Abdullah bin Revaha’nın örnekliğinde devlet işlerinde gösterilmesi gereken hassasiyet
Yaşar Değirmenci, Türkiye'de devlet kaynaklarının kullanımı noktasında gösterilen duyarsızlıklara karşı Müslümanların net bir tavrı olması gerektiğini ifade ediyor.
Yaşar Değirmenci / Yeni Akit
Kötü örnekliğimizden kurtulalım!
Belirli makam ve mevkilere gelenlerin pek dikkat etmediği hususlar, hep milletin dilinde, medyanın da gündeminde. Lüks, israf, konfor ve refah içinde yaşadıklarının göstergesi olan haller de özenti meydana getirdiği gibi ‘dünyevileşme hastalığı’ da bir başka şekilde kendini gösteriyor. Araçlar, araç olarak kalmaz/kullanılmaz amaç haline gelince/getirilince Makyavelist bir yapı hayat tarzı haline gelir/getirilir. Hayat tarzımızda yaşadıklarımız, elde ettiklerimiz, kullandıklarımız, kazancımız, yediğimiz, yedirdiklerimize “helâl mi haram mı?” sorusunu dahi sormayız soramayız.
Sosyal medyada, internet ve diğer iletişim organlarında manşetlerden düşmeyen haber hâline getirilen DİB’nın kullandığı vasıtalardan, İBB Başkanının yandaş gazetecileri alıp Roma’ya götürmesi, lüks ve şatafattan taviz vermemesi, beş yıldızlı hotelde konaklama, ağırlama masraflarını bu milletin parasıyla karşılaması dikkat çekiciydi. Bakanlıkların tasarruf genelgesi yayınlaması da israf düzenini bir kez daha gözler önüne serdi ve tedbir alınması için ceza yoluna gidileceği vurgulandı.
Bütün bunlar kendi değerlerimizden habersiz yaşayışımız, dindar olarak bilinen görünenlerin de Siyer bilgisinden habersiz, bilenlerin de yaşamayışları “sade hayat imandandır” hikmetli sözünün de hayatımıza girmeyişi içimizdeki yaralarımızdan. Vurdumduymazlık, nemelazımcılık, bencillik, vb. toplumun içine düştüğü hastalıklardan. Bütün bu ve benzerlerini düşünüp üzüntümüzün giderilmesinin çaresi; Peygamberimizin yaşadığı ve yaşattığı hadiselerin üzerinde hassasiyetimizi/duyarlılıklarımızı kaybetmememiz hayatımızda göstermemizdir. İşte size bir Siyer notu.
Peygamberimiz kamuya ait bir malı zimmetine geçirmenin sahibine nasıl bir ceza getirdiğini söyleyince yapılanlara şahit sahabe dehşete kapıldı. Hayber’in fethinde paylaşılan ganimetten taksimatın dışında alınan, umursamayan bir bandajı, bir terliği, ufacık bir kumaşı almış olanlar hemen geri bıraktılar. Peygamberimiz; “Eğer o malları alsaydınız ateşten birer halkayı boyunlarınıza geçirirdiniz” buyurdular. Şimdi sahabe bunlara şahit olduğu için Milletin malı sayılan Beytül Mâle, makam ve mevkii meselelerine çok dikkatle yaklaştı inanılmaz bir hassasiyet ortaya koydu. Hesabın hassasiyetini ve zorluğunu kavramışlardı. Devlete ait bir malın, bütün bir milletin olduğunu onu haksız yere alanın bütün bir millet ile hak divanında yüzleşeceğini öğrenmişlerdi. Peygamber Efendimizin huzuruna esirler getirildi, esirlerin içerisinde bütün esirlere karşı Resulullah Efendimiz onlara esir muamelesi yapmadı insan muamelesi yaptı. Hayber’in fethindeki şu olay çok önemli. Hayber’e Yahudilerin liderleri Peygamberimizle görüşmek üzere geldiler.
-Ey Muhammed!
Bizim bazı şartlarımız var. Peygamberimiz aslında onları hiç dinlemeyebilirdi. Mağlup olmuş bir tarafın şart ileriye sürecek durumu da olmazdı. Ama Peygamberimiz eşsiz merhametiyle onları dinledi ve şartlarını kabul etti. Sonra Yahudiler
“-Ey Muhammed!
Senden son bir şey daha istiyoruz” dediler.
-Peygamberimiz isteyin bakalım.
Şefkat ve merhamet peygamberi olan Peygamberimiz; Yahudiler gibi entrika ve ihanetleriyle bilinen bir kavme bile bu imkânı verdi. Tamam dedi. “Madem öyle, topraklarınızı işletin her sene mahsulü kaldıralım yarısı sizin diğer yarısı bizim olsun. Kabul mü?” buyurdu.
Onlar sevinç içerisinde hep bir ağızdan kabul dediler.
Peygamberimiz onlara böyle büyük bir fırsat sundu. Fakat Peygamberimiz onların tabiatlarını çok iyi bildiği için yapılan anlaşmaya son olarak şöyle bir madde ekletti.
“Allah Resulü ve Müslümanlar istediklerinde burayı terk edeceksiniz.”
Topraklar fethedilmiş netice itibarıyla artık Müslümanların malı olmuştu. Böylece anlaşma yapıldı peki sonra ne oldu? Allah Resulü her sene mahsulü hesaplayıp bölüşümü yapması için Abdullah Bin Revaha’yı oraya gönderdi. Peygamberin şairi olan o yiğit sahabe kılı kırk yararcasına hassasiyet göstererek mahsulü bölüştürecek yarısını onlara verecek, diğer yarısını ise alıp Medine’ye getirecekti. Abdullah bin Revaha bu işi çok hassas, titiz bir şekilde yapacak, mahsulü ikiye böldükten sonra hesabından zerre şüphesi olmadığı için Yahudilere “hangisini isterseniz önce siz alın diğeri bizim olsun” diyecekti. Ama onlar yine fitne oluşturmanın yollarını aradılar. Bir müddet sonra gelip Abdullah bin Revaha’yı Resulullah Efendimize şikâyet ettiler.
‘Tam bölüştürmüyor. Bizim hakkımızı hakkaniyetle veremiyor. Bizi dinlemiyor’ dediler.
Peygamberimiz, onları dinledikten sonra,
“Ben Abdullah’a kesinlikle güveniyorum, o size muhakkak adaletle hükmediyordur. Yine de o mahsulü ikiye bölüştürsün, önce siz hakkınız olanı alın, kalanı bizim olsun” dedi.
Peygamberimiz Abdullah bin Revaha’nın böyle yaptığını bilmiyor, onun için bunu teklif ediyordu. Yahudiler:
-Ey Muhammed!
Abdullah da zaten böyle yapıyor dediler.
Yahudilerin dertleri başkaydı. İçlerinde insaf sahibi kimseler şöyle diyorlar:
‘Ya siz daha ne istiyorsunuz? Yer ve gök ancak bu adaletle ayakta kalıyor, gidin ve hakkınıza razı olun’ dediler. Bunun üzerine çıkıp gittiler ama fitne ve oyunları, hileleri bitmedi. Bazıları:
‘Biz ne yapıp edelim Abdullah’ı satın alalım. Eğer Abdullah’ı kandırırsak sonrasında işimiz kolay olur’ dediler. Bunun üzerine mahsulün paylaşılacağı gün gelip çattığında bir çuvalın içerisine değerli eşya, altın ve gümüş doldurdular. O çuvalı Abdullah bin Revaha’ya vermek istediler. Çuvalı getirip Abdullah bin Revaha’nın önüne koyduklarında Abdullah onlara:
-Ey Allah ve Resulünün düşmanları! Bunlar da neyin nesi?
-Bunlar bizim sana hediyemizdir.
-Benimle sizin aranızda ne var ki siz bana hediye veriyorsunuz?
-Sen o kadar derdimizi çekiyorsun, onun için sana bu hediyeleri veriyoruz.
-Bunları alın ve bir daha böyle bir şey yapmayın. Sizin verdiğiniz şey rüşvettir ve bu da bizim dinimize göre haramdır. Adına hediye demeniz onu hediye kılmaz. Allah Resulü dedi ki, “Emirlerin yani idare sahiplerinin, güç sahiplerinin, bir yerlerde görevli olanların, kadıların, hâkimlerin hediye alması rüşvettir. Eğer o malları alsaydınız, ateşten birer halkayı boynunuza geçirirdiniz.” Sizin yaptığınız da bana rüşvet teklif etmekten başka bir şey değildir.
Ne yazık ki! İbadetlerimiz, amellerimiz; ahlak ve dindarlığımıza kalite getirmiyor maalesef. “Nefs muhasebesi” yapılması gereken yaşananlar; ancak hasta ruh haliyle izah edilebilir. Tedavisi de “hastalığın kabulü”yle başlar. Çünkü “hasta olduğu halde hastalığı kabullenememe” kanser dâhil hastalıkların en tehlikelisidir. Ölçüsüzlüğün, dengesizliğin güzeli olmaz; gerekçesi mazereti hiç olmaz. Âdab yok, büyük-küçük yok, hak-hukuk yok, edeb-hâyâ yok! Okuduğun Kur’an’ı anlamak, idrak etmek yok! Yok oğlu yok! Bu “yokluk”ta var olmaya çalışılıyor. Daha, insanî davranışlardaki problemlerimizi çözemeyişimiz, bırakın başkalarının hidayetine vesile olmayı; “kötü örnek”liğimizle insanları dinden-imandan soğutma tehlikesiyle karşı karşıyayız. İçinde bulunulan bu hal; Müslümanların bulundukları halet-i ruhiyeyi özetliyor. Bu “fotoğraf karesi”nde var mıyız, yok muyuz takdir sizin. Herhalde (başta kendimiz) hemen herkese şu dâvetin yapılması gerekiyor. Bildiklerimizle, okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmek! Uygulamak, pratiğe dönüştürmek. Gazze Müslümanlığını yaşamak yaşatmak. İşte bütün mesele…
HABERE YORUM KAT