Adâlet talebi ve savunma hakkı, gün gelir, herkese lâzım olur..
Tarih boyunca işlenmiş zulüm ve cinayetlerin en ağırı, adâlet adına yapılandır..
Tarih, bunun en ağır ve acı, dehşet verici örnekleriyle doludur..
2500 yıl öncelerde, düşünceleriyle gençlerin aklını çeldiği gerekçesiyle baldıran zehiri içirilerek idâm edilmesine karar verilen Sokrat'ın çevresindeki dostları, üzüntülerini, 'Sen haksız olarak idâm ediliyorsun..' diye getirince, 'Haklı olarak idâm edilseydim, daha mı iyiydi?' diye dile getirir ve kendisini yargılayanlara hitaben son sözlerini söyler: 'Ben insanlara doğru olduğuna inandıklarımı anlattığım için, sizin reyinizle ölüme gidiyorum.. Siz ise, yaşamaya.. Ama, sizin gibi yaşamaktansa, bu şekilde ölmeyi tercih ederim..'
Aradan 2500 yıl geçtikten sonra, kim yaşıyor ve kim şerefli?
Sokrat mı, onu ölüme gönderen yargıçlar ve onların başındaki tiranlar, despotlar mı?
Aradan birkaç on yıl, ortalama bir insan ömrü kadar süre geçtikten sonra herkes tarihteki ve insanlık vicdanındaki yerini almıştır..
Tarihimizden de bir çarpıcı örneği hatırlayabiliriz:
Hz. Peygamber (S)'in torunu Hz. Huseyn, yüz kadar insandan oluşan aile efradı / ehl-i beyti ve bir avuçcuk yarânıyla birlikte, Medine- Mekke ve oradan da uzuuun bir çöl yolculuğunun sonra, Irak'daki Kûfe şehrine ulaşmaya çalışırken; kendisini çeviren Emevî/ Yezid Ordusunun kuşatması altında, Hicret'in 61. yılında, (yani, Resul-i Ekrem (S)'in dünyamızdan ayrılması üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken) Kerbelâ'da topyekûn bir katle uğramış ve eli kılıç tutabilen 72 arkadaşı da katledilip, kendisinin kesilen başı da Şam'daki sarayında gününü gün etmeyi sürdüren Yezid'e takdim edilmek üzere, perişan Ehl-i Beytiyle birlikte yola çıkarılmıştı..
Yezîd, bu 'zafer' (!) tablosunun kendisinin haklılığını ortaya net olarak koyduğunu söylüyordu..
Ama, aradan kısa bir zaman dilimi geçince, halk kitleleri ne korkunç bir cinayet işlendiğini anlayabiliyor ve etkisi günümüze kadar da devam eden o yürek dağlayıcı facianın gözyaşları, feryad'u figanları ve mâtemleri hâlâ da sürüyor..
Ve 1300 küsur yıl sonradan o döneme bakıldığında, geride kimin yüzü kara, kiminki ak, ortada..
Bu gibi daha nice örnekler zikredilebilir..
Ama, tarihte nice örnekleri vardır ki; güç ve servet, iktidar ellerindeyken, kendilerinin gün gelip, utançla anılacaklarını düşünememişlerdir..
*
Ülkemizden, 100 yıl önceki büyük sosyal çalkantıları düşünelim.. Geride kimin yüzü ak, kiminki kara? 50 yıl öncelerdeki 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi günlerini hatırlayanlar, hâfızâlarını bir yoklasınlar bakalım..
Bugün, o günlerin zorba diktatörleri ve cellâdları mı hayırla anılıyor, asılanlar mı?
Keza, 32 yıl öncelerde, oluşturulmasında, darbecilerin katkısının da neredeyse kesinleştiği ortaya çıkmaya başlayan anarşi ve terör ortamından ülkeyi kurtarmak adına askerî darbe yapanların, milletin ve ülkenin kaderine el koyanların bir o zamanki parlak nutuklarına bakınız, bir de bugün geldikleri noktaya..
*
Arab dilinde, her bir şeyin yerli yerinde olması gerektiğini anlatmakta kullanılan 'adl' kökünden gelen ve insanı diğer canlılardan ayıran ve onların fıtratine Yaratıcı tarafından yerleştirilen adâlet ve nesafet / insaf duygusu ve vicdan terazisi işte böyle bir şeydir..
İnsan genelde, adâlet'in bir an önce gerçekleşmesini, her şeyin yerli yerine gelmesini ister. Çünkü, haksız olduğuna inandığı uygulamaların kendi üzerindeki etkisi sürmektedir ve bunun bir an önce bertaraf edilmesini istemektedir.. Ama, bunu isterken zedelenen duygularının etkisiyle, kendisinin de haksızlık yapması mümkündür.. Onun içindir ki, adâlet'in bir an önce yerini bulmasını söylerken, içinde bulunduğu duygularının yatıştırılmasını da istiyor olabilir..
Hattâ, insanlar bu yönde umutsuzluğa düştükleri zaman, adl-i ilâhî'ye sığınıp, onunla teselli bulmak isterler..
Ancaak, adl-i ilahî de, zulme uğradıklarına inananların, mazlûmların hemen istedikleri şekilde bir çabuklukla gerçekleşmeyebilir..
Nitekim, Kur'an-ı Mubîn'de, Allah'ın ihmal etmediği, ama, 'imhal' ettiği /-haklarında adâletin uygulanması istenenlere- mühlet verdiği bildirilir. Çünkü, ânında cezalandırmak yolu seçilseydi, ortada çok az bir kesim kalırdı..
*
Ama, adâlet talebi, beşer tarihinin en kadîm taleblerindendir..
Ancak, yeryüzüne insan kanının ilk kez döküldüğü, Hz. Âdem'in oğullarından Kabil'in Hâbil'i öldürdüğü o ilk cinayette, muhakkak ki, her iki taraf da, kendi mantığına göre, âdil davranıyordu..
O halde, aslolan, herşeyden önce, adâlet'in ölçüsünü bilmektir..
Ama, nedir ve nasıl bir ölçüdür?
Aleyhimde bile olsa, benim cezalandırılmamı gerektiriyorsa, 'Şeriatin kestiği parmak acımaz..' diye, başımı o hükme teslim ediyorsam, işte orada adâlet anlayışı biraz daha kuvvetlidir, denilebilir.. ..
Çünkü, akla dayanır.. bir taraf haklı, diğer taraf haksız gözükebilir.. Veya, bir taraf daha kuvvetli şekilde haklı gözükebilir, diğer tarafa göre..
Ama, aslolan, kimin haklı olduğudur..
Ama bunun için de hak mefhumunun; kavramının temel ölçüsü nedir?
Bir şey neye göre haktır veya değildir?
Bu temel mes'ele, insanoğlunu asırlarca hep meşgul etmiştir..
İnsanların eylemlerini ve hayatın gelişmelerini değerlendirebilmek için, önceden var olan bir hak anlayışına, (de jure) usûlüne göre mi hareket edilmeliydi; yoksa, hayatı şekillendirmeye çalışan kuvvet sahiblerine ve kuvvet odaklarına göre, fiilî duruma, (de facto) durumuna göre belirlenen göre bir ölçü mü olmalıydı?
Bu 'de jure' ve 'de facto' durumları üzerindeki hukuk ve adâlet tartışmaları eski Roma'dan beri bütün bir insanlık tarihi boyunca süregelmektedir..
Bir müslüman açısından da, hak ve adâlet ölçüleri ile, başka dünya görüşlerinin hak ve adâlet ölçüleri arasında bazen, hattâ, taban tabana zıd durumdadır..
*
Şimdi, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi'nin lideri ve dönemin Genelkurmay Başkanı General Kenan Evren ve onunla birlikte olan diğer dört komutandan hayatta kalan, dönemin Hv. K. Kom. General Tahsin Şahinkaya aleyhinde, yaptıkları darbenin hesabının vermeleri için bir dâva açılmış bulunuyor..
32 yıl öncelerde kulaklarında kalan ve kitlelerin alkışlarının, 'Yaşşa, varooool!.' nâralarının gulgûleleri henüz de gitmemiş olması muhtemel General Evren'in şimdi böyle bir noktaya getirilebilmiş olması, hem geçmiş açısından düşündürücüdür, hem de gelecekte benzer zorbalıklara teşebbüs edecek olanlar açısından ibret dersi oluşturacak niteliktedir..
Ama, daha geçen seneye kadar, mevcud kemalist rejimin genel çerçevesi içinde de olsa, 1982 Darbe Anayasası'nda bu yönde, küçük gibi gözüken birkaç temel değişiklik yapılmak istendiğinde, o değişikliğin karşısına dikilen ve Başbakan Erdoğan'a ağızlarına gelen hakaretleri sıralayan ve halkın bu yargılama iddiasıyla kandırıldığını söyleyen muhalefet partilerinin liderleri bugün Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya aleyhine açılan kamu dâvasına 'müdahil' olmak için sıraya girmiş bulunuyorlar..
Ama, özellikle de CHP lideri Kılıçdaroğlu ve hukukçu kurmayları, bir taraftan da, sadece 90 yaşını aşmış bu iki kişi aleyhine açılan dâva ile, 12 Eylûl 1980 Darbesinin zulümlerinin basite indirgenmek istendiği gibi tuhaf bir mantık sergiliyorlar..
O darbenin, ölen öteki üç generalinin hesabı öbür dünyaya kaldığına göre, ne yapılacaktı, yani..
Darbe liderlerinin emriyle korkunç cinayetler işlemiş olanların tamamının hesaba çekilmesi isteniyorsa, bunu da buyursunlar o muhalefet partileri istesinler..
Nitekim, 4 Nisan günü, geçmiş bütün darbelerin araştırılması için, AK Parti tarafından, bir Meclis Araştırması açılması yönünde bir başvuru yapılmış bulunmaktadır, Meclis Başkanlığı'na..
Veriniz desteği de, milletin hayatı ve kaderi üzerinde en zorbaca ve en haksız usûllerle oyun kuranların üzerindeki örtüler kaldırılsın..
Maksad, basit bir rövanşizm, 'bize yapıldı, onlara da yapılsın..' mantığı olarak değerlendirilmemelidir.. Mes'ele, ülkenin ve halkın, geçmişiyle hesablaşmasıdır..
Bu dâva, bugünkü mevcud hukuk düzeninden bir adâlet ve hak isteme çabası olarak da değerlendirilmemelidir, herhalde..
Çünkü, özü, temeli itibariyle darbeler üzerinde kurulu, ve 'de facto' bir hukuk anlayışıyla ayakta duran bir kemalist-laik diktatörlük geleneğinin vargücüyle istihkam ettiği daha nice siperler var ki, böyle bir hukuk düzeninden fazla bir şey beklenmemelidir..
Dahası, 15 yıl öncelerdeki 28 Şubat 1997 Zorbalığı'na dair ciddî bir hesablaşma süreci henüz de başlamış değildir..
Buna rağmen, basit bir intikam alma duygusuna kapılmadan geliştirilebilirse, bugün gelinen nokta, hayırlı bir başlangıç olabilir..
Bu açıdan, temelinde tâgûtî ölçüler bulunan bugünkü hukuk düzeninden adâlet beklemeksizin, bu satırların sahibi de, görülmekte olan bu yeni kamu dâvası için, 'müdahil' olma talebimi ilgili mahkeme başkanlığına göndermiş bulunuyorum..
*
Tecrübe, insanın başına gelen değil, başına gelenlerden çıkardığı derstir, geride kalandır..
12 Eylül öncesini yaşayanlardan niceleri, 'Ordu nerede ve neyi bekliyor?' beklentisine sürüklenmişlerdi, darbenin anlayışla, ve istenen bir cankurtaran simidi gibi karşılanabilmesi için sosyo-psikolojik zemin hazırlanmıştı.. Bunun için de, darbe olduğu zaman, 'İyi oldu..' dediler.. 'Hükûmet diye bir şey yoktu..' dediler..
(Şimdi hayatta olmayan ve kadınlar vaazı olarak ün yapan ve G. M. E. diye anılan bir hocaefendi de, 'Kenan Paşamızın üzerinde Hz. Peygamber'in himaye kanadlarını görüyorum..' diyordu, vaazlarında ve bu kasetler her tarafa dağıtılıyordu.. Bunu kendisine 1986-87'lerde Hicaz'da hatırlattığımda, 'Evladım, yatsı ve sabah namazı için camie gitmeye bile kimsede cesaret kalmamıştı..' demişti..)
Darbecilerin hedefi de zâten bunu söyletmekti.. Ki, o dönemde 2. Ordu Komutanı olan müteveffâ Org. Bedrettin Demirel, hatırâtında, 'darbenin aslında Temmuz -1979 başında yapılacak şekilde planlandığını, ancak, halkın darbeyi daha iyi karşılayabilmesi için, hadiselerin biraz daha gelişmesinin yerinde olacağı düşünülerek ertelenip, 12 Eylûl 1980'de yapıldığını' açıkça söylüyordu.. Ve o 15 aylık ertelemede ise, 5 bine yakın insan daha birbirini öldürdü, sağ-sol kavgalarında..
*
Umalım ki, yaşananlardan ve tezgahlanan 'derin devlet' entrikalarından ve de bugünlerde de sürmekte olan yargılamalardan gereken dersler alınır..
*
Bu vesileyle, ilgi mahkemedeki kamu davasına 'müdahil' olmak için yaptığım başvuru metnini buraya da alıyorum:
*
12. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı'na
Ankara
Hangi 'derin devlet' entrikalarıyla oluşturulduğu henüz de tam olarak ortaya konulamamış olan 1980 öncesindeki anarşi ve terör ortamında, 'devlet otoritesini yeniden tesis etmek' bahanesiyle, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren liderliğinde, TSK'nin üst komuta kademesince 12 Eylûl 1980 tarihinde yapılan 'askerî darbe' sonrası yığınla hukukdışı uygulamalar cümlesinden olmak üzere; T.C. Bakanlar Kurulu'nun 08.06.1983 tarih, 631-116 6730 no.lu dosya ve 6704 skr. kararıyla -ve tarafıma hiçbir bildirimde bulunulmaksızın- vatandaşlıktan çıkarıldım.
Ülke yönetimine hukukdışı yöntemlerle elkoyan Org. Kenan Evren liderliğindeki darbe yönetimince kanun adına yapılan sayısız keyfî uygulamalardan birisi olarak, 'vatandaşlık hakkı'mın gasbedilişinin bütün acı ve olumsuzluklarını ülkem dışında, dünyanın çeşitli coğrafyalarında 32 yıl boyunca yaşadığım gibi; yurt dışında oluşum bahane edilerek birçok suç isnadları da üzerime yıkılmış olup, önce Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde ve o mahkemelerin kaldırılması üzerine de onların uzantısı olan adlî mercilerce yürütülen hukukî tâkibât ve 'Kudüs Ordusu' vs. örgütlenmeler içinde yer aldığım şeklindeki iddialar sebebiyle ülkeme hâlen de dönememekteyim.
Doğruluğuna inandığım hususlardaki fikirlerimi -o dönemde yürürlükte olan TCK. 163. maddesine aykırı olarak- açıklamaktan başka hiçbir 'suç'um olmadığı ve hele, o döneme damgasını vuran anarşi sarmalında, silah kullanmak veya silahlı mücadeleyi teşvik gibi bir yönteme asla itibar etmediğim halde; yaptığı askerî darbeyle, halkımızın tamamının iradesini, bir cumhuriyet sisteminde sadece millete aid olması gereken yönetim yetkisini gasbedip, millet ve ülke kaderi üzerinde kemalist resmî ideolojiye uygun militer bir oligarşik yönetim mekanizmasının tahakkümünü silah zoruyla kurmuş olanlardan hayatta kalan emekli General Kenan Evren ve emekli General Tahsin Şahinkaya hakkında açılan ve mahkemenizde görülmeye başlanan kamu dâvâsına, o darbe yönetiminin 'yargısız infazları'na ağır şekilde mâruz kalan milyonlardan birisi olarak, 'müdahil' sıfatıyla katılmak istiyorum.
Arzederim.
4 Nisan 2012
Selahaddin Eş
YAZIYA YORUM KAT