1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. Adalet-Hukuk-Merhamet Bağlamında Siyaset ve Müslümanlar
Adalet-Hukuk-Merhamet Bağlamında Siyaset ve Müslümanlar

Adalet-Hukuk-Merhamet Bağlamında Siyaset ve Müslümanlar

Sivas Özgür-Der'in düzenlediği aylık seminerlerin bu ay ki konusu "Adalet-Hukuk-Merhamet Bağlamında Siyaset ve Müslümanlar" idi. Belediye Kültür Evinde gerçekleştirilen seminerin konuşmacısı araştırmacı-yazar Bahadır Kurbanoğlu idi.

01 Mart 2019 Cuma 13:41A+A-

Bahadır Kurbanoğlu konuşmasında özetle şu hususlara yer verdi:

“Adalet, hukuk, merhamet ve siyaset konusunu konuşmamızın her dönem olduğu gibi bu zaman diliminde de anlamı merkezi. Müslümanlar olarak bunun sınavını veriyoruz. 

Bazı kavramların dönemsel olarak öne çıkması bunlara olan ihtiyaçtandır. Tarihte de bunların örneği çoktur. Adalet niye öne çıkıyor? Hukuk ve merhamet neden arkasından geliyor? Hiç şüphesiz yaşadığımız siyasal sosyal süreçlerden bağımsız değil.

Özellikle 16-17 yıllık iktidar süreçlerini değerlendirmeden, yaklaşık 11-12 yıllık safhasını konuşmadan bugünleri değerlendirmek haksızlık olur.

Bu süreçteki birçok kazanım AK Parti iradesi ve ona destek veren toplumsal insiyatiflerin desteği ile gerçekleşti. Bu durum, hem partiye, hem de destek verenlere bir ahlaki meşruiyet zemini sağladı. 28 Şubat sürecinin halen devam eden zemini ve tortuları içerisinde başörtüsü sorunundan katsayıya, batık bankalardan ekonomik kalkınma çabalarına, 2001 ekonomik krizi sonrası Türkiye, askeri vesayetin devamlılığı, darbe senaryoları, muhtıralar, Kürt Sorununun çözüm çabaları, Suriye meselesi başta olmak üzere bölgesel krizler ve Ergenekon-Balyoz vb. birçok sorunla uğraştı. En nihayetinde de 15 Temmuz darbe denemesi, bir ülkenin başına gelebilecek en travmatik ve tarihi deneyimlerden biri oldu. Halen bu devasa problemlerin bir kısmı sürmekte, bir kısmı çözüldü. Öncelikle bu hakkı teslim etmeliyiz.

Bunun ardından 15 Temmuz'dan sonra neler oldu, 2,5 senelik süreçte neler yaşandı, bunları da hakkaniyetle gözlemlemek, çözümlemek, irdelemek durumundayız. 

15 Temmuz gibi bir hadisenin büyüklüğü, çetrefilliği ve biricikliği üzerinden düşünüldüğünde kolay karşılanıp yürütülebilir bir siyasi-sosyal hadise olmadığı görülmelidir elbette. Ancak bu hadiseye yönelik işletilen stratejinin ve bu stratejiyi yürüten kadroların niteliği ve pratiklerinin olumsuz yönlerinin masaya yatırılmayacağı anlamına gelmez. Hatta bu ameliye bir zorunluluktur. Nitekim aslında bugün yaşayageldiğimiz ve ne zaman nihayetleneceğini bilemediğimiz kaotik ortamlar tam da bu strateji ve yürütücüsü kadrolarla ilgilidir.

Bunların başında elbette öncelikle siyaset, medya ve yargı gelmektedir.

Güvenlik siyasetinin çıtasının yükseltildiği bu dönem, güvenlik siyasetinin sınırlarının ve niteliğinin irdelenmesini de zorunlu kılmaktadır. Hele hele, siyaset, ekonomi, hukuk-yargı alanlarında ve toplumsal bazda onca kazanımın ardından, terkedildiği varsayılan eski Türkiye’yi hatırlatır refleksler ve kodlara dönüş göstergeleri maalesef 15 Temmuz sonrasına ilişkin umutvar beklentileri tersine çevirmiş, düşmanların foyalarının ayyuka çıktığı, maskelerinin düştüğü, güçlerinin tırpalandığı bu ortamda güvenliği elden bırakmadan daha fazla özgürlük, daha fazla hukuk, daha fazla adalet, geçmişte engellerden ötürü yapılamayanların yapılabileceği bir vasat beklenirken, aksine korku ve vehimlerin ağır bastığı bir ortam adeta pusuda bekleyip de fırsatını yakalamışcasına neşvünema bulmuştur. Adeta, tabiri cazise “sarp yokuşa tırmanmaktansa” kolay olan tercih edilmiş, vesayet yapılarının bildik arkaik korku, vehimleri yeniden sahne almıştır. Seküler ulusalcı-milliyetçi çıtanın yükseltilmek zorunda kalınması, güvenlik ve beka endişelerine dayalı bahanelerin tetiklenmesiyle oluşmuş, “yerlilik-millilik” adı altında, görüntüsü yeni olmakla birlikte formu ve içeriği itibariyle bildik bir vesayet yapısı ortamı tetiklenmiştir.

OHAL süreci, Başkanlık sistemi mahiyet ve pratiklerinin antrenman zemini olmuştur adeta.

Darbecilerle ve terörle mücadelenin ve güvenlik politikalarının olumlu yönlerini bir taraf koyarsak, geriye kalan bakiye hiç de iç açıcı ve geleceğe dair de umut verici değildir. Bunları detaylarına girmeden kısaca somutlaştırmak gerekirse;

Vahiy, Ahlak, Vicdan ve Evrensel Hukuk’tan Nasibini Alamayan Sürecin Bedelleri       

FETÖ ile mücadelenin en başta ifade edilen ihanet-ticaret-taban ayrımından ve “OHAL vatandaşa değil devlete yönelik bir tedbirdir” anlayışından uzaklaşılmış, bu yapının sosyolojik boyutunu tanımayan ve sapla samanı ayırdetmek zorunda olmayan yargı-güvenlik bürokrasisi ve kurum amirlerinin eline evrensel hukuk normlarıyla uyuşmayan gayrı hukuki kriterler verilmiştir. Dahası, sürecin bu perspektifle yönetilmesi beraberinde sadece bu yapının tabanından değil, toplumun mütedeyyin muhafazakar kesimleri yoğunluklu olmak kaydıyla tüm kesimleri olumsuz, haksız, hukuksuz, tazmini ve ıslahı güç muamelelere maruz kalmışlardır.   

OHAL sürecinin hukuksal çerçevesini aşar tarzda mağduriyet alanları oluşmuştur. OHAL’in anayasal çerçevesi delinmiş, resmi olarak kalktıktan sonra da alınan kararlar geçerliliğini korumuş, bu kararlarla yüzbinlerce, hatta aileleriyle birlikte milyonlarca insanın hayatı etkilenmiştir.

KHK’larla ihraç konusu ve mahkelemeler yoluyla geri dönüşler konusundaki hukuksuzluklar; en sağlam delil olarak görülen bylock meselesindeki hatalar, devam eden mor beyin zoka mağdurları konusu; isimsiz ihbar mektupları; iltisaklılık; fişlemeler ve güvenlik soruşturmaları, mülakat meselesindeki itiraflar, uzun tutukluluklar ve yazılamayan iddianameler; cezaevlerinde yaşanan sorunlar, savunma hakkı ve adil yargılanmadan suçun şahsiliğine, lekelenmeme hakkından hukukun geriye doğru işletilmesine kadar pekçok sorunu beraberinde getirmiş; doğal olarak bu sorunlar sadece hukuk alanıyla sınırlı kalmayıp hem siyasetin pratiklerini hem de geniş bir sosyolojiyi her yönden etkilemiş, onulmaz yaralar açmıştır.

Terör ve terör örgütü tanımının milyonlarla ifade edilen bir sosyolojiyi kapsar şekilde olabildiğince geniş tutulması, sadece FETÖ ile mücadeleyi zedeler hale gelmemiş, mezkur yapıyla bağlantılı, iltisaklı sayılıp ve “örgüt üyesi olmamakla birlikte…” denilerek hukuk kılıfına sokulan bir operasyonel süreçle, toplumsal bazda açılan yaralar genişletilmiş, rehabilite olma fırsatı verilmesi gereken kitleler geleceğe dönük muhtemel kriminalizasyon süreçlerine itilmiş, ilgisiz alakasız sosyoloji de tozun dumana karıştığı proseste bir o kadar telafisi zor yaralar almıştır. Bugün binlerce kadın mahkumun cezaevlerine doldurulması, yüzlerce çocuğun anneleriyle birlikte duvarların ardında yaşamaya mahkum edilmesi, tehdidin büyüklüğü iddiasını aşar tarzda, devletçi-milliyetçi korkuların klasik reflekslerinin bir tezahürü olarak görülmektedir. Oysa tehdidin büyüklüğü ile onu toplumsal konsensüsleri ve sulhü zedelemeyecek tarzda çözme becerisi hukuk devletinin adalet ve merhamet politikalarının meşru ve doğal meziyetlerindendir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü ilim, hikmet ve basiret içre özümsenip hayata geçirilemiyorsa, sürekli terennüm etmenin ne faydası vardır ki. “Savaşın düşmanına benzediğinde kaybedileceğini” ruhlarımıza üfleyen bir medeniyetten kalan “Ormanı yak, kalan sağlar bizimdir” msali “Kurunun yanında yaş da elbette yanacaktır”; “acırsak acınacak hale geliriz” sözleri olmamalıydı. Ormanı bylock meselesine benzetebiliriz. Ya da sazan avlamak için ağ atmak yerine suya dinamit savurup kıyıya onlarca tür balığın vurması örneğinde olduğu gibi. Oysa “yaş”lar bir kenara, “kuru”nun kuru olduğu hukuken tespit edilebilmiş midir? Ya da hangi kriterlerle tespit edilmiştir? Bu kriterlerin evrensel hukuk normları karşısındaki hükmü nedir? Ve “acınacak olanlar” kimlerdir? Akıllılar zaten kaçmamışlar mıydı? Geride kalan “saflara” (aslında bu ülkede yaşamak zorunda kalan bu ülkenin insanlarına) yönelik muameleyi neye, kime, hangi ideolojiye, hangi stratejiye göre belirledik? Dahası, “acınmaması gerekenlerden” bahsederken, aslında bunun bir zihniyet ve siyaset olması hasebiyle, medya ve yargı eşliğinde nice ilgili ilgisiz insanın da “acınmaması gerekenler sınıfı”na dahil edilmesindeki tuhaflık, garabet, paradoks nasıl olup da rahatsızlık vermemekte, ya da nasıl olup da rahatsızlık verdiği halde çözüme ilişkin adımlar kaplumbağa misali atılmaktadır. (Tabii bu adımlar karşısındaki yeni mağduriyetler de atbaşı sürgit devam etmektedir.)

Bu süreç aynı zamanda oluşan iklimden dolayı yozlaşmaları ve suiistimalleri de beraberinde getirmiştir. Bu da yine her alanda, bürokrasi-medya-yargı maalesef kendisini serdetmiş, geçmişte “laiklik” üzerinden ortaya konan operasyonel süreçler, bu defa “yerlilik millilik” hassasiyeti üzerinden ideolojik bir konumlanmaya oturtulmuş ve “yerli milli” olmadığı ve “güvenlik problemi” yarattığı düşünülen çevrelere hukuk kılıfıyla müdahaleler ve sindirme politikaları uygulanmıştır.

Özbek, Kazak, Türkistanlı vb kimlikli ailelere yönelik IŞİD operasyonları, Halis Bayuncuk ve Tevhid Dergisine yönelik hukuksuz yargılama ve hükümler, Hizbuttahrir, Alpaslan Kuytul, Osman Kavala, Büyük Ada Davası, Rahip Brunson…örnekleri farklı bağlamlara sahip olmakla birlikte ortak özellikleri itibariyle hukuki olmaktan ziyade, zamanın ihtiyaçlarına uygun siyasi manzaralar içeren kararlar olarak dikkat çekmiştir.

Bu hadiselerdeki ortak marazlar, medyanın yargısız infazları ve lekelenmeme hakkını çiğnemesine ek olarak, iddiaların büyüklüğüyle ters orantılı iddianameler, zayıf “deliller”, daha önce ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilen hususların suç olarak görülmesidir: Elde edilmek istenen hasıla, topluma yönelik tehlikenin halen devam ettiği, çoklu düşmanlarla karşı karşıya olunduğu, terörle mücadelede somut adımlar atıldığının görünür kılınmasıyla birlikte; travma ve paranoyaların sürekliliği, süreçleri yöneten ve takip eden güvenlik, yargı, siyaset ve medya çevrelerinin ortamın ruhuna ve beklentilerine uygun “doğal” refleksleri olarak nitelemek de mümkündür. Bunları “huzur operasyonları” olarak gören kurumsal mekanizmaların, sosyolojik bağlamda huzuru ve insan haklarını ne derece yaraladığı ikincil konuma düşmüştür.

Özellikle siyasetin sesi olmaktan başka bir rol ifa etmemiş olan medya, toplum nezdinde tüm bu yaşanan-yaşatılanları meşru kılma, bunu propaganda etme bağlamında çok ama çok kötü bir sınav vermiştir. Bu öylesine kötü bir sınavdır ki, 28 Şubat medyasıyla yarıştıkları ifade edilirse abartılı sayılmaz. Medya hak hukuk merhamet konularında yargının bile gerisinde kalmıştır. Yargısız infazlar bir yana, bir takım davalarda verilen beraat kararları iddianamelerden bir sayfa bile okumayan yazarlarca “darbeciler salınıyor”, “yargıda hala kalıntılar mı var?” gibi sorularla vicdanlar yaralanmıştır. İddia niteliğinde olması gereken haberlerdeki kesin hükümlerle insanlar lekelenmekle kalmamış, davalarla ilgili olarak da yargı üzerinde bir baskı iklimi oluşturmuşlardır. Biraz evvel sıraladığımız tüm evrensel hukuk, ahlak, vicdan normları, daha yüksek olduğu vehmedilen çıkarlar, maslahatlar adına bizzat bu medya tarafından ayaklar altına alınmıştır.”

Merhamet, Sulh, Avf, İhsan ve Adalet Siyaseti Yegane Kurtuluş Reçetemiz

Kurbanoğlu, genel işleyişle alakalı bu tespitlerinin ardından sözü merhamet konusu ve siyasetine getirdi:

Merhamet kelimesini kullandığımızda kişisel, psikolojik bir konudan bahsediyor gibi oluyoruz ve insanların aklına aslında cahili olduğunu düşündürten “merhametten maraz doğar” sözü gelmekte. Oysa merhamet zaaf oluşturacak bir duygu değildir, adalet ve siyasetle ilintili bir husustur. Yani aslında bir merhamet, avf, ihsan, sabır ve sulh siyasetidir söz konusu olan. Bu ise, ancak hikmet konusunda ğani olanların becerebileceği bir iştir. Merhamet hakkını vermektir; yeri geldiğinde daha yüce maslahatlar ve değerler adına hakkından feragat etmektir. Yüksek amaçları ve menfaatleri içeren bir siyasettir merhamet. Mesele “seni affettim” demek değil, çok boyutlu hikmetli bir inşa sürecidir aynı zamanda.

Ve bilahare yapılabilecek yanlışları görmektir. Eğer elimde yeterli kadrolar yoksa, en azında oluşabilecek hataları engelleme çabasıdır. “Şu şu kriterler, şu şu kadroların eline verilirse…bu tanımlar o şekilde yapılırsa önünü alamayacağımız sorunlar oluşur”u görebilmektir aynı zamanda. Yaşanan travmaları “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığıyla değil, en az zararla atlatma çabasını içrektir.

Mesela biz 2,5 yıllık süreçte en çok "beka" meselesini duyduk. Elbette darbe girişimi korku yaratmıştır. Lakin bu adaletsizliği ve merhametsizliği beraberinde getirmemeliydi..Beka meselesinin sadece güvenlik politikalarıyla çözülemeyeceği görülebilmeliydi. Vahiy bu konuda "beka endişesi ve korku"nun ölçülerini göstererek ruhları, zihinleri, kalpleri terbiye ediyor.

Elimizde Maide 8, Nisa 135 gibi insanlığa muhteşem ve biricik mesajlar veren vahyi akıl ve vicdan varken, bunları gözetemedik, çiğnedik. Rahmetli S.Kutub Fizilalde, “Hiçbir ideoloji müntesiplerine düşmanına bile adaletli olması gerektiğine ilişkin bir erdemlilik talebinde bulunmaz, İslam bu konuda biriciktir” demektedir.

Bir diğer konu da Müslüman şahıs ya da ümmetin düşmanı gibi davranamayacağı meselesidir. Böyle yaptığında kendisi olmaktan çıkar. Onun gibi davranmak savaşı kaybetmektir. Bizler mücadele içerisinde de mücadele ahlakını ve hukukunu öğreten rol modeller olmakla yükümlüdürler. Çünkü esas başarı buradadır. Diğeri sadece kısa süreli, göreli bir güç temerküzü sağlasa da asla asıl hedefe matuf davranılmış olmaz.

Aliya İzzetbegoviç ne güzel demiş:"Savaşı düşmanına benzediğin vakit kaybedersin."

FETÖ, Sünnetullahı, Allah'ın ayetlerini her yerde çiğneyen bir metodoloji idi. Bu metolojide onlar biricik değillerdi. Seküler, faşizan, totaliter yapılar da aynı metodlarla hüküm sürdüler. Bu metolojiyle en ufak bir kesişmeden dahi korkmak gerekirdi ki, bu konuda iyi bir sınav verilmedi ve olumsuz yansımaları her yere, kuruma, zihniyete yansıdı. Bu aynı zamanda toplumsal bazda da bir itikad zedelenmesi anlamına gelmekte. Oysa daha iyi bir örneklik toplumu buna da alıştırır, zihinsel, vicdani sapmaları engellerdi.

Aslında sadece Mekke Fethi süreci bize örnek olma bağlamında muazzam bir örnekliktir. Mekke’de ilk inen ayetlerde de, en zorlu süreçlerde de Medine döneminde daha fazla olmak kaydıyla adalete ve merhamete vurgu vardır. İşte Fetih bir yönüyle ve hal diliyle Rabbimizin ümmete “İşte ispat vakti; artık kılıçların konuşması için bir sebebiniz kalmadı, işte hükümranlık sizin, şimdi iddialarınızı ispat vaktidir” demesidir adeta. Ve asla artık iktidar olundu bütün defterleri kapatalım anlamına da gelmemektedir bu hal. Nitekim toplumsal yapının içinde kendilerine “fetihte Müslüman olanlar” gibi sıfatlar verilen, bir nevi “gözümüz üzerinizde” siyaseti de izlenmiştir. Sabırlı davranıp bu dönem iyi irdelenebilirdi; halen geç kalınmış değildir. Mekke döneminin özellikle “darbe başarılı olsaydı…onlar bizi ele geçirselerdi neler yapmazlardı ki” mantığı ve bunun örttüğü hukuksuzluklara ilişkin cevaplar içerdiğini vurgulayan Kurbanoğlu, Elmalı’nın Hak Dini Kur’an Dili’nde Maide Suresi tefsirinde de, nefret ve düşmanlığın karşılıklı olduğundan bahisle, buna rağmen adaleti ve merhameti bir sulh siyaseti eşliğinde gözetmek noktasındaki örnekliğin Hz.Peygambere nice kumpaslar kuran Yahudilerle ilgili ayetlerin bu hususlara değindikten sonra “…affın ve onlardan geçmenin…” üzerinde durduğunu hatırlattığını vurgulamıştır.

Umutlarımızı Artıran: Şer Gibi Görünende Hayırlara Vesile Olanı Görüp Gözetmeliyiz 

“Adalet, insan değil, Allah’ın hatrı içindir” vurgusuyla konuşmasını sürdüren Kurbanoğlu, bu vurgunun Menar’da Katâde’den aktarımla yer aldığının altını çizdi. Katâde adaletle ilgili konularda zenginden gelebilecek hayr ya da muhtaca merhamet gibi insanların hatrına göre değil, -ki Allah onların hatrını herkesten fazla gözetir- bizatihi Allah’ın hatrının gözetilmesi gerektiğini vurgular. Hatta “Adaleti, hakkı gözetmek insan için değil Allah içindir” şeklinde net bir ifade kullanır. Bu bize kimlikler üstü, hatta ademoğlunu gözetmeyi aşan bir perspektif sunmaktadır. Tabiri caiz ise “adalet dogmamız olmalıdır”. Nitekim Abduh/Reşid Rıza da “el kavvamun bil kıst” ifadesinin adaleti en mükemmel ve en devamlı biçimde uygulayarak ayakta tutan kimseler olunması gerektiğinden bahisle, “kavvâm”ın herhangi birşeyi yapmakta mübalağalı titizlik gösteren kimse anlamına geldiğini belirtmektedir. Yüce Allah üç yerde, yani namaz, şahitlik ve ölçü ile ilgili ayetlerde bunları “ikame etmeyi” emretmiştir. Ayetin kullandığı ifade en beliğ ifade olmasının yanında, ayetlerde sadece vakaya göre adil davranmayı değil, bir sıfat olarak “kûnû kavvâmine bi’l kıst” yani adalete layıkı şekilde özen göstermeyi ve bu hususta aşırı titiz davranmayı sıfat edinmemiz emredilmiştir. Rabbimiz, Adaleti tam bir dikkatle araştırın ki o sizin nefislerinizde köklü bir meleke haline gelsin, demektedir. İşte sürekli kullanageldiğimiz adil şahitler vasfı bunu içermelidir. Adaleti sıfat edinmek, kimlikler üstü bir kimlik edinmek. Buna ulaşabilmek için sa’yu gayret sarfetmek.   

Kurbanoğlu sunumunu şu vurgularla bitirdi:

Dost acı söyler kardeşler. Ahlakı, rasyonel düşünmeyi, merhameti ve adaleti kuşanmazsak kaybediyoruz. Hukuksuzluklar, adam kayırmalar, rantçılar, troller ve medya(!) bize kaybettiriyor.

Kardeşler, öncelikle bir misyonu üstlenmeliyiz. Vahyin emrettiği adil bir toplum misyonu. Yitirdiklerimizi yeniden kazanmak için üslubunca, adilce, merhametli bir şekilde vahyin sesine ses verip herkesin işitebileceği şekilde bu yola koyulmalıyız. Islah temelli bir dil, üslup ve siyasetin öncüleri olmalıyız. İslami kesimler olarak bu süreçte hiç iyi sınavlar vermedik, bu doğru, lakin iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk olma emrine her daim muhatabız. Muhataplarımıza da bunu işittirmekle yükümlüyüz. Umulur ki onların öğüt alması, bizim de Rabbimize mazeretimiz olsun için.

Program soru cevap kısmının ardından sona erdi.

img-20190222-wa0034.jpg

img-20190222-wa0032.jpg

img-20190222-wa0036.jpg

img-20190222-wa0042.jpg

img-20190222-wa0046.jpg

img-20190222-wa0053.jpg

HABERE YORUM KAT

1 Yorum