"Âdetlerle Değil, Âyetlerle Annelik Yapalım!"
Hatice Kübra Tongar: Her anne-babanın kendine ulaşan bilgiyi test edebilecek bir zihin sistematiğine gelmesi gerekir. Bu da Kur’an-ı Kerim’dir.
‘Fıtrat Pedagojisi’ kitabının yazarı Hatice Kübra Tongar ile mülâkat
Röportaj: Sevda Dursun / Diriliş Postası
Bugünkü konuğum Hatice Kübra Tongar. İki çocuk annesi olan Tongar, Moral FM’de ‘Kadınca Kararınca’ programını sunuyor. 4 kitabı olan yazar, ‘kadincakararinca.com’ sitesinin de editörü. Fıtrat Pedagojisi kitabıyla, anneleri “adet” okumasından çıkarıp, “ayet” okumasına davet ediyor. “Fıtrat, kişinin ruhsal DNA’sıdır” diyor. Bu DNA’yı nasıl çözeriz, adetlerimizi bırakıp, yaratıcımızın bize gönderdiği ayetlere bakarak, çocuğumuzu nasıl anlarız, annelik nedir, ne değildir gibi, çocuk eğitimiyle ilgili pek çok ezber bozan şeyi konuştuk.
Her anne-babanın kendine ulaşan bilgiyi test edebilecek bir zihin sistematiğine gelmesi gerekir. Bu da Kur’an-ı Kerim’dir. Zira Kur’an, kıyamete kadar özünü koruyabilecek, manaları değişmeyecek tek kaynaktır. Ayrıca basit bir aleti bile onu yapanın kılavuzuna bakarak kullanırken; insanı okumak için, onu yaratanın cümlelerine sığınmaktan daha doğal ne olabilir ki?
Fıtrat pedagojisi diyerek neyi kastediyorsunuz?
Fıtrat, ruhsal DNA demektir. Nasıl ki, biyolojik DNA çocuğumuzun gözünü, saçını, boyunu, ağzını, burnunu belirleyen yapı taşıdır; ruhsal DNA da çocuğumuzun ruhsal potansiyelini ortaya koyar. Hareketli mi, sakin mi, öfkeli mi, neşeli mi gibi onlarca farklı programdan bizlere bahseder.
Burada bilmemiz gereken çocuğumuzun göz rengine, saç rengine müdahale edemediğimiz gibi, fıtrat programına da müdahale etmememiz gerektiğidir. Zira hareketli bir çocuğu ‘mum gibi’ yapmaya çalışmak, çekingen yapıdakini atak olmaya zorlamak, kahverengi gözlü çocuktan mavi gözlü yetişkin çıkarma uğraşına benzer. Bu mümkün olmadığı gibi, var olanı da bozup incitmiş olacaktır.
Peki, çocuğumuzun fıtrat programını nasıl keşfedeceğiz?
Bu çok önemli bir soru, anne-babalığın sırrı da tam burada yatıyor. Öncelikle çocuğumuzun bir yazılımla –yani kendine has fıtratıyla- dünyaya geldiğini kabul edeceğiz. Sonrasında koşulsuz saygı ve sevgi ortamıyla kendini ortaya koymasını sağlayacağız.
Bu kolay gibi gözükse de, çoğu zaman zihni kodlarımızla savaşmamızı gerektiren bir süreçtir. Çünkü pek çoğumuz sevgi ve saygıyı koşullu öğrenip yaşadığımız için, çocuklarımıza da öyle yansıtmaya başlarız. Oysa bir insanın sevilmek ve sayılmak için “insan” olmasından öte bir vasfa ihtiyacı yoktur. Fıtrat da ancak böylesi bir sevgi ve saygı ortamında açığa çıkabilir. Tabii gerçekten fıtratı keşfetmek istiyorsak!
Nasıl yani? Her anne çocuğunu keşfetmek istemez mi?
İstediğini sanır, ama istemez. Çünkü çocukluğundan beri kafasında kurduğu hayalleri, beklentileri, kendi yapamadıklarını çocuğunda sağaltmak istediği duyguları vardır. Örneğin, kendi okuyamamış ve bunun zorluklarını yaşamış bir anne, çocuğunun muhakkak okumasını arzu edeceğinden, onda açmayı bekleyen gerçek yetenekleri keşfetme riskine girmek istemez. Zira doktor olsun istediği çocuğunun, ressamlık fıtratıyla doğmuş olması anne için büyük bir zihni değişimi gerektirir.
Çoğu anne bu değişime razı olmaktansa, ressam fıtratlı çocuktan doktor çıkarma çabasına talip olur. Çocuğunun kendine has bir hayatın başında olduğu gerçeğini görmezden gelip, kendi uzantısı olarak yaşamının devamı olsun ister.
Koşulsuz sevgi ve saygı dışında, çocuğumuzdaki fıtratı ortaya çıkartmak için neler yapılabilir?
Fıtratın ortaya çıkması için üç önemli adım vardır. Bunlar; çocuğumuza eleştiriden ve kaygıdan arınmış bir güven ortamı sağlamak, yapamadıklarını hoş görmek, yani onu olduğu gibi kabul etmek ve bilgimizle çocuğumuzu ezmemek. Bu üç ebeveyn duruşu sağlandığı takdirde çocuktaki yetenekler, beceriler, potansiyeller bir bir çiçek açmaya başlar. Yolunu bulan nehir misali, kendi doğallığı içinde neşv-ü nema ediyor.
Kaynak bilim değil Kur’an
-Fıtrat Pedagojisi kitabı ‘Adetlerle değil Ayetlerle çocuk eğitimi’ alt başlığıyla okuruyla buluştu. Adetler ayetlere ters mi ki bu başlığı tercih ettiniz?
Aslında bu projenin hayata geçme niyeti bu sorunun cevabıyla şekilleniyor. Zira adetlerimiz ayetlere ters mi, değil mi bilebilmek için, öncelikle ayetleri bilmemiz gerekiyor. Oysa bizler “bilim şunu dedi”, “o pedagog bunu önerdi” kabulüyle yol almaya çalışırız çoğu zaman. Hâlbuki bilim kendini yenileyen bir sistemdir. Yıllar içinde kabulleri, gerçekleri değişir. Bundan 10 yıl öncenin “muhakkak”ları, bugünün “belki”lerine ve yarının “yanlış”larına dönüşebilir.
Bu bağlamda her anne-babanın kendine ulaşan bilgiyi test edebilecek bir zihin sistematiğine gelmesi gerekir. Bu da Kur’an-ı Kerim’dir. Zira Kur’an, kıyamete kadar özünü koruyabilecek, manaları değişmeyecek tek kaynaktır. Ayrıca basit bir aleti bile onu yapanın kılavuzuna bakarak kullanırken; insanı okumak için, onu yaratanın cümlelerine sığınmaktan daha doğal ne olabilir ki?
Her anne-baba Kur’an-ı Kerim’i açıp, okuduğunda, bu yol haritasını görebilir mi? Yoksa bunun için din âlimi falan mı olmak gerekiyor?
Kur’an-ı Kerim’de Allah (cc) belli hitaplarla kuluna seslenir. Bu hitaplara baktığımızda “Ey insanlar, ey müminler, ey Müslümanlar” tarzı ifadeler görürüz. Oysa hiçbir sesleniş “Ey âlimler, ey müfessirler ya da ey ilahiyatçılar” olarak gelmez. Zira vahiy,insana iner. Münferit bir yoldur. Böylesi bir gerçeğe “Ben nasıl anlayayım ki?” diye yaklaşmak; Allah’ın bizzat insana gönderdiği mesajın, bu mesajın muhatabı olan insan tarafından anlaşılamayacağını iddia etmek olur ki, bu büyük bir iftiradır.
Sizin anne gözlüğü takarak Kur’an’ın satırlarında yol alışınız nasıl başladı?
Aslında büyük bir mahcubiyetle başladı. Zira ben dindar bir ailenin, İmam Hatip’te okumuş, Kuran Kursu’ndan ihtisas eğitimi almış, sonrasında ön lisansını ilahiyat üzerine yapmış bir evladıydım. Ama Kur’an, okumak ve anlamak için değil, hatim yapmak ve yüzünden okumak olarak şekillenmiş bir şeydi hayatımda. Sonra bir gün şunu fark ettim; iyi bir kitap okuru olarak hiçbir kitabı anlamamak için okumuyordum, ama hayat kitabım olan Kur’an’la kurduğum ilişki anlamamak üzerine kurgulanmıştı. Bu mahcubiyet beni gerçek anlamda Kur’an’la tanıştırdı.
Annelik, önce kendini keşfetmektir
-Peki, bu soruyu sormak anneliğinizde neyi değiştirdi?
Öncelikle çocuğumu okumayı öğretti. Zira empirizmin bahsettiği gibi, çocuklar dünyaya, yazılması ebeveynin inisiyatifinde olan boş levhalar olarak gelmezler. Zaten kendini yazan kudretin (cc) satırlarından okunmak için gelirler. Lakin pek çok ebeveyn çocuğunun sayfalarını yazma telaşıyla, okumadığı bir kitabın yazarlığına talip olur. Çocuk eğitiminin -yalnız ve yalnız- kendi eliyle yol alacağını düşünür.
Bu düşünceyi değiştirmek ne işimize yarar?
Vahye muhatap olmaya başladığınızda görürsünüz ki, çocuğunuzun bir fıtratı var ve siz hiçbir şeyi sıfırdan yapmıyorsunuz. Sadece fıtratın yolunu bulması için çocuğunuzu okumayı öğreniyorsunuz. Ona uygun ortamlar hazırlıyorsunuz. Bu duruş, günümüz bilgi çağının ebeveyne dayattığı mükemmellik iddiasını da, üst sınırlara varan kaygıyı da silip süpüren bir şey…
Çocuklar, anne-babaların yoğurması gereken birer hamur değil midir yani?
Bu inanış anne-çocuk iletişiminin ahengini bozan temel bakış aslında. Çocuklar henüz sertleşmemiş bir hamur olarak doğarlar, bu doğru. Lakin şekilsiz, bizim istediğimiz kıvama sokacağımız bir hamur değildirler. Tam aksine, Allah’ın şekil verdiği ve yoğrulması için değil, korunması için bize emanet ettiği birer hamurdurlar. Anne-babaya düşen, çocuğunun fıtrat şeklini korumak ve çiçek açabileceği ortamları ona hazırlamaktan ötesi değildir.
Bu cevabınız bana çocuk eğitimiyle ilgili hep tartışılan şu soruyu hatırlattı. Çocuklar iyi ve kötüyü doğuştan mı getirir, yoksa çevreden mi öğrenir?
Fıtratta empati, adalet, iyiye meyletme özellikleri doğuştan itibaren vardır. Henüz bir günlük bebeklerle yapılan pek çok araştırma ve deney, iyiliğin fıtrî olduğunu bizlere göstermektedir. Bununla birlikte hiçbir çocuk davranış bozukluğuyla dünyaya gelmez. Örneğin, bir çocuk yalan söylüyorsa, onu buna zorlayan bir ortam var demektir. Oysa pek çoğumuz çocuktaki kötü davranışları, onun “kötü yaradılışta” oluşuna bağlarız. “Kötü çocuksun” deriz. Bu algı bize Batı’nın çocuğu kirli sayıp vaftiz eden düşünce sistematiğinden mirastır. Bizim inancımız ise, insanı ahsen-i takvim (Bedenen ve ruhen en güzel kıvamda) sayar. Bu yüzden diyoruz ki, fıtrat temizdir ve iyidir.
Az yiyen çocuk makbuldür
Adetlerin ayetlerle çeliştiği konuların başında beslenme geliyor sanıyorum. Zira biz çok yiyen çocuğu makbul sayarken, siz az yiyen çocuk makbuldür diyorsunuz… Bunun nedeni nedir?
Beslenme başlığı toplumsal olarak kabul gören prestij alanlarımızın başında geliyor. Ev hanımı, eş, anne gibi pek çok rolümüzü beslenme başlığında şekillendiriyoruz. İyi pastalar, börekler yapıyorsak “iyi ev hanımı”, eşimiz kilo almışsa “ilgili eş”, çocuğumuz tombulsa “iyi anne” madalyası alıyoruz.
Oysa Rabbimiz, Muhammed Suresi’nde cehennem ehlini tarif ederken “hayvanların yediği gibi durmadan yerler” ibaresini kullanıyor. Bu ifade bence herkesin üzerine düşünmesi gereken bir tanım… Bu nedenle bizler de Fıtrat Pedagojisi kitabında çok yemenin ve yedirmenin değil, bilakis, az yemenin önemine vurgu yapıyoruz.
Çocuğun vitamin alıp beslenmesi önemli değil mi? Ne kadar az yedireceğiz, bunun bir sınırı var mı?
Burada yine başa dönerek “fıtrat” diyeceğiz. Yani çocuğumuzu beslerken de kendimizce sınırlar çizmekten vaz geçip, fıtrat mekanizmasının çalışmasına izin vereceğiz. Fıtratta iki yönelim vardır; ilki yemeğe ihtiyaç duymamızı sağlayan açlık, diğeri yemeğe lezzet katan iştah. Bu iki yönelimle çocuğumuz zaten doğal olarak yemeğe yönelir. Eğer bizler onu zorlamadan, hızlandırmadan, tehdit etmeden açlığı hissetmesine izin verirsek ve porsiyonları kendi tokluk algımıza göre değil de onun kapasitesine göre belirlersek, çocuğumuzun iştahla yemek yememesi için hiçbir sebep kalmamış olur. Acıktığında yer, doyduğunda bırakır. İşte bu fıtrattır.
Kitabınızda anneliğin fıtri olduğundan söz ediyorsunuz. Annelik madem fıtri, neden biz zorlanıyoruz?
Bence bu zorlanışın en önemli sebebi, annemizden gördüğümüz gibi annelik yapmanın artık kabul görmüyor oluşu. Yani biz dayak yiyen ama dayak atmak istemeyen, saygın bir ilişki içinde büyümemesine rağmen, çocuğuyla saygı iletişimi inşa etmeye uğraşan anneleriz. Pek çoğumuza küçükken zorla oyuncakları paylaştırıldı, teşekkür etmeye, özür dilemeye zorlandı, hiç ortamda yokmuşuz gibi bizim hakkımızda konuşuldu, eleştiriler yapıldı… Oysa biz tüm bunların saygın bir ilişkinin parçaları olmadığını artık çok net biliyoruz. Çocukken görmediğimiz, modellemediğimiz bir şeyi yapmak da bizleri çok zorluyor.
HABERE YORUM KAT