Açılımın yaptığı iyilikler
Adının 'açılım' olması boşuna değil. Her şey ayan beyan ortada. Bilinen bütün ezberler, şık sıfatlarla süslenen eğilimler gün yüzüne çıkıyor. Damarına basıldığında Dersim gafı yapan politikacı değil sadece, bu süreçte hemen herkes aslında neyse, en derinde neye inanıyorsa o safta hizalanıyor.
Açılım bu bakımdan bir samimiyet sahası gibi. Orada ne gizlenen niyetler hayat bulabiliyor artık, ne de devrimci-ilerici gibi şık sıfatlar.
Farkında olsun olmasın herkes en samimi refleksi veriyor. Türkiye gibi bütün eğilimleri otoriter bir kalıpta eritmeye çalışan bir ülkede, kalıbın yırtılmış olması her ne kadar kaygı verse de, aslında büyük bir potansiyel anlamına da geliyor. Birilerine kaygı veren bu manzaranın gerçekliği ne? Meseleyi bir Kürt-Türk, yahut Alevi çatışması olarak göstermek isteyenler ne kadar haklı?
Evet sokağa dökülenler var. Onlara tepki veren bir kesimin olduğu da biliniyor. Milliyetçiler daha milliyetçi, otoriter olanlar daha bir otoriter şu günlerde. Demokratlar, sivilleşmeyi savunanlar, çıkar grupları hemen herkesin rengi belirgin bir biçimde seçiliyor.
Süreç turnusol kâğıdı gibi. Bir tür kavşak. Ve bütün geçiş süreçleri gibi belirsizliklerle dolu. Ancak bu kavşağın aşılmasıyla, siyasî tutumları belirleyen fikirler karşılık bulacak. İlkeler üzerinden konum belirleme ancak o zaman mümkün olacak.
Şu aşamada çoğu kesim doğrudan açılım karşıtı, demokratikleşme karşıtı tavır alamayacağı için meseleyi AKP üzerinden eleştiriyor. Ya da demokratikleşme kısmını aşıp, tartışmayı Kürtlük-Türklük yahut Alevilik üzerinden boşa çıkarmaya çalışıyor. Aslında tartışmanın odağında olan bu kesimler değil.
Siyaseten tutarlılık, kararlılık ve ilkeler gereği bu böyle olmamalı. Çünkü Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin homojen olmadığını bu siyaseti üretenler bilir.
Ama meseleyi siyasetin kolay kategorizasyonu ile bir Türk-Kürt, Alevi-Sünni karşıtlığı üzerinden göstermek işlerine geliyor. Bu karşıtlıklar elbette var. Ama bütün bu rahatsızlıkların su yüzüne çıkması Kürtlüğün ve Türklüğün kendisinden değil, daha derindeki yapının sarsılmasından kaynaklanıyor. Devletin toplumla ilişkisinin demokratikleşme sancısı bu. Demokratikleşme gerçekleştiğinde bütün bu karşıtlıkların da yatışması kaçınılmaz. Bu süreç tamamlandığında sadece toplum değil akademi çevreleri, sivil toplum, cemaatler, hatta meslek odaları bile rahatlamış olacak! Böylece görünenle olan arasındaki makas kapanmış olacak. Bu sayede demokrasi savunuculuğu yaptığını söyleyenler, konumlandıkları anti-demokratik pozisyondan da kurtulmuş olacaklar.
Tam da, siyasetteki bu şizofreni nedeniyle sadece Türkiye'de değil, Batılı siyaset bilimciler de Türkiye siyasetini anlamakta zorlanıyorlardı. Örneğin laiklik, çağdaşlık, ilericilik idealinden ayrılmadığını iddia eden CHP'nin nasıl ve neden darbeci, otoriter ve ayrımcı politikalar izlediği anlaşılamıyordu.
Keza muhafazakâr kimliğini ön planda tutan AKP'nin Türkiye'nin liberalleşmesi, sivilleşmesi, demokratikleşmesi konusunda nasıl bu kadar öne çıktığı kavranamıyordu. Önümüzdeki dönemde pek çok yapı haklı olarak yeni tanımlarla ifade edilecek. Kim demokrat, kim ilerici, kim gerçekten muhafazakâr daha kolay anlaşılacak.
Benzer süreçler dünyada da yaşandı. Avrupa 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla buna benzer bir sarsılma yaşamıştı. Duvar toplumdaki eğilimleri perdeleyen bir semboldü çünkü.
Türkiye'de toplumun derinlerinden gelen eğilimleri perdeleyen otoriter zihniyet bu düzeyde ilk kez sarsılıyor. Kurumların sistemdeki yeri yeniden organize ediliyor. Bu sarsılmanın neticesinde doğacak yeni toplumsal sözleşmeyi yönetecek zihniyetin de kendini tutarlı bir demokratik bilince hazırlaması gerekiyor. Çünkü ancak sahici demokrat bir bilinçle siyaset üretenler Türkiye'nin geleceğinde söz sahibi olabilirler.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT