arap asıllı olan ve fakat kitaplarını Fransızca yazan Amin Maalouf’a benziyor Halid Hüseyni. Maalouf gibi o da doğup büyüdüğü toprakları terk etmiş, terk etmek zorunda kalmış. Başka bir ülkeye yerleşmiş; o ülkenin diline, kültürüne, yaşam biçimine bir şekilde adapte olmuş fakat asıl ülkesini unutamamış, bir yara yahut diline pelesenk olan bir şarkı gibi onu hep içinde, kendisinde taşımış. Yeni bir dil öğrenmiş ve kitaplarını bu dille yazmaya başlamış. Kendi yaşadıklarını, tanıklıklarını, duygu ve düşüncelerini, çıkarımlarını, eleştiri ve itirazlarını, özlemlerini ve kaçışlarını Doğu’ya ait sıcak, etkileyici hikâyelerin içine serpiştirmeyi bir yazma biçimi, tutumu olarak benimsemiş. Maalouf gibi hem içeriden biri olarak hem de dışarıdan bakabilme yetisine, olanağına, soğukkanlılığına sahip olma isteği duyarak anlatma yolunu seçmiş. Belki en önemli fark şu: Maalouf, birçok kitabında tarihe yönelmeyi temel bir yaklaşım biçimi olarak tercih ederken Hüseyni daha çok kendi zaman dilimine veya onun biraz öncesine odaklanıyor. Maalouf’taki tarihçi, sosyolog, düşünür edası da pek yok Hüseyni’de.
Bu tür yazarlar hakkında konuşmak, soğukkanlı değerlendirmelerde bulunmak hâliyle çok zor. Kendi tercihlerini, tutumlarını, algı düzlemlerini merkeze alarak yazıyorlar sonuçta. Kendi tanıklıkları yahut çıkarımları da anlattıklarına fazlasıyla eşlik ediyor. İçine yerleştikleri, içinden konuştukları yeni kültürel, siyasal ve sanatsal çevrimi de hesaba katmak zorunda hissediyorlar kendilerini kimi zaman. Ve kabul edelim ki Batı dünyasının kültürel kodlarıyla biçimlenmiş zihinler için etkili, uyarıcı, heyecanlandırıcı metinler kaleme alıyorlar. Anlatıların içine sızan yanılsamaları, yönlendirmeleri, karartmaları ve üstenci bakışları görebilmeyi, ayırt edebilmeyi ister istemez zorlaştırıyor bu durum. Farklı yahut karşıt yorumlara, mukayeselere olanak sağlayacak başkaca örneklerin, anlatıların fazla olmaması da her düzeyden okuyucu indinde tümel, genelgeçer ve baskın bir algının doğmasına, kökleşmesine yol açıyor. Bir konuda ilk kez yazan ya da bir gerçekliği etkili ve genel dolaşıma girebilecek bir yetkinlikte anlatabilen kişiler, söz konusu alanların o şekilde tanımlanmasına, tanınmasına, alımlanmasına dönük bir veri dizgesi de çıkarmış oluyorlar zira. Tanıklık ile kurguyu, iyi niyetli çıkarımlar ile oryantalist sızıntıları, acıma ile küçümsemeyi, kaçış ile kahramanlığı, özgünlük ile özentiyi, teklif ile tehdidi ayırt etme noktasında kendi bilinçlerinin de karıncalandığını görmek için metnin etki alanından olabildiğince kurtulmak gerekiyor. Bu da edebiyatın tadını kaçırıyor kuşkusuz.
Bir Anlatılar Katmanı
Halid Hüseyni, bu romanında daha sıkı, daha karmaşık ve zorlu bir yazma deneyimine soyunmuş görünüyor. Sadece Afganistan üzerine yazmasıyla ilgili bazı eleştirileri de dikkate almış olmalı ki -merkezde yine Afganistan olsa da- iç içe geçen ve aslında ayrı romanların konusu olarak da tasarlanması mümkün görünen birçok hikâyeyi birbirine bağlayarak, benzer noktalarda buluşturarak çıkıyor okuyucunun karşısına bu kez. Bu tutum, onun için gerçekten bir dönüm noktası olabilecek nitelikte. Bundan sonraki romanları için de yol gösterici, ufuk açıcı bir tercih bu.
Bazı eksiklerine, geçiştirmelerine ve tartışmalı yorumlarına rağmen dikkatle, sabırla yazıldığını hemen duyumsatan ve farklı gözlerin okumalarından geçerek son şeklini alan bir roman var karşımızda. Kitabın sonundaki teşekkür listesi de bunu açıkça gösteriyor zaten. Kitabın adı, William Blake’in “Dadının Şarkısı” şiirinden esinlenerek oluşturulmuş. Romanın kahramanlarından Abdullah ile Peri’nin küçükken köylerinde söyledikleri “hüzünlü peri” ninnisi İranlı şair Furuğ Ferruhzad’ın bir şiirinden etkiler taşıyor. Yine kitabın başında, Mevlana Celaleddin Rumi’nin -muhtemelen dizelerin bozulup bir cümle hâline getirilmesiyle oluşan- “Doğru ve yanlış kavramlarının ötesinde uzanan bir toprak var. Seni orada bekleyeceğim.” sözünün yer aldığını da belirtmek gerekiyor.
Dokuz bölümden oluşan ve farklı portreler eşliğinde zenginleşen romanda anlatılan olaylar, 1952 sonbaharında başlıyor ve 2010 kışında nihayete eriyor. Abdullah ile Peri’nin babalarına yalvararak anlattırdıkları nefis bir hikâye –daha doğrusu efsane- ile başlayan roman, yaklaşık 60 yıllık bir zaman dilimine yayılacak şekilde, farklı öyküleri olan çok sayıda kişiyi Afganistan’a özgü kaderler ve kederler eşliğinde bir araya getiriyor. Doğu’ya özgü gizler, derinlikler taşıyan efsanenin anlatımından sonra gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba görüyoruz. Arabanın içinde annesiz iki çocuk var; iki kardeş. Biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah’a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil’e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Peri, vardıkları yerde –dayıları Nebi’nin yanlarında çalıştığı- zengin, varlıklı bir aileye evlatlık olarak veriliyor. Kardeşlerin birbirinden koparıldığı bu ilk öykü ile hareketlenen roman, ilerleyen sayfalarda –yakın ya da uzak- onların bir şekilde ilişki kurdukları birçok insanın yaşamında yankılanarak çoğalmaya, genişlemeye, boyutlanmaya başlıyor. Hayat; farklı kişi ve aileleri, sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan’ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil’den Paris’e, San Francisco’dan Tinos adasına taşıyan roman, her sayfada renklenip güçleniyor. Püren Özgören’in özenli, titiz çevirisiyle Türkçeye aktarılan romanı okurken yine yer yer boğazınızın düğümlendiği, içinizin ezildiği, gözlerinizin yaşardığı da oluyor elbette. Birkaç nesil; kat kat ve iç içe öyküler, sorunlu karakterler, dürüst kişilikler, hepsi bir arada. “Bu romanın konusu bir çocuğun kız kardeşine duyduğu büyük sevgi. İki kardeş çok küçük yaşta birbirlerinden zorla ayrılıyor, ikisi de bundan çok yara alıyor, özellikle de büyük olan erkek kardeş. Bu ayrılık, romanın merkezi. Tıpkı bir ağaca benziyor hikâye. Bu ağaçtan çıkan dalların her biri bir öykü anlatıyor. Bir koro gibi, çoksesli bir sunum. Romanı yazarken bu sesleri duydum sanki, her biri bana kendi öyküsünü anlattı, ben de onlardan karakterler oluşturdum.” sözleriyle bu durumu açıklığa kavuşturuyor yazar.
Afganistan özelinde Doğu’yu hem erdem ve masumiyetle hem de kıyıcılık ve çaresizlikle betimleyen romanda, tadında bırakılmaya çalışılmış ajitasyon örneklerine de rastlıyoruz yine. Batılı okurun zihin dünyasında, muhayyilesinde bulacağı karşılıklar oldukça hesaplı, dikkatli bir şekilde romana serpiştirilmiş. Romanın arka planında yine aynı tarihi düzlem, “Uçurtma Avcısı”ndan beri görmeye alıştığımız aynı coğrafya ve olaylar dizisi var: Afganistan’da monarşinin çöküşü, Sovyet işgali, ülkeden Pakistan’a ve Amerika’ya bireysel ve toplu göçler, mücahitlerin direnişi ve sonra savruluşu, iç didişmeler, “Taliban yönetiminin zulmü”, dış müdahale, yeni hükümet, Karzai dönemi ve çok yönlü beklentiler… Yakın tarihe kendi perspektifine bağlı kalarak bir resmigeçit yaptırıyor yine yazar. Kendi tanıklığı, kendi yaşamındaki izler, anılar, çırpınışlar, arayışlar, özlemlerle bütünleşiyor elbette anlattıkları. Kitabı okurken yazar tarafından fısıldanan şu cümle de zihninizde size eşlik ediyor adeta: “Zaten benim hayatım roman!”
Daha önce de belirttiğimiz gibi Halit Hüseyni, 15 yaşındayken Amerika’ya gelmiş. Birçok göçmen gibi kimlik sorunu yaşadığını, yeni bir hayata, kültüre, coğrafyaya alışmanın çok zor olduğunu kabul ediyor ve bir söyleşide şunları söylüyor: “Benim için bu değişiklik bir piyangoydu. Afganistan’dan çıkıp, başka bir ülkede yepyeni bir hayat kurma imkânım vardı. Pakistan’daki bir mülteci kampında yaşıyor olsaydım bu kitapları yazamaz, bastıramaz, yazar olamazdım. Okurlarımın romanlarımı beğenmesini, yaşamı anlatmama bağlıyorum. Bunlar evrensel nitelik taşıyor. Okurlar, her sayfada kendilerinden veya çevrelerinden bir şeyler buluyor. Çünkü anlattıklarım yaşamın içinden ama farklı kültürler, ülkeler ve mekânlarla örülmüş hikâyeler.”
Hakkını yemeyelim; kendisini bulan, kendisini seçen bu “piyango”nun hakkını fazlasıyla veriyor Halid Hüseyni. Durduğu, ulaştığı, sahiplendiği yerden / konumdan yapabileceği, anlatabileceği, güç yetirebileceği de bu sonuçta. Afganistan’da yaşananların gündeme gelmesini sağlıyor en azından. Fakat o dağlar; farklı acılar ve beklentiler, başka çığlıklar ve şarkılar, gündeme hiç gelmeyen gerçek ve incitici hikâyeler, roman ya da film konusu olamayan sıra dışı tanıklıklar eşliğinde yankılanmaya devam ediyor hâlâ.
YAZIYA YORUM KAT