Affetmenin büyüklüğü
Güler Zere'nin yıkılmış halini gösteren fotoğrafını gördünüz mü? Milliyet gazetesi manşetini Zere'nin çaresizliğine ayırmıştı. Hiçbir dayanağı kalmayan bir kadının dünyaya bakmaktan vazgeçmiş halini gösteriyordu fotoğraf.
Hastane koğuşunda başında polisle bekleyen umudu tükenmiş bir kanser hastası. Kanserin pençesinde küçülmüş bedeniyle bize ölümü gösteriyordu. Hepimizin gözü önünde ölümle nasıl baş başa bırakıldığını.
Güler Zere 14 yılını içeride geçirmiş. Daha ne kadar yatacağı belli olmayan müebbet bir mahkum. Ölüm yakasına yapışınca içeride onu hayata bağlayan soluk çaresizlikle dolmuş. Sığınacağı yoksul bir babası var belli ki. Başkalarının vicdanı henüz bir kapı olmamış.
Güler Zere'nin babası Haydar Zere, kızını yalnız bırakmıyor. Bütün babalar gibi, bütün anneler gibi. Evladının ideolojisiyle ilgilenmeyen bütün anne babalar gibi. Evladının hangi suçtan yattığı hiçbir anne babayı ilgilendirmez çünkü. Cezaevinde ölümü bekleyen birine karşı toplumun o anne babalar gibi önyargısız olması gerekiyor. İçeride yatan mahkumun kim olduğu, neye inandığı, hangi dili konuştuğu değil, hayatı söz konusudur çünkü. Ve o hayat artık o mahkuma ait değildir. Bizim hayatımızdır. Vicdanımızı yansıtan bir aynadır o hayat. Önümüzde açılan bir insanlık kapısı.
Güler Zere'nin durumu bize hayatın kutsallığını hatırlattığı için daha da değerli.
Onun yıkılmış halini görenlerde oluşan acıma ve yazık duygusu yasalardaki boşluğu sorgulayan bir tavra dönüşebilse keşke; çünkü yasa 'ölümcül hastalık durumunda, cezaevinde mahkumun yaşamını tehlikeye sokan bir durum olması halinde ceza tatil edilir. İyileştikten sonra devam edilmek üzere' hükmünü öngörüyor. Avukatları bu uygulamaya dayanarak Zere'nin son günlerini ailesiyle geçirmesi için cezanın tatilini talep ediyorlar. Fakat kapısını çaldıkları Adli Tıp Kurumu, hasta hakkında istenen tahliye talebini reddediyor. Zere'nin mahkum olarak tedavisini sürdürmesini onaylayan rapor kendisi de kadın olan Adli Tıp yetkilisi Nur Bilgen'in elinden çıkıyor. Nur Bilgen'in Ergenekon sanıklarına kadar uzanan şaibeli kararlarını basından izliyoruz. Ama bu son olayda sergilediği tavır kadınlığa dahi sığmıyor!
Zaten kamuoyunda Adli Tıp Kurumu'nun düzenlediği raporun bir meşruiyeti yok. Kurumun ne kadar şaibeli işlere imza attığı biliniyor.
Güler Zere'nin durumu bir "sembol değer" haline geldiği için önemli. Cumhurbaşkanı tam da bu açıdan beklentinin yöneldiği adres.
Ünlü Fransız filozof Derrida İstanbul'da verdiği konferansta aftan söz etmişti. Affın gerçekleşmesi için affeden kadar, af talep eden birinin varlığına ihtiyaç olduğundan. Affın büyüklüğünü yapan şey, affedenin ve affı talep edenin birbirini tamamlayan varlığıdır, demişti.
Affa konu olacak biri var. O kişi Güler Zere. Kim olduğu, neyi savunduğundan bağımsız olarak yaşama hakkının kutsallığını bize hatırlattığı için hak edilmiş bir af bu. Ama affın mümkün olması ve büyüklük anlamına kavuşması için affedici konumda olan birine ihtiyaç var. O kişi, yüce gönüllülük gösterecek olan Cumhurbaşkanı'dır. Sayın Gül bu talebi duyacak ve toplumun vicdanına işaret eden bir karara imza atacak.
Ancak o zaman affa eşlik eden ruhu hissedebiliriz. Ve o ruhun bir sesi olduğunu duyarız. Toplumların da tıpkı insanlar gibi yüce gönüllülük gösterdiklerinde, jestlerine eşlik eden evresel bir müzik olur. O ses kalbimizin kainatla birlikte attığını bize hissettirir.
Kutsallığın, hayatın, rahmetin ve ölüm karşısında hayatı tutmanın sesidir o.
Hangisinden yana olacağız; ölümden mi, hayattan mı? Bunu bize şu günlerde gösterecek kişi Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'den başkası değil.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT