AB’nin Yalan Balonu 16 Nisan’da Patlayacak!
Almanya'da Müslümanlara yönelik hak ihlalleri hususunda faaliyet yürüten İnsan Onuru ve Hakları Derneği'nin (HDR) eski başkanı Murat Yılmaztürk,16 Nisan referandumunu bilhassa Avrupa'nın ikiyüzlülüğü açısından tahlil etti.
MURAT YILMAZTÜRK’ün Analizi:
Almanya’da, ‘İnsan Onuru ve Hakları Derneği’ (HDR) için fahri olarak çalıştığım on yıllık süre zarfında, doğal olarak Türkiye’yi de takip ediyor ve AK Parti’nin de siyasetini ve uygulamalarını eleştiriyordum.
Şu sıralarda ise bilhassa Almanca konuşan ülkelerin medyasında, Türkiye’nin Almanya ve diğer AB ülkeleri arasındaki ilişkileri hakkında çıkan haberleri Türkiye medyasıyla karşılaştırıyorum. En basit şekilde ifade edecek olursam; objektif habercilik adına sunulanlar berbatın da ötesinde birşey. Sürekli biçimde Türkiye’nin AK Parti’nin iktidara geldiği tarihten itibaren diktatörlüğe doğru kaydığı ve AB ve onun değerlerinden gittikçe uzaklaştığına dair haberler yapılıyor.
Buna örnek olarak da, başta AK Parti’nin Kürt politikası olmak üzere, özellikle gazetecilerin tutuklanması, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Gülencilere müdahale şekli ve bu bağlamda ilan edilen olağan üstü hal dönemi ile anayasa değişikliği için 16 Nisan’da yapılacak olan halk oylamasıyla Cumhurbaşkanı’na çok daha fazla yetkilerin verileceği iddiaları öne sürülüyor.
Almanca konuşulan bölgede bu konular hakkında yapılan haberciliğin ne kadar ikiyüzlü ve yalancı, ne kadar sinsi olduğuna baktığımda, Türkiye gerçekten AB ve onun değerler dünyasına sırt çevirecek olursa, bu hiç de yanlış olmaz kanaatindeyim. Tespit edebildiğim en net gerçek şu: Almanca konuşulan bölge insanı (Almanya, Avusturya ve İsviçre) kendi medya ve siyasetçileri tarafından tamamen aldatılıyor!
Türkiye’nin gittikçe diktatörlüğe kaydığı iddiası temelsiz zira AK Parti kuruluşundan ve 2002’de iktidarı devraldığı tarihten itibaren bütün yerel ve genel seçimleri, oylarını en son seçimde yaklaşık % 50’lik bir oran elde ederek sürekli arttırarak kazandı. Ve bunu, Avrupalı’ların –son Hollanda seçimleri hariç- hayal dahi edemeyecekleri yükseklikte, çoğu zaman %80’leri geçen katılım oranlarıyla elde etti. Bu başarı çizgisinin zirvesini, ilk olarak Ekim 2014’te uygulanarak R.T. Erdoğan’ın takriben %52 oy alarak AK Parti’nin şimdiye kadar aldığı en yüksek oy oranını da geçerek doğrudan Cumhurbaşkanı seçilmesi teşkil ediyor. Burada, R.T. Erdoğan’ın, kısmen muhalefetin de oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildiğini ayrıca ifade etmeme ihtiyaç olmasa gerek.
Çok aşikardır ki, batılı medya ve siyasetçiler, bu tür yalanlar yayarak Türkiye ve Avrupa’daki seçmenler arasında bir güvensizlik ve belirsizlik oluşturup, halk oylamasında Erdoğan’ın zaferinin gerçekte beklediklerinden de daha açık ve net olmamasını sağlamaya çalışıyorlar.
Bunun onlar için önemi ortada: ‘Evet’ cephesindeki kararsızları da düştükten sonra, halk takriben %55-65 arasındaki bir oyla açık bir şekilde ve demokratik kurallara uygun olarak ‘diktatörünü’ seçmiş olacak ki, Avrupa’nın sözde demokratlarının buna karşı öne sürebilecekleri bir gerekçeleri de kalmayacaktır!
Böylesi bir sonuç, batı medyasının ve siyasetçilerin kamuoyunu, Kürt politikası, insan hakları ve fikir özgürlüğüne ilişkin yalanlar ile kandırdıkları yalanlar balonunun da sabun köpüğü gibi patlamasını beraberinde getirir. Fakat dahası var; böylesi bir sonuç ile R.T. Erdoğan Türkiye’yi en az on sene daha başarı şeridinde yönetir ve Boğaz’daki hasta adamın tekrar sağlığına kavuştuğunu ve bununla Türkiye’nin emperyalist dünyadan bağımsızlığını ilan etmiş olur. Batılıların bu tür endişeleri de yersiz değil, zira R.T. Erdoğan, 5 Nisan 2017’de Bursa’da yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin değil, AB’nin Batı’nın hasta adamı olduğuna vurgu yapmıştı.
Bunun emperyalist Batı’nın Ortadoğu ve İslam dünyasına yönelik politikaları için ne tür kısıtlayıcı ve öngörülmez sonuçlar doğuracağını Batı’da tahayyül bile etmek istemezler. Bu, aynı zamanda ‘Büyük İsrail’ rüyasının da sonu anlamına gelir. Biliyorum, Batı kendisinin emperyalist olarak tanımlanmasından hiç hoşlanmaz; o zaman birisi bana, Batılı orduların Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Yemen ve başka ülkerede ne aradıklarını inandırıcı ve anlaşılır bir şekilde izah edebilir mi? Bu ülkelere demokrasi ve insan hakları getirecekleri iddiasına, bölgede yaşanan bu kadar kaos ve akıtılan kandan sonra artık hiç kimse inanmıyor.
Bir Alman savunma bakanı, Almanya’yı Hindikuş’ta savunmaya başlamak gerektiğini söylemişti. Almanya ve Hindikuş arasındaki bölgeyi sen kendi ağzınla savaş alanı olarak ilan edersen, Almanya’yı da Hindikuş’ta savunmaya başlamak zorunda kalman kaçınılmaz olur.
ABD tarafından hedeflenen yeni dünya düzeninin kurulmasına start anlamına gelen 11 Eylül olaylarıyla birlikte, İslam dünyası terörize edilmeye başlandı ve yürürlüğe geçirilen terörle mücadele yasalarıyla, o zamana kadar Avrupa’da barış içerisinde yaşayan müslüman toplum kriminalize edilmeye ve radikalleştirilmeye başlandı.
Hiç kimse, 11 Eylül olaylarından önce Avrupa’da toplumsal birlikteliği genel anlamda tehlikeye soktuğu iddia edilen, sözüm ona ‘radikal islamcı eylemlerden’ bahsedildiğni hatırlıyor mu? Cevap çok basit: ‘Hayır!’. Avrupa’da böyle birşey, belki bazı münferit, küçük olaylar dışında olmadı. En azından, topyekün İslam’ın veya islami toplumun sorumlu tutulduğu hadiseler yaşanmadı.
Lakin, 11 Eylül olaylarından sonra Avrupa’da öylesi bir atmosfer oluşturuldu ki, kamuoyuna, Müslümanların ve İslam’ın kötü ve her an şiddete hazır olduklarına inanmak için bir gerekçe sunulmuş oldu. Stratejik olarak bu davranış, ABD öncülüğündeki emperyalistler açısından anlaşılır ve mantıklı, zira onlar Batı dünyasına nasıl itiraf etsinler ki, biz gözümüzü İslam dünyasının yeraltı zenginlikleri ve enerji kaynaklarına diktiğimiz için onlar bize çok kızgınlar! Bunu yapamadıkları için Batı kamuoyu, Müslümanların kendilerine dini saiklerle saldırdıklarına, değerlerine savaş açtıklarına inandırılmalıydı.
Türkiye’den terörle mücadele kanunlarının değiştirilmesi istenirken ve vize zorunluluğunun kalkması terörle mücadele kanununun değişmesi şartına bağlanırken, Türkiye’nin 60 seneden beri Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınması hususunda yalanlarla oyalanmış olması bir kenera, dönemin İçişleri Bakanı Otto Schily’nin yürürlüğe soktuğu ‘Güvenlik Paketi I ve II’ ile Almanya’da yaşayan Müslümanların topyekün zan altına alındıkları ve toplumun ve devletin neredeyse tüm kesiminden zuhur eden teröre maruz kaldıkları memnuniyetle unutuluyor.
Bu süreçte birileri bir şüpheli şahıs görmüş iddiaları üzerine camiler basıldı, başörtülü bayanlar muhtelif sebep ve fırsatlarda taciz edildi, saldırıya uğradılar. Baden Würtemberg eyalet hükumeti adına hukukçuların hazırladığı ve ta başından anayasaya aykırı olduğu aşikar olan bir soru kataloğu üzerinden kamuoyunda başlatılan bir tartışma sayesinde, Alman vatandaşlığına geçmek isteyen Müslümanlar bu tartışmaların etkisinde bırakılarak sindirilmeye çalışıldı. Doktorlar birdenbire karşı cinsten kendileriyle dini nedenlerden dolayı tokalaşmayan hastalarını tedavi etmeyi reddetmeye başladılar. Halbuki 11 Eylül olaylarından önce bunu saygıyla karşılıyordular. Gerekirse, herkesin birşeyler anlatabileceği, daha birçok buna benzer örnekler sayılabilir.
Terörle mücadelenin bu kadar açık bir şekilde tek taraflı olarak Müslümaların üzerine yıkılmasına rağmen, sürekli Müslümanların Alman devletine ve anayasasına sadakat ve bağlılık beklentisi vurgulanırken, hiç kimse ne o zaman, ne de bugün Alman devletinin Müslümanlara karşı, sahip olması gereken sadakati sorgulamadı; oysa Alman anayasasının 1. maddesinde, yasalar önünde bütün insanların eşit olduğu vurgulanıyor.
Almanya ve Avrupa’da yaşayan Müslümanlar 11 Eylül olaylarından hiçbir şekilde sorumlu olmadıkları halde, herhangi etkili ve kalıcı bir tartışma ve eleştiriye yol açmadan, güvenlik paketi I ve II adeta bir polis devleti edasıyla yürürlüğe konuldu. Türküye’den ise, terörle mücadele kanunlarını yumuşatmasını, 30-40 seneyi aşkın bir hazırlığın sonucu FETÖ tarafından gerçekleştirilen ve halkın her kesiminden insanların birlik ve beraberlik içerisinde kahramanca direnişi sonucu engellenen 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen olağanüstü hal uygulamasını kaldırması talep ediliyor. Oysa darbeciler, F-16’larla, tanklar, roketler ve savaş helikopterleriyle sivil halkın üzerine ateş ederek 249 insanın ölümüne, 3000’e yakın insanın yaralanmasına sebep oldular, Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı külliyesini bombaladılar.
Fransa ise, ‘sadece’ belli bir gurup siyasi zihniyet sahibi insanlara yönelik ve ‘sadece’ onların (Charlie Hebdo dergisinin) bulunduğu mekana yapılan saldırı üzerine olağanüstü hal ilan ediyor, fakat hiç kimse Türkiye’ye yapıldığı şekliyle aylarca üst düzey politikacıların çağrıları, tartışma programları, eylemler ve medya propagandası eşliğinde ne diktatörlükten, ne de insan hakları, fikir özgürlüğü ve serbest dolaşım haklarının ihlal edildiğinden söz etmiyor!
Tabi ki insan, bu çifte standart ‘niye’ diye sormaktan kendisini alıkoyamıyor. Türkiye halkı özellikle, Batı’lı devletler gerçekleri bildikleri halde, Türkiye’deki gelişmelere ilişkin gerçekleri neden tamamen çarpıttıklarını soruyor. Aslında bu sorunun cevabını da biliyorlar, zira bu tamamen Türkiye’nin, Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki AK Parti tarafından yönetilmeye başladığı andan itibaren yaşadığı gelişme ile doğrudan ilintili.
Halk, AK Parti’nin 15 senelik iktidar döneminde, 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar, tüm iktidarların yaptığından en az on misli fazlasını başardığını çok iyi biliyor.
Türk’ler ve özellikle belirtmek isterim ki, Kürt’ler de, AK Parti döneminden önce Türkiye’deki Kürt politikasının, sürekli kopması her an olası bir iç savaş korkusu ve güvensizliği ile Türkiye’yi kontrol altında tutmaya çalışan emperyalist güçlerin bir siyaseti veya stratejisi olduğunu çok iyi anladılar.
PKK’nin hiçbir şekilde Kürt halkının özgürlüğü için mücadele eden bir grup olmadığını, bilakis emperyalist güçler tarafından Türkiye’nin içinde bulunduğu bu kalkınma dönemi için sıcak, daha doğrusu ateşli tutulduğunu PKK, AK Parti’nin başlattığı çözüm sürecini istismar edip, yine AK Parti iktidarının Güneydoğu Anadolu’da finanse ettiği ve sonradan oradan geçecek olan askeri araçların havaya uçurulması için yapılan yolların altına patlayıcı döşeyerek ortaya koymuş oldu. Akıl sahibi her insan, PKK ve HDP’nin de Kürt sorununun sona ermesi için başlatılan bu çözüm sürecinin başarılı bir şekilde sonuçlanması için katkıda bulunacaklarını beklerken, onlar bu durumu fırsat bilip, silahlı mücadelelerinin hazırlığına devam etmeyi tercih ettiler. Batı medyası ise, Güneydoğu Anadolu’da yapılan yeni yollarda gerçekleştirilen bu bombalı eylemler hakkında sıradan olaylarmış gibi haberler yaptı, yapıyor, fakat tek bir cümle ile olsun bu eylemlerin belki 40 seneyi aşkın bir süreden sonra ilk olarak AK Parti iktidarı tarafından başlatılan bir barış sürecini havaya uçurduğundan söz etmiyor.
Zaten Batı medyası, gerçekleri tamamen çarpıtmak ve örtbas etmek hususunda, özellikle de gerçeklerden hiç bahsetmeden bunu başarmak hususunda oldukça ustadır. Batılı medyanın İsrail ve bugünün Türkiyesi hakkında uyguladığı habercilik örneğinde bunu, kıyaslayıcı bir bakışla görmek mümkün: 1988’de vefat eden yahudi şair Erich Fried’in şiirlerine öfkeli bir şekilde “gamalı haç çırakları” ve “insanlık beşiğinde kimler tarafından değiştirildiği bilinmeyen veletler” cümleleriyle konu olan ve kurulduğu günden bugüne kadar, her seçimde siyonist-faşist iktidarlarla yönetilen İsrail’den sürekli “Ortadoğu’nun yegane veya tek demokrasisi” olarak Batı medyası bahsederken, Türkiye’yi ise 15 seneden beri her seferinde artan oylarla, halkın hür iradesiyle aynı partinin iktidara seçiliyor olmasını ‘diktatörlüğe kayan ülke’ olarak tanımlıyor. Batı’nın bu tutumundan, onun nezdinde, Batı’nın çıkarlarına hizmet etmeyen bir halk iradesinin hiç bir değerinin olmadığı anlaşılıyor. Yani bildik tablo; işlerine gelmeyince, putlarını rahatlıkla ve ağızlarından salyalar akıtan bir iştahla yiyebiliyorlar.
Bundan 2 hafta öncesine kadar her akşam tartışma programları üzerinden R.T. Erdoğan aleyhine yürütülen kışkırtıcı propagandanın aniden kesilmesi de buna bariz bir örnektir. Batı medyası Türkiye ve R.T. Erdoğan hakkında yeni bir stratejinin gerekli olduğunu anlamış olmalı. 2 hafta öncesine kadar tercih ettikleri anti propaganda yönteminin R.T. Erdoğan ve AK Parti’ye zarar vermekten ziyade, faydalı olduğunu anlamış olmalılar ki, iki haftadır Alman medyasında Erdoğan ve AK Parti aleyhine, tek tük, adet yerini bulsun kabilinden haberler dışında pek birşey yazılmıyor. Yeni yöntemleri ‘daha demokratik’: Alenen Erdoğan aleyhinde kışkırtmak yerine, Avrupalı seçmenlere, halk oylaması için oy vermelerine yönelik engel çıkarıyorlar. Hannover ve Hollanda’da buna örnek uygulamalar yaşandı.
Batılı kibrin efendileri, kin ve bağnazlık içerisinde şu gerçeği bir türlü göremiyor, belki de görmek istemiyor: Türkiye halkı nerede bulunuyorsa bulunsun, ister Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika veya Türkiye’de olsun, 1923’ten, yani Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaklaşık her gün bu tür entrikalarla güne uyandırıldığı için, Batılı siyasetçiler ve Batı medyasının Türkiye için duydukları sözüm ona ‘endişleriyle’ gerçekte neyi elde etmek istediklerini çoktan fark etmiş durumda!
Emperyalistlerin 1923 ve hatta daha önceden beri Türkiye siyasetine sürekli müdahele etmiş olmalarının (bu arada, 15 Temmuz darbe girişimini yönetenlerin, darbe girişimini ABD-Ordusu üst düzey yetkilileriyle aylar önceden hazırladıklarına dair bilgiler ortada dolaşıyor) sonucu–istemeyerek de olsa- hızlandırılmış olan bu olgunlaşma sürecinin neticesi olarak Türkiye halkı 16 Nisan halk oylamasında çok net bir ‘EVET’ ile anayasa değişikliği için kararını vermiş olacak. Ekonomik ambargolar ve Türkiye’ye gelecek olan turistlere, bu sene Türkiye’yi boykot edin çağrıları da bu gerçeği değiştirmeyecek.
‘Batı’lı kibrin efendileri’ dememin nedeni şu: Batılıların gözünde Türkiye’deki halk ve Avrupa’daki Türkiye asıllı halk, halk oylamasında verecekleri ‘EVET’ oylarıyla devlet aparatına ait tüm yetkileri tek bir adamın, R.T. Erdoğan’ın eline vereceklerini anlayamayacak kadar aptallar! Bu yüzden 16 Nisan’da ‘HAYIR’ oyu vermeleri hususunda müdahale etme zorunluluğu hissediyorlar. Fakat kibirin efendileri tam da bu konunun Türkiye kamuoyunda şu günlerde en çok tartışılan konu olduğunu görmezlikten geliyorlar. Bu gerekçeyi onlar, Türkiye’de havuz veya yandaş medyanın halkı tek taraflı olarak AK Parti lehine manipüle ettiğini ileri sürerek çürütmeye çalışıyorlar. Fakat Türkiye’de herkesin tüm muhalif medya organlarına da ulaşma imkanına sahip olduğundan bahsetmiyorlar. Ben örneğin, yandaş denilen medya ile birlikte Halk TV’yi, Ulusal Kanal’ı, Fox-TV’yi ve Kanal D’yi de, Almanca kanalları da takip ediyorum. Almanca kanalları dil sorunu nedeniyle belki herkes takip edemeyebilir, fakat diğerlerini herkes takip edebilir. Dolayısıyla hangi kanalı izlemek istiyorsa vatandaş, bunda tamamen özgürdür.
Ancak, toplumun büyük bir kısmı muhalif medyanın haberciliğine pek ilgi duymuyor, zira onların, yani bu medyanın önceki darbelerde üçüncü veya dördüncü güç olarak nasıl ve ne kadar çirkin bir rol oynadığı insanların hafızasında hala çok canlı ve taze! İnsanlar, sadece Batı’ya inat olsun veya onlara göre Erdoğan’ın sözüm ona bir diktatör olduğuna inandıkları için de Erdoğan’ın öncülüğündeki AK Parti’nin hazırladığı yeni başkanlık sisteminin önünü açacak olan anayasa değişikliğine ‘Evet’ demeyecekler. Bilakis, onu sevdikleri ve ona hayranlık duydukları için ‘Evet’ diyecekler. Yani Batılı medyanın kendi kamuoyuna yutturmaya çalıştığı durumun tam aksine bir durum sözkonusu. Onlar Tayyip Erdoğan ve onun yeni sistemi için, yeni sistemin şimdiki sistemden daha demokratik olduğuna inandıkları için de ‘Evet’ demeyecekler. İnsanlar Tayyip Erdoğan’a, önceki liderlerden farklı olarak tamamen güvendikleri ve bu yeni sistem sayesinde toplumun zorla, katı bir laik zihniyet lehine, negatif bir ayrımcılığa tabi tutulmayacağına, Türkiye’nin kukla yöneticiler aracılığıyla emperyalist çıkarların coğrafi satranç alanı olarak kullanılmasına asla izin verilmeyeceğine tüm samimiyetleriyle inandıkları için ‘Evet’ diyecekler. “Hayır” seçeneği ise, mevcut sistemin devamı anlamına gelir ve şayet bir gün sosyal demokratlar iktidarı ele geçirecek olurlarsa, eskiden olduğu gibi, tekrar toplumu, özellikle de dindar kesimi baskı altına alıp terörize etme tehlikesi çağrıştırıyor.
Bu nedenle 16 Nisan’da, aslında dini nedenlerden dolayı ilkesel olarak hiçbir zaman seçimlere katılmayan dindar kesimin küçümsenemeyecek bir kısmının bile halk oylamasına “Evet” oyu vererek katılacağına inanıyorum, zira bu sefer belli bir partiye veya laik demokratik sisteme değil, 1923’ten buyana başlarına gelenlerin tekrar gelmeyeceğine dair umutlarına oy verecekler. Türkiye’nin, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar toplumsal siyaset alanında yaşananların tarihçesini bilenler burada neden söz edildiğini çok iyi bilirler. CHP bugün, sanki Türkiye’nin bu geçmişiyle hiç alakası yokmuş gibi davranıyor. CHP’nin katı laikçi politikalarının terörü altında inleyen halk ise bu hatıraları öyle kolay unutmayacak. Halkın istediği tek şey var, o da, insanların dünya görüşlerine, inançlarına veya etnik kökenine göre ayrımcılık yapılmadan, eşit haklara sahip olarak barış içerisinde bir hayat ortamıdır. Halk bu yaşam ortamını, Cumhuriyetin kuruluşundan beri belki de ilk olarak bu son 10-15 seneden içerisinde yaşama imkan ve ortamını yakalamış görünüyor.
Eğer sayısal olarak ciddiye alınabilecek tek muhalefet partisinin, esrarengiz bir şekilde, halefi Deniz Baykal aleyhine gündeme gelen bir seks kaseti sayesinde parti başkanlığını ele geçiren ve bugüne kadar AKP’ye karşı en az 7 seçim kaybeden becereksiz bir Kemal Kılıçdaroğlu tarafından ısrarla yönetildiği gözönünde bulundurulursa, halkın CHP’ye ilişkin endişeleri öyle çok hafife alınacak gibi de değil. Avrupa’da iki seçim üst üste kaybeden bir parti lideri başkanlık koltuğundan, kimsenin çağrısına ihtiyaç duyulmadan istifa eder. Kılıçdaroğlu’nun 7 kaybedilmiş seçimden sonra bile hala istifa etmiş olmaması, onun, onu parti başkanlığına getiren güçlerin vazgeçilmez projelerinin önemli bir elemanı olduğuna işaret ediyor. Bu durum ise, CHP’nin fikri ve entellektüel olarak yenilenebilme kabiliyetinden yoksun olduğunu ve eskiden beri sahip olduğu katı laikçi zihniyetinden vaz geçmeyeceğini gösteriyor. Kılıçdaroğlu’nun bugün bu hususta daha ılımlı bir görüntü vermeye çalışmasına halk inanmıyor artık.
Türkiye’deki şartlar hakkında objektif bir kanaat edinmeye çalışan bazı iyi niyet sahibi Avrupa’lıların sorunu ise, beslendikleri kaynakların büyük ölçüde Türkiye solunun Avrupa’daki temsilcilerin çevirilerinden ibaret olmasıdır. Türkiye solu ise büyük ölçüde fikri ve genel gelişme ve diyalektik açısından Rusya’nın Ekim 1917 devriminde takılı kalmış durumdadır. Onların büyük çoğunluğuna göre dindar, Allah’a inanan, namazını kılan, başörtüsü takan insanlar faşistdir, onlarla ilgili haberleri de bu sübjektif yaklaşım içerisinde yaparlar. Türkiye’deki sosyal demokratlar, menfaat umduklarında bir MHP’liyi bile aday gösterebilecek kadar ilkesizdirler. Haksızlık etmeyelim; aralarında buna direnen ilkeli sosyal demokratlar da oldu ama çok nadir!
Emperyalist dünya, galiba yakın tarihinde ilk olarak acı bir şekilde, bir toplumu tarihiyle, kültürüyle ve dini yapısı ve buna bağlı değerler dünyasıyla, onlarca sene vesayet altında tutup baskı uygulayarak terörize etmenin ve suni olarak oluşturulan etnik kriz veya sorunlarla her an kopması olası bir iç savaşın eşiğinde tutmaya çalışmanın ne gibi sonuçlar doğurabileceğini, Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu nokta örneğinde müşahede etmek zorunda kalıyor!
HABERE YORUM KAT