ABD’nin 15 Temmuz Darbesindeki Rolü Üzerine
Firat Erez, Serbestiyet’teki yazı dizisinde ABD’nin 15 Temmuz Darbesindeki rolünü mercek altına almış.
Firat Erez’in konuyla ilgili kaleme aldığı dizi-yazının iki bölümünü okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:
DARBENİN ARDINDAKİ ABD (I)
Açık kaynaklardan ulaşılabilen en güncel TSK mensupları bilgisi, 1 Temmuz 2016 tarihli ve toplam 570,111 kişiyi gösteriyor.
Bunlardan 358’i kurmay subayların en üst kademesi, yani general ve amiraller.
Bütün subaylar 39,297 kişi
Astsubaylar 96,391 kişi.
Gerisi (a) sözleşmeli er ve erbaşlar ve (b) zorunlu askerlik görevini yerine getirenler.
358 general ve amirali içinde oldukça yüksek bir oranı işaretliyor.
İlk kararnameyle ihraç edilen subay sayısı 1099 ve astsubay sayısı 436.
İkinci kararname ise çoğunlukla Jandarma mensuplarını içeriyor ve yukarıda da yazıldığı gibi toplam sayı 1389. İçlerinde sadece yüksek kurmay kademesinden sadece 9 subay var.
TSK’dan ihraç edilen bu 3073 kişiden 1563’ü gözaltında veya tutuklu olarak yargılanıyor.
Yani OHAL kararlarıyla ihraç edilen 1510 kişinin adli kontrol altına alınmasına gerek görülmemiş.
Hem ihraç edilen ve hem de tutuklu bulunan subaylardan biri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceden aldığı duyumlara dayanarak bir süredir uzağında tuttuğu söylenen başyaverinin (halen FETÖ üyesi olmaktan sanık ve tutuklu Başyaver Ali Yazıcı’nın) emrindeki Hava Yaver Binbaşı Erkan Kıvrak.
İfadesinde anlattıkları tümüyle doğruysa, üstü olan Albay Ali Yazıcı’nın emirlerine uymaktan başka bir şey yapmamış. Şimdi Binbaşı Kıvrak’ın söylediklerinin bir bölümü basında “İtiraf etti: Cumhurbaşkanı’nın otelinin yerini ben söyledim” şeklinde yansıtılıyor.
Oysa Binbaşı Erkan Kıvrak’ı arayıp “Cumhurbaşkanı hangi otelde kalıyor? İki tane Grand Yazıcı varmış, öğrenir misin?” diyen, üstü Albay Ali Yazıcı. Yani Kıvrak, sadece Yazıcı’nın emrini yerine getiriyor. Bu bilgiyi de cumhurbaşkanının helikopter pilotu Çetin Orhan’a telefon ederek öğreniyor.
Bunun dışında, binbaşının gönderildiği otelde beklemek dışında yaptığı hiçbir şey yok. Emir komuta zinciriyle bağlı olduğu üstünün emirlerine uyuyor; darbe girişimini öğrendiğinde de hiçbir şey yapmıyor.
Hakkındaki en kuşkulu durum işte bu, yani darbe girişimini öğrendikten sonra üstleriyle ve özellikle de cumhurbaşkanıyla ya da yakınındaki biriyle irtibata geçmemesi.
(Hava Yaver Binbaşı Erkan Kıvrak’ın ifadesiyle ilgili habere şu linkten ulaşılabilir:http://www.yenisafak.com/gundem/haril-haril-oteli-aradi-2509788.)
(Yine konuyla ilgili Başyaver Albay Ali Yazıcı’nın ifadesi de şuradan okunabilir:http://www.cnnturk.com/turkiye/cumhurbaskani-erdoganin-basyaveri-ali-yazicinin-ifadesi )
Binbaşının ifadesinin doğruluğu, ya da hakkında TSK’dan ihracına ve tutukluluğuna sebep olacak başka deliller olup olmadığı hakkında, şu an itibariyle başka bir veri yok.
Burada ilginç olan, kendisinden şüphelenilen Başyaver Yazıcı cumhurbaşkanının çevresinden uzak tutulurken, onun emri altındaki bir başka subaya, Binbaşı Erkan Kıvrak’a Erdoğan’ın nerede kaldığı bilgisinin cumhurbaşkanının helikopter pilotu tarafından çekinmeden verilmesi.
Demek ki Yaver Albay Ali Yazıcı’dan kuşkulanılıyor ama onun astı Binbaşı Erkan Kıvrak için böyle bir durum söz konusu değil; ayrıca kendisi, üstü hakkında uyarılmamış.
Bu olayı, ordu içindeki tasfiyelerin ve darbeyle ilgili kovuşturmaların ne derece sıkı yürütüldüğüne bir örnek olarak aldım.
Bir önceki yazımda değindiğim gibi, “önce ateş et sonra kimlik sor” katılığında bir temizlik sürdürülüyor. Yine aynı yazıda bunun gerekliliğini de teslim etmiştim.
TSK’daki tasfiyelere bakıldığında, darbenin özellikle general seviyesinde bir grupça örgütlendiği; emir komuta zincirinin by-pass edildiği; öte yandan çeşitli askeri unsurların çoğunlukla kandırılıp kalkışma saflarına çekilmek istendiği ve bu yöntemin bazen de başarılı olduğu anlaşılıyor.
Bunu da yine bir önceki yazımda, “Darbenin artçı şokları sürüyor”da anlatmış ve darbecilerin gücünün abartıldığından söz etmiştim.
Eleştirel baktığım bir diğer olay da abartılı bir (dış) düşman algısının yaratılması.
Bu yaratılan algının baş hedefi de tabii ABD.
Büyükada’da karargâh kuran CIA ajanları gibi anlatılar; açık kaynaklardan alınıp servis edilen (ama aynı anda birkaç cumhurbaşkanlığı uçağı havada olduğundan doğruluğu oldukça kuşkulu hale gelen) Stratfor’un cumhurbaşkanının konumunu bildirme gayreti gibi detaylar, ABD’nin Soğuk Savaştan kalma darbeci siciliyle birleştirilerek bir “Büyük Şeytan” yaratılıyor.
Elbette FETÖ lideri Fethullah Gülen’in ABD’deki yeşil kartlı ikameti ve çevresindeki derin ağ da dikkate alındığında, bu “darbenin arkasındaki Büyük Şeytan ABD” öyküsünün işlenebilirliği artıyor; medya için kullanışlı malzeme olmasından kaçınılamıyor.
Darbe sonrası günlerin bu evresinde, darbenin ardında ABD’nin olduğu neredeyse genel geçer bir kabul.
Kalkışma sırasında darbeci uçaklara yakıt ikmali için İncirlik üssünden kaldırılan iki tanker uçak, “İncirlik üssünde ABD’nin nükleer silahları var, onlardan habersiz o üsten kuş bile uçamaz” argümanıyla eklemlenince, öykü tamamlanıyor.
Ve tabii ayrıca yaşanan bir Soğuk Savaş déjà vu’sü var.
24 Kasım 2015’de düşürülen Rus SU-24’ünden beri Türkiye ile Rusya arasında süren kriz, tam da bu günlerde çözülüyor.
Böylece, ABD/Batı ekseninden uzaklaşıp Rusya’ya yakınlaşmaya başlayan AK Parti iktidarındaki Türkiye’nin, ABD-FETÖ ortaklığına dayalı bir darbeyle vurulduğu hissi yayılıyor.
Tabii ki ABD bu iddiaları şiddetle reddediyor.
İncirlik, ABD ile ortak kullanılan bir üs ve asıl komutası da Türk tarafında. ABD ordusunun üsten kalkıp inen Türk uçaklarını denetlemek gibi bir yetkisi ve işlevi yok. Üssün tümüyle ABD kontrolündeki kısımları, sadece nükleer silah stoklarının saklandığı bölümler. Bunun ötesinde, ABD’nin Türk uçuşlarını denetlemesi şöyle dursun, aksine, ABD uçuşlarının Türkiye tarafından denetlenmesi söz konusu.
Büyükada’daki CIA ajanları gibi (1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanına bakan Intercontinental otelindeki bir grup Amerikalı öyküsünü hatırlatan) yakıştırmalar bir yana konduğunda, iktidar yanlısı medya tarafından işlenen bu temayı hükümetin paylaşmadığına dair sağlam izler var.
Savunma Bakanı Fikri Işık, darbe girişiminden yirmi gün kadar sonra, TSK’nın yeniden yapılandırılmasının NATO standartlarına uygun olarak gerçekleştirileceğini söylüyor. TBMM Dışişleri Komisyonu’nun darbe girişimiyle ilgili olarak ABD’de temaslarda bulunmak için gönderilen CHP, MHP ve AKP’li üç üyesinden de “darbenin arkasında ABD’nin olduğuna inanmıyoruz” açıklamaları geliyor. Ama komisyon üyeleri, bu beyanatları yüzünden, darbenin ardında ABD’nin olduğuna kesin inançlı medya mensupları tarafından azarlanıyor.
Medya, sözlerine şaşmaz bir bağlılık gösterdiği Erdoğan’ın (i) ABD ile ilgili tüm ifadelerinde Fethullah Gülen’in iadesi konusunda yoğunlaştığını; (ii) ABD’ye herhangi bir suçlama yöneltmediğini; (iii) suçlayıcı tavrının daha çok Avrupa’ya yönelik olduğunu; (iv) bunun da darbeyi kınama veya darbe için geçmiş olsun dileme nokttasında çekingen davranmalarıyla ilgili olduğuna dahi dikkat etmiyor gibi.
Muhtemelen medyadaki bu “darbenin arkasında ABD var” yaygın kanaatini silmenin tek yolu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapacağı net bir “darbenin arkasında ABD yok” açıklaması. Ancak böyle bir açıklama, yakın zamanda gelecek gibi gözükmüyor.
Cumhurbaşkanı (ve yetki sahibi diğer hükümet üyeleri) darbe üzerinden ABD’yi suçlayan argümanlar sunmadılar, ama (ABD’ye giden TBMM komisyonu üyesi, AK Partili Taha Özhan hariç) ayyuka çıkan iddiaları yalanlama yoluna da gitmediler.
Bu tavır elbette Gülen’in iadesi için ABD üzerinde baskı oluşturmakla ilgili. Söz konusu iade için, birbiriyle zaman zaman kesişen iki yol var.
Birincisi, açık ve net kanıt ve bağlantıları içeren iyi hazırlanmış bir dosya ile ABD’li yetkilerinin karşısına çıkmak ve eğer gerekiyorsa (ki muhtemelen gerekecek) ABD merkezli bir hukuk savaşı başlatmak.
Diğeri, Gülen’in ABD vatandaşı olmaması üzerine kurulu ve ABD hükümetinin ikna edilmesi suretiyle yeşil kartının iptalini, dolayısıyla sınır dışı edilmesini hedefliyor. Doğal olarak “darbenin arkasındaki ABD” baskısı burada devreye giriyor ve bu ikinci yol ilkine göre daha çabuk sonuç almaya müsait görülüyor.
Ama aynı zamanda riskli. Riski, ikinci yolun istenen çabuk sonucu vermemesi ve bu arada, “darbenin ardındaki ABD” iddialarının ikili ilişkilere kalıcı zarar vermesi olasılığında düğümleniyor.
Böyle bir durumun ilk yolu da zorlaştıracağını hatırlatmakta fayda var.
Karşı tarafın, yani Gülen Cemaati veya FETÖ”nün de hazırlığını ilk yola girileceği olasılığına karşı yaptığını gösteren emareler var. Zaten ikinci yol için yapabileceği pek bir şey de yok, hele bu aşamada.
Gülen, bütün gayretiyle cemaatini bir arada tutmaya ve (14 Mayıs gibi çeşitli blöfler dahil) güçlü görünmeye çalışırken, uluslararası bir komisyonda yargılanmayı talep ediyor ve yeterli kanıt gösterilirse Türkiye’ye kendiliğinden döneceği türünden, nasıl tutacağı belli olmayan sözler veriyor.
Belli ki taraflar arasında bir enformasyon, halkla ilişkiler ve hukuk savaşı başlayacak. Ancak bu savaşın hangi yönde akacağını şimdiden belirlemek zor.
Ortada olan ise, sarkacın “darbenin arkasındaki ABD” ile “Gülen’i iade etmesi istenen ABD” arasında gidip geldiği. Bastırılmış darbe sonrası gelen itiraflar ve açığa çıkan gerçekler ile çeşitli bağlantıların, Türkiye’nin elinde hiç de zayıf olmayan bir dosya ile ABD’nin karşısına çıkacağına işaret ediyor.
Ve şu da bir olasılık: Yukarıda bahsedilen iki yol, bir mahkemeye kadar uzanmadan birleşebilir ve Türkiye, tutarsız iddialardan oluşan bir baskı bombardımanı yerine, ABD’yi içi geçerli kanıtlarla dolu bir dosya ile Gülen’in iadesine ikna edebilir.
***
DARBENİN ARDINDAKİ ABD (II)
Bir önceki yazıda anlattıklarımın ABD tarafından ifadesi, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Elizabeth Trudeau tarafından dile getirildi.
Sözcü, ABD’nin Türkiye ile Fethullah Gülen arasında seçim yapmak zorunda olmadığını söyledi ve “ABD, tüm iade anlaşmaları kapsamında gereken sorumluluklara göre hareket edecek. Bu Türkiye’yle olan derin ve kalıcı ortaklığımızdan tamamen farklı” diye devam etti.
Trudeau, Fethullah Gülen’in iade sürecinin aylar, hattâ yıllar sürebileceğini; bunun Amerikan Adalet Bakanlığı tarafından yürütülecek hukuki bir süreç olduğunu vurguladı. Ne kadar zaman gerektiğinin hakim ve savcıların insiyatifinde olduğunu da sözlerine ekledi.
Bu açıklama kuşkusuz iki boyutlu.
İlki, Türkiye’nin taleplerinin ciddiye alınacağını ve geçerli kanıtlarla desteklenmiş iddiaların ABD mahkemelerince değerlendirileceğini yansıtıyor.
Tam burada, darbe sonrası önce kitlelerden yükselen ve cumhurbaşkanının da “talebiniz alındı, anlaşıldı” şeklinde karşıladığı “idam” isteklerine de değinmek gerekiyor.
Ne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve ne de AK Parti hükümetinin, “cezalar kondukları tarihten önce işlenmiş suçlara, geriye dönük olarak uygulanamaz” kuralını ezmeyeceğine güvenmek; bir noktada bunu genel kamuoyuna da hatırlatmak sağduyusunu göstereceklerini beklemek gerekir.
Ancak bu yetmeyebilir ve idam cezası, Türk Ceza Kanununa tekrar girdiği takdirde, “makabline şamil” sayılması imkânsız olduğu halde ABD mahkemelerinin kararında etkili olabilir.
Bu aşamada tekrar hatırlamak gerekiyor: Gülen bir ABD vatandaşı değil ve ABD mahkemeleri bir vatandaşlarının cezalandırılmasına izin verip vermemeyi değil, ABD’deki oturma iznini iptal edip etmemeyi tartışacak.
Bu durum ilk anda mahkeme için daha kolay verilebilir bir kararmış gibi gözükse de, ucunda idam olasılığının olması süreci tam tersine Gülen lehine işletebilir ve/ya Gülen’in yolunu ABD’den onu koruyacak başka bir ülkeye doğru çevirebilir.
TCK’ya tekrar girecek bir idam cezasının, AB kapısını Türkiye’ye içerden kesin olarak kapamak anlamına geleceğini de bunlara eklemek gerek.
Elbette şimdilik, bir tür darbe sonrası stres bozukluğu yaşayan medyanın da sayesinde, Türkiye’de kimse ne Batı ve ne de AB lâfı duymak istiyor.
Onun yerine, (i) Büyükada’daki “büyük ekranlı CIA toplantısı”nın darbe ile ilişkilendirilmesi; (ii) İncirlik üzerinden yapılan ve dolayısıyla ABD tarafından yönetilmiş olması gereken tanker uçuşları; (iii) Melih Gökçek tarafından ileri sürülen, 14 Ağustos’ta yine ABD’nin Tesla silahı kullanıp FETÖ için Türkiye’de deprem yaratacağı kurgusu; (iv) Robert Fisk’in “Rusya darbeyi darbecilerin telsiz konuşmalarından ve Suriye’deki üssünden duyup Türkiye’ye önceden haber verdi” iddiası; (v) son olarak da, (kampanyası çöküş halindeki) Trump’ın, IŞİD’ın Obama tarafından kurulduğu fantezisi gibi, sıfır gerçeklik düzeyindeki spekülasyonların alıp yürüdüğü bir zamandan geçiliyor.
Geçilirken de hem darbeyle ilgili gerçekler, hem de muhtemel destekleri ve destekçileriyle ilgili daha sağlıklı bilgiler gözden kaçırılıyor.
Medyanın gözünde, darbenin ABD desteğiyle yapıldığı fikrinin aksine bir sav ileri sürmek, neredeyse darbecilerin olay sırasında tevessül ettikleri şiddeti onaylamakla aynı derecede olumsuz bir yaklaşım.
Suriye ateşi her tarafı yakarken, dünya üzerindeki (FETÖ dışında) herhangi bir gücün, ne ABD ve ne de Avrupa’nın, Türkiye’nin bu kadar istikrarsızlaşmasını istemeyeceğini belirtmenin de bir değeri yok, bu bakış açısına göre.
Türkiye’ye yönelik düşmanlık, akıl sınırlarının dışında, tümüyle özgür ve rastgele akıyor sanki.
Şimdilik, özellikle medyada ortak algı bu yönde.
Peki, darbeyi destekleyen harici odaklara dair hiç mi veri yok?
Elbette var; ancak bunlar toptancı-suçlayıcı söylemler arasında kayboluyor ve gerçek bağlantılar silikleşiyor.
Fethullah Gülen cemaatinin ABD’de geniş bir lobisi, büyük bir faaliyet alanı var ve bu alan çoğunlukla İsrail lobisininkiyle paralellik gösteriyor.
Cemaat, hükümet ile girdiği savaşın başından beri yolsuzluk, IŞİD’a destek, diktatörlük ve anti-demokratik Türkiye algılarını Avrupa ama daha çok ABD’deki faaliyetlerinde pompalıyor. Aynı yöndeki iddialar güçlü İsrail lobisinden de ABD medyasına yansıtılıyor.
Yıldıray Oğur bu sitede de yayınlanan “darbeyi önceden hisseden Amerikalı bilim adamları” yazısında bu bağlantılardan etkili bir örnekleme yaptı (http://www.serbestiyet.com/yazarlar/yildiray-ogur/darbeyi-onceden-hisseden-amerikali-bilim-adamlari-710752).
Tabii çalışmalarını özellikle ABD’de yoğunlaştıran Gülen Cemaati de, gene ABD’deki İsrail lobisi - neocon ortaklığı da yalnız değil.
Aynı iddiaları seslendiren ve daha çok Avrupa’da etkili PKK medyası ile kronik AK Parti ve Erdoğan muhalifliğinin gözlerini kararttığı sol/liberal aydınlar grubu da onlarla birlikte.
Tüm bu grupların elbirliği ile yurtdışında oluşturdukları algının yansımaları da, son kertede, Erdoğan’ın şikayet ettiği gibi, Avrupa’nın darbeye kayıtsızlığı veya örtük darbe destekçiliğinde somutlanıyor.
Yine de bunların hiçbiri, darbenin örgütlenme ve harekete geçme boyutunda kayda değer bir dış destek aldığının kanıtı değil. Daha çok, darbe için oluşturulan zemin ve darbenin başarıya ulaşması halinde getireceği yönetimin dış dünyadan kabul görmesine hazırlık boyutundalar.
Darbe planlaması, darbecilerin içindeki çok sayıda kurmay subay sayesinde eksiksiz bir emir-komuta zincirinin işlediği kandırmacası ve ayrıca birçok noktaya etkili komando operasyonları üzerine kuruluydu. Buna karşılık eksik ve aksayan pek çok noktasu vardı. Bunlar da, harici bir etkin desteğin yokluğuna işaret ediyor.
Bu kadar çok hedefi olan ve bu derece karmaşık askeri operasyonların, planlama aşamasında defalarca elden geçirilmesi, her noktadaki harekât senaryolarının tekrar tekrar oynanması ve olası aksiliklere önlem alınması, alışılmış bir yöntemdir.
Fakat bakıldığında, darbecilerin hemen her hedeflerinde, ya darbeye karşı birliklerin müdahalesi, ya halkın tepkisi, ya da başka teknik ve taktik sebeplerle başarısız oldukları görülüyor.
Onlarca farklı operasyon noktası arasında tümüyle başarı sağlayabildikleri yerler yok denecek kadar az. Neredeyse TRT’nin işgali ve darbe bildirisinin yayınlanması ile sınırlı.
Bu durum, darbenin operasyonel planlarının hakkıyla tekrarlanıp test edilmediğinden hareketle, yeterli hazırlık sürecinin olmadığının ve istihbaratın tamamlanamadığının göstergesi gibi.
FETÖ mensubu subaylar, çoğunlukla muharip görevler yerine görevlendirme, planlama ve organizasyon gibi kilit noktalara yerleşmiş. Bu da örgütün asıl ve öncelikli stratejisinin TSK içinde uzun vâdeli örgütlenmeye dönük olduğunu; darbe seçeneğinin sonradan, AK Parti hükümetiyle girilen savaşta peşpeşe alınan taktik yenilgiler yüzünden masaya geldiğini düşündürüyor.
Muhtemeldir ki örgütün bu askeri darbeye hazırlanmak için yeteri kadar vakti olmadı.
Bunun dışında, örgütün özellikle iki noktadaki operasyonlarının başarısızlığı üzerinde de durmak gerekiyor.
Bunlardan ilki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın derdest edilmesi veya bu yapılamaz ise (ki bu daha büyük olasılık) öldürülmesinin hedeflendiği Marmaris operasyonu.
Diğeri ise, operasyon gücü sınırlı darbecilerin, kontrol altına aldıkları ya da almaya çalıştıkları TRT ve CNN hariç, medyayı karartmak konusundaki başarısızlıkları.
Her iki operasyon da, ABD gibi elektronik savaş, izleme ve engelleme konusunda en yüksek teknolojik yeteneğe sahip bir oyuncunun, en azından bu boyutlarıyla darbe operasyonunda dahlinin olmadığını imâ ediyor.
Eğer darbecilerin ABD/CIA gibi bir partnerleri olsaydı, bu iki olayda da başarısız olmayabilirler, veya en azından olayların daha farklı seyreedebilirdi.
Son tahlilde, darbenin arkasında ABD’nin olduğuna dair iddialar kanıtlarla değil kanaatlerle destekleniyor. Öncelikle İslam dünyasında Amerika’ya duyulan (çoğunlukla haklı) tepkiye ve gene ABD’nin Soğuk Savaş öncesinden bugünlere kadar uzandığı düşünülen “dış müdahale” siciline dayalı görünüyor.
“Darbenin arkasında ABD var” kanaatini oluşturan bu olumsuz sicilde,12 Eylül 1980 askeri darbesinin özel bir yeri var. Dolayısıyla ABD’nin o zamanki rolüne de kısaca değinelim.
Bilindiği gibi 12 Eylül (1980), 15 Temmuz 2016’nın aksine (ve tam da onun taklit etmek istediği gibi) eksiksiz bir emir-komuta zinciri içinde, en tepeden, Genelkurmay’dan planlanıp yürütülerek gerçekleştirildi.
Soğuk Savaş dönemi itibariyle, kaos içine yuvarlanmış gibi gözüken bir NATO ileri karakolu olarak Türkiye’de yapılacak askeri darbenin, ABD’den habersizgerçekleştirildiğini düşünmek saflık olur.
Ancak ABD’nin 12 Eylül darbesinin planlama ve uygulamasında doğrudan yer aldığına(veya almadığına) dair pek bir delil yok.
Kendi açısından ABD, 12 Eylül darbesiyle ilişkisini her zaman yalanladı.
Aslında, sağlam bir darbe geleneği ve deneyimi bulunan TSK’nın, darbe sonrası dış destek ve kabul görmek dışında pek bir şeye ihtiyacı olmadığını da belirtmek gerekir.
Konuyla ilgili tartışmalar daha çok, CIA’nin Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin darbeyi Başkan Carter’a “our boys did it” (bazı kaynaklarda “our boys have done it”) cümlesiyle haber verdiğinden yola çıktı ve çıkıyor.
Bu iddia Henze tarafından “şehir efsanesi” diye reddedildi; ancak haberi yapan Mehmet Ali Birand, Henze ile röportajının ses kayıtlarını yayınlayarak iddiasını ispatladı.
Soğuk Savaşın sonlarına doğru ortaya çıkan Irangate skandalı gibi, direkt ABD hükümeti tarafından değilse de istihbarat unsurları arasında örgütlü bir grupça gerçekleştirilen başka operasyonlar da mevcut.
Hatırlatmak gerekirse, Nikaragua’da diktatör Somoza’yı alaşağı ederek iktidarı almış bulunan FSLN (Frente Sandinista de Liberación Nacional = Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve oluşturduğu düzen, ülkeye özellikle Honduras sınırı üzerinden saldıran karşı-devrimcilerin (Contra’ların) saldırısı altındaydı.
Contra’lar açıkça CIA tarafından eğitiliyor ve destekleniyordu, ama bir zaman sonra ABD Kongresi bu yardımı kesme kararı aldı.
Bu koşullarda, Contra’ları eğitip silahlandıran grubun liderlerinden Yarbay Oliver North etrafındaki bir grup, yasaklanmış olmasına rağmen el altından İran’a silah satışını organize ettiler ve elde edilen parayı Contra’lara desteğin sürdürülmesinde kullandılar.
Olay 1986 yılında açığa çıktı. Araştırma için kurulan Tower Komisyonu , dönemin devlet başkanı Ronald Reagan’ı delil yetersizliğinden aklasa da, olay 1989’da Oliver North’un, Kongre çalışmalarını engellemek, illegal yollardan para almak ve Beyaz Saray belgelerini yok etmekten suçlu bulunmasıyla noktalandı.
Kuşkusuz ki ABD tarihinde açık, yarı açık veya tümüyle örtülü olup sonradan ortaya çıkmış bu tür onlarca darbe, karşı darbe, suikast ve sabotaj olayı var.
Ancak aynı ABD tarihi, demokrasi güçleriyle yeraltı istihbaratın çekişmesinin de bir öyküsü.
Soğuk Savaş sırasında bir derece hoş görülüp bir derece de denetlenmeye çalışılan bu gibi uygulamalar, Sovyetlerin çöküşünden sonra giderek daha fazla denetim altına alınmaya başladı.
Özellikle Irak işgali sonrasındaki ve çoğunlukla da Guantanamo üssü üzerinden dile getirilen izinsiz ve gayri insani operasyonların tartışılıp yargılandığı bir dönemde, ABD’nin sürekli kendi içinden bir şeffaflaşma baskısı altında kaldığı bir çağda, üstelik ülke çıkarlarına da aykırı bir darbenin, geçmişi ne kadar kirli olursa olsun ABD tarafından desteklendiğini düşünmenin; düşünmek bir yana, kanıtsız ve sadece geçmişe dayanan kanaatler üzerinden iddia etmenin pek mantıklı gözükmediği ortada.
Ancak başka bazı şeyler de var. Bir ucu, muhtemelen kökü Soğuk Savaşa kadar dayanan, o zamanların çoğu illegal noktalara bağlı ağını koruyan İsrail sağında. Bir ucu, eski bazı CIA unsurlarında. Bir ucu bazı neo-conlarda. Böyle ABD merkezli, FETÖ gibi örgütleri kullanabilecek bir “yapı”nın varlığı kendini sezdirmeye başlıyor.
Hiç belli olmaz; belki de Türkiye, Fethullah Gülen’in iadesi için vereceği akıllı bir mücadeleyle, şimdilik ancak “sezilebilen” böyle bir yapının varlığını, tüm gerçekliğiyle gün ışığına çıkartabilir.
HABERE YORUM KAT