1. HABERLER

  2. HABER

  3. DÜNYA

  4. ABD'de Esir Olan Şeyh Ömer Abdurrahman Vefat Etti
ABD'de Esir Olan Şeyh Ömer Abdurrahman Vefat Etti

ABD'de Esir Olan Şeyh Ömer Abdurrahman Vefat Etti

ABD zindanlarında esir tutulan Mısır'daki Cemaat-i İslamiye'nin kurucusu Şeyh Ömer Abdurrahman vefat etti.

18 Şubat 2017 Cumartesi 21:51A+A-

HAKSÖZ HABER

ABD'de tutuklu bulunan Mısır'daki Cemaat-i İslamiye'nin kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ömer Abdurrahman 76 yaşında vefat etti.

Mısır'da Cemaat-i İslamiye hareketi, geçen hafta ABD Başkanı Donald Trump yönetimini, Şeyh Ömer Abdurrahman'ın hayatını tehlikeye atmakla suçladı.

Cemaat-i İslamiye'nin siyasi kolu İmar ve Kalkınma Partisi Basın Müsteşarı Halid eş-Şerif, yaptığı yazılı açıklamada, Trump'ın yönetimi devralmasının ardından ABD yönetiminin Şeyh Ömer Abdurrahman'a yönelik aldığı "keyfi uygulamaları" kınadı.

Açıklamada, ABD yönetiminin Abdurrahman'ın kullandığı radyo cihazının yanı sıra ilaçlarına el koyarak hayatını tehlikeye attığı belirten Şerif, "Şeyh Abdurrahman, çarşamba günü ailesini arayarak sağlık durumunun kötüye gittiğini, bunun belki de son konuşması olabileceğini söylemiş." ifadelerini kullandı.

Âma olmasına rağmen tüm hayatını İslami mücadeleye adayan Şeyh Ömer Abdurrahman'a Allah'tan rahmet diliyoruz.

Prof. Dr. Şeyh Ömer Abdurrahman Kimdir?

Ömer Abdurrahman 3 Mayıs 1939 yılında Dekahliye vilayetinin el Menzile merkezine bağlı el Cemaliyye’de dünyaya geldi.

Ömer Abdurrahman’ın yetişmesini kendisinden dinleyelim. “Fakir bir anne babadan doğdum. Konuşmaya başlayıp aklım erdiğinde bana; “Sen daha on aylıkken gözlerini kaybettin” dediler. Küçüklüğümde dayım elimden tutar, beni mescide götürür, bana Kur’an öğretirdi.

Beş yaşıma geldiğimde beni görmeyenlere mahsus medreselerden biri olan “Nur Körler Medresesine” kaydettirdiler. Burada görmeyenlere “Briel” metoduyla okuma yazma öğretiyorlardı.

Bu, Tanta’da bir medreseydi. Orada ilk bakım, koruma ve eğitimimi gördüm. Sonra kendi nahiyeme gidip orada on bir yaşındayken Kur’an’ı hıfzettim. Daha sonra Dimyat’ta dînî bir enstitüye girdim. Burada dört yıl okudum, böylece Ezher’in ilkokul diplomasını elde ettim.

Dayım, Kur’an’ı ezberlememde üzerimden ayrılmayan bir göz gibiydi. Zira zamanının çoğunu bana ayırıyordu. Her sabah erkenden el Birke gölcüğünün yakınında bulunan bir mescide daha sabah namazı olmadan gidiyor, okulda hocanın yarın bize anlatacağı dersleri beraber çalışıyorduk.

Dimyat’ta bilinen şiddetli soğuk ve yağmura rağmen bir gün sonraki dersleri öğrenmek için mescide gitmeye, el örgüsü hasır üzerinde oturup okumaya adeta can atarcasına yarış ederdik.

Daha sonra el Munsura’daki dînî (el-Ezher) Medresesine girdim. Bu medrese henüz yeni açılmıştı, herkes okulun yeni açılmasından dolayı büyük bir sevinç içerisindeydi. Bu okulun tam üç yüz öğrencisi vardı. Burada beş yıl okuduktan sonra 1960 yılında Ezher Lisesi diplomasını almaya hak kazandım.

Ezher Lisesi yılları, dîn ve lügat (dil ve edebiyat) bilimlerinin temelinin disiplinli bir şekilde öğretildiği bir merhale olarak bilinirdi. Derslerimize çok iyi çalışırdık. Çoğu zaman biz hocanın yerine kalkar dersi anlatır ve yorumlardık. Hatta Ezher’de okutulan kitapların dışında kitaplar da okuduğumuzdan, hocaları zaman zaman zor durumda bırakan sorular sorardık.

Buradan sonra Ezher Üniversitesi Usûluddîn” Fakültesine girdim. Orada da beş yıl öğrenim gördükten sonra 1965 yılında mezuniyetimi kazandım. Bu fakültede öğrenim dört yıl idi. Eğer o yıl Üniversite Şurası Başkanı (Rektör) Ezher’in eğitim yönünden geliştirilip yeni derslerin okutulması için fakülteyi bir yıl daha uzatmasaydı bir yılımız daha böylece kaybolup gitmeyecekti.

Fakülteden imtiyaz, (pek iyiden de üstün bir not derecesi) Şeref takdiri ile mezun oldum. Buna rağmen fakülteye öğretim görevlisi olarak atanmadım. O yıl fakülte asistan ihtiyacı olduğunu ilan etmediğinden Vakıflar Bakanlığı bünyesinde el Feyyum vilayetinin bir köyüne imam olarak tayinim çıktı. Tayin olduğum köy yirmi bin nüfusa sahipti. Bunun üçte birini Nasraniler oluşturmaktaydı.

Bu köy zeytin ve limon ziraatı ile şöhret bulmuş, ahâlisinin ahlakı panayır insanlarının ahlâkı gibiydi. Erkekleri de talak üzere yemin etmekle meşhurdu. Bu konuda bütün gayretimle durumun ıslahına çalıştım. Özellikle görevimi çok seviyordum. Bu görev “İmam-ul Mescid” unvanıyla anlam kazanıyordu. Bir de ne göreyim, hiç bir zaman doğru dürüst dolmayan saflar dolup taşmakta, küçük büyük, genç ihtiyar, kadın erkek mescide akın etmekteydi.
Davette sloganım şuydu; insan işinde ciddi olur ve elinden geleni yaparsa Allah onu kesin başarıya ulaştırır. Bir kaç kişiden başka kimsenin gelmediği sabah namazında saflar bir biri ardına çoğaldı.
Mezuniyetimden bir yıl sonra “Diploma” diye bilinen “Yüksek Lisans Öğrenimi” gördüm. İki yıl sonra ikinci bir diploma daha aldım. Bu iki yıl master öğrenimine denk kabul ediliyordu. Buna ek olarak üç profesörün imtihan edeceği bir tez hazırladım. Master tezimin konusu “Haram Aylar” idi. Böylece 1967 yılında 5 Haziran savaşından iki ay sonra master diplomasına hak kazandım.

O yıl vilayetin merkezinde vaaz ve irşad göreviyle görevlendirildim. Yeni görevim gezici vaizlik idi. Mescidden mescide dolaşıp vaaz ediyordum.

Hocalarım; Prof Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Prof Dr. Abdül Azim Abbas, Prof Dr. (Şeyh) Ahmed Es Seyyid El Kumî vs. Bu üç hoca benim tez imtihanımı yapan, aynı zamanda kendilerinden ilim dinlenip yazılan alim şahsiyetlerdi.

1968 yılında fakülteye asistan olarak atandım. Bununla beraber e! Feyyum’da camilerde hutbelerime devam ediyor, bu hutbelerimde devletin çeşitli tutarsızlıklarına işaret ediyordum. Derken milli istihbarat teşkilatı hemen hemen her hutbemden sonra beni çağırarak ifademi almaya başladı.

Bunlar Abdünnasır zamanında yapılıyordu. Hutbelerimde Firavun’dan söz ettiğim zaman, hükümet görevlileri bununla Abdünnasır’ı kastettiğimi sanıyorlardı. Abdünnasır yönetimine karşı eleştirilerim gün geçtikçe arttı. Tenkitlerim arttıkça polise çağırılmam da o derece sıklaştı. Nihayet 1969’un sonunda Ezher’e çağırıldım. Üniversite genel sekreteri ile görüştüğümde; geçici olarak -maaşım devam etmek kaydıyla- açığa alındığım haberini verdi. Böylece askerlerin cephesindeki cezaî uygulamanın sivillerin cephesine geçtiğini anlamaya başladım.

Sonra, bir veya iki yıl boyunca yarı maaşla devam eder, ondan sonra ya görevinize iade edilirsiniz veya görevinizden uzaklaştırılırsınız. O gün maaşım sabit bir şekilde 23 Mısır Cüneyhi idi. Aldığım ise bunun yarısı 11.5 cüneyhti. Bunun beş cüneyhini kiraya veriyordum. Diğer yarısı da bana ve 6 cüneyh 50 kuruşla geçimini sağlamaya çalışan anneme kalıyordu.

1969 yılının sonunda açığa alınmamın kaldırıldığını fakat, asistanlıktan üniversite idaresine, görev açıklığı getirilmeden tayin edildim. Buna rağmen ben Feyyum’un köylerinde gezici vaiz olarak konuşmalarıma devam ettim. Kimi zaman bunu açıktan, kimi zaman da gizli yapıyordum. Ve derken 13 Ekim 1970 günü tutuklandım. Abdünnasır da aynı yılın Eylül ayında ölmüştü. Öldüğünde minberden müminlere namazının caiz olmayacağını haykırdım. Ve halkı namaz kılmaktan men ettim. Hemen ardından kaledeki zindana atıldım. Burada sekiz ay yattım, bu sürenin çoğunu 24 nolu koğuşta geçirdim. Burası benim çok hoşuma gidiyordu, beni başka koğuşlara götürdüklerinde hep oraya dönmek istiyordum. 10 Haziran 1971 de kale zindanından tahliye oldum.

Ardından üç aylığına Feyyum Lisesi’ne görevli gittim. Sonra benden Minye Lisesi’ne gitmem istendi. Doktora’yı alayım diye bu isteklerini iki ay savuşturdum. Minye’ye tayinim bana eziyet etmek içindi. Onlar benim Feyyum’da istikrar içinde olduğumu biliyorlardı. Onun için huzurumu kaçırıp suları bulandırmak istiyorlardı. Tabi, istemiyerek de olsa Minye’ye gittik. Gittik ama, giderken de hep mesken, yeme içme ve gidip gelme korkusu ile içice gittim. Fakat bütün korkularım boşuna imiş. Minye’de bana kardeş olacak en hayırlı insanlarla karşılaştım.

Şeyh Mahmud Abdül Mecid bunlardandı. Allah kendisinden razı olsun, başta o olmak üzere diğer kardeşler bana en hayırlı hizmet ve yardımda bulundular. Gittiğim Minye Lisesi, istihbaratla bana zarar verecek her konuda yardımlaşıyordu. Amaçları bana zorluk çıkarmak ve sıkıntı vermekti. Ders programları hazırlandığında, haftanın her günü beni meşgul edecek dersler verilmişti. Lise Müdürü kimseyle görüşmememi ve kimsenin de benimle görüşmemesini söylüyor ve beni tehdit ediyordu. Gittikçe boğazımdaki idam ipini daraltıyorlar, hareketlerimi kısıtlıyorlardı.

Bu arada gizlice perşembe ve cuma akşamları Feyyum’a gidiyor, doktoramın geri kalan kısmının basılmasıyla ilgileniyordum. Usûlü’ddin dekanı Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe ile doktora imtihanı için kimsenin haberi olmadan gün tayin ettik. Bir hafta sonra komisyonun diğer iki hocasına giderek onlardan da söz aldım ve Feyyum’a döndüm. Sonra Mina’ya hastalandığıma dair bir telgraf çektim. O hafta derslere giremeyeceğimi bildirdim. 13 Mart 1972 günü, hatta kardeşimin dahi bilgisi olmadan Kahire’ye gittim. Fakülteye vardım. Doktora imtihanını fakülte dekanı ve iki hocadan başka kimse bilmiyordu. Kimseye bir şey sızdırılmamıştı.

İmtihandan çok kısa bir süre önce, fakültenin ilan tahtasına küçük bir ilan koyup doktora imtihanının saatini duyurduk. Konunun adı “Tevbe Sûresi’nde Kur’an’ın Düşmanlarına tavrı” idi.

Doktora tezinin imtihanı yapıldı, istihbarat birimleri her zaman yaptıkları gibi bu sefer imtihana müdahale edemediler. Ertesi gün Şeyh Ömer Abdurrahman’ın Usulu’ddin Fakültesi’nden Yüksek Şeref payesiyle Doktora’sını aldığı gazetelerde çıkınca herkesi bir şaşkınlıktır aldı gitti. İstihbarat da, halk da bunun nasıl olduğunu anlayamadılar. Bundan dolayı Milli İstibarat, Üniversite’ye asistan olarak tayinime engel oldu. Bu yasak 1973 yılı yazına kadar devam etti.

Sonra, Üniversite Kurulu benim haberim olmadan duruma itiraz eder. Halbuki ben idarenin reisini tanımadığım gibi o da beni tanımıyordu. On sayfa kadar yazdığı bir müzekkerede benzeri görülmemiş bu olayı ve üniversiteden uzaklaştırılmamı şiddetle kınıyor, bir genelge ile bunun bütün bakanlıklara bildirilmesini istiyordu (Allah’ın rahmeti üzerine olsun). 1973 yazında üniversite tarafından çağrıldım. Bana üniversite kadrolarında Kızlar Fakültesi ve Usûlü’ddin’de boş yer olduğunu bildirdiler. Ben de tabii olarak Asyut’a gitmeyi seçtim.
1977 yılına kadar fakültede derslere aralıksız devam ettim. Sonra Suudi Arabistan Riyad Üniversitesinde Külliyetü’l Benat’a (Kızlar Fakültesi’ne) davet edildim. Orada 1980 yılına kadar kaldım. Fakat ilahi kader o yıl beni Mısır’a çekmeseydi bu süre 1981 de dolacaktı.
Aynı yılın Eylül ayında tutuklanmam emri çıktı. Bahane de “korunma” altına alınmamızmış. Yakalanmamak için kaçtım. Fakat bizi, sonunda Ekim ayında yakaladılar.

1981 yılında Enver Sedat’ın öldürülmesinden sorumlu örgüt emiri olarak Askeri Devlet Güvenlik Mahkemeleri önüne çıkarıldım. Her iki davada da suçsuz olduğum hükmüne varıldı. Allah’a hamdu senalar olsun, 2 Eylül 1984 yılında hapishaneden tahliye oldum.”
Üstad Ömer Abdurrahman 1992 tarihinde Mısır dışında sürgünde bulunmaktadır. Muhammed, Ahmed, Abdullah, Fatıma, Abdurrahman, Usame ve Hasan isminde yedi çocuğun babasıdır.

Dr. Ömer Abdurrahman 1993 yılındaki Dünya Ticaret Merkezi’nin ilk bombalamasından sorumlu tutulmuş ve ömür boyu hapse mahkum edilmiştir.


2015 yılında Şeyh Ömer Abdurrahman'ın oğlu ve eşinin kendisine yazmış oldukları mektup:

Ömer Abdurrahman, gözleri görmeyen fakat kalp gözü açık büyük mücahid ve âlim. Ve eşinin kendisine yazmış olduğu o duygu ve mücadele yüklü mektubu.

“ESİR Â’MA ÂLİM” ÖMER ABDURRAHMAN’IN EŞİNDEN MEKTUP

Âlimliğinin sorumluluğunu hakkıyla üstlenmiş, ilmini gizlememiş, zalimlere meyletmemiş güzel insan. Kitapları ve konuşmalarıyla ümmeti zorbalara karşı dik durmaya teşvik etmiş, defalarca hapse atılmış, sayısız işkencelerden geçmiş fakat bunların hiçbirinin kendisini yıldıramadığı “koca bir dağ”. 

Vefakar hanımı Ummu Ammar’ın Dr. Ömer Abdurrahman’a yazdığı tarihi mektubu:

Esir Âlim Dr. Ömer Abdurrahman’a Cenâb-ı Hakk’tan yüksek sabırlar, hanımı ve çocuklarına da metanet dilerim.

Vefakar eş Ummu Ammar’dan, eşi esir lider Şeyh Ömer Abdurrahman’a mektup… -Allah kendisini esaretten kurtarsın-

Dr. Ömer Abdurrahman’ın eşi…

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun. O, kendisine itaat edene ikramda bulunur, onu başarılı kılar, ona doğru yolu gösterir, rehberlik eder, seçkin bir şahsiyet yapar ve işlerini düzeltir. O yüce Allah, tevbe edip kendisine yönelen günahkarın tevbesini kabul eder.


Efendimiz ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’e salat ve selam olsun. O peygamber ki, herkese yardımı dokunmuş, pek çok topluluk kendisine uymuş ve şanı pek yüce olmuştur. Allah bu peygambere, ailesine, ashabına, dost ve arkadaşlarına, temiz soyuna, ehl-i beytine ve kıyamet gününe kadar onun yoluna uyup sünnetine tabi olanlara salat ve selam etsin.


Şimdi…

Sana selam olsun sevgili eşim!…
Her yerde ve zamanda sana selam olsun!…
Zindanda… Hastanede… uzak ya da yakın ülkede…
Seninle Allah için, Allah uğruna ve Allah yolunda evlenen eşinden sana selam olsun!…
Eşinden ve hocasından uzun yıllardır mahrum olmasına rağmen… Sana karşı vefakar olan ve sabreden eşinden sana selam olsun!…
Sadakat ve vefakarlıkla sana selam olsun!…
En güzel vefakarlığım ile sana selam olsun!…


Ben önce Allah’a sonra sana verdiğim ahde, sevabını Allah’tan umarak sabırla ve sadakatle bağlı olmaya devam edeceğim. Senin namusunu koruyacak, çocuklarını en güzel şekilde eğitecek, fazilet ve üstünlüğünü anlatacak ve seni her zaman hayır ile anacağım. Hayatın sıkıntı ve zorluklarına karşı koyup sabredeceğim…

Allah’a andolsun ki bu sıkıntı ve zorluklar ne de çoktur…

Seni, kalemimden önce kalbimin çizdiği, mürekkebimden önce duygularımın yazdığı selamla selamlıyorum…
Sana selam olsun… O selam sana Hacer anamızın, kendisini Mekke’nin kurak çölünde oğluyla birlikte yalnız bırakan büyük eşi Hz. İbrahim efendimize söylediği şu sözleri söylüyor:
“Böyle yapmanı Allah mı sana emrediyor?”.
Hz. İbrahim: “Evet” deyince,
Hacer de: “O halde O bizi asla yalnız bırakmaz!” demişti.
Evet, gerçekten Allah onları yalnız bırakmadı…
Açlık ve yoksulluğa rağmen… mahrumiyet ve yalnızlığa rağmen… Acı ve ambargoya rağmen… Hayatın devamını sağlayacak bütün şeylerin yokluğuna rağmen… Allah bizleri de yalnız ve sahipsiz bırakmadı…


Çocuklarının hepsi üniversitede okuyorlar… Ammar, el-Ezher üniversitesi Usulüddin Fakültesinde, kızların ise aynı üniversitenin Tıp fakültesinde okuyorlar…
Gerçekten Allah bizi yalnız ve sahipsiz bırakmadı… Çünkü hepimiz Allah için, Allah uğruna ve Allah yolunda yaşadık…


Sevgili eşim!
Gözün aydın olsun… Çünkü ben, senin Allah’a davet mirasını koruyor ve çocuklarını en güzel şekilde eğitme görevini Allah’ın yardımıyla yerine getirmeye gayret ediyorum… Tabi ki sen geride bize herhangi bir mal, mülk ve para bırakmadın… Ama bize en güzel bir yaşama tarzı bıraktın. Biz o tarz üzere yaşamaktayız… Sen bize İslam’ı bıraktın, bu nimet olarak yeter… Sen bize fazileti, emaneti, sadakat ve doğruluğu bıraktın; bütün bunlar yeryüzünün en değerli hazineleridir…

Sevgili eşim!
Yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Mu’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (bu sözlerini) değiştirmemişlerdir.” Ahzab, 33/23.
Ben senin de bu erlerden olduğuna inanıyorum. İnşallah Allah katında da böylesindir… Çünkü sen her şeyini din için feda ettin… Bu uğurda eşini ve çocuklarını feda etmekten kaçınmadın… Vatanını ve sevdiklerini terk ettin… Sıkıntılı gurbet hayatında, yaşlı ve hasta olduğun halde uzun yıllar zindanda kaldın ve hala zindandasın… Sen zindana… hastalığa… âmâlığa… ve gurbete tahammül ediyor; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için O’nun takdirine razı olup şaşırtıcı bir şekilde tüm bu sıkıntılara katlanıyor ve sabrediyorsun…
Senin bu tahammül ve sabrına, güçlü gençler bile dayanamaz. Sen bu halinle artık bütün Müslümanlar aleyhine bir delil oldun. Dinleri konusunda taviz veren ve kusurlu davranan Müslümanlar, bu halleri için artık ne mazeret gösterebilirler? Onlardan kiminin bedeni sağlam, serveti bol, hastalık veya yaşlılık gibi sıkıntıları yoktur. Böyle rahat durumda olmalarına rağmen cemaatle namaz kılmada veya İslam’a sözle ve mal ile yardım etmede tembellik gösteriyorlar…

Sevgili eşim!
Sen şu yüce sahabenin şu sözünü ne kadar çok tekrar ederdin…
Müslüman olarak öldürüldükten sonra artık hiçbir şeye aldırmam
Allah için ölümüm hangi yandan olursa olsun…
Çünkü bu, Allah içindir; Eğer O dilerse,
Parçalanmış bir uzvun geri kalanlarını da mübarek kılar.
Sen de bugün sanki şöyle diyorsun: “Ben, gerek zindanda gerek yatakta veya gerekse hastanede olsun, Müslüman olarak öldükten sonra hiçbir şeye aldırmam… Ben Müslüman olarak öldükten sonra vatanımda veya Allah’a ait başka bir bölgede, hatta bu Amerika bile olsa aldırmam… Müslüman olarak öldükten sonra etrafımda sevdiklerim, çocuklarım, akrabalarım ve öğrencilerim olmuş veya yalnız başıma tek kalmış, hiç kimseyi tanımadığım kimsenin de beni tanımadığı bir yerde gurbette ölmüşüm, aldırmam…”
Evet, sevgili eşim ve hocam! Allah’ın seni tanıması; adını, şeklini ve rengini bilmesi sana yeter… Şehidleri seçip ayıran O’dur…

Sevgili eşim!…
Sen Allah ile bir alışveriş yaptın, Allah’a andolsun ki bu alışveriş çok karlı oldu… Sen dünyayı vererek ondan uzaklaştın… Sen Mısır’ın dışından gurbetten döndüğünde zengin olarak döndün. Ama şimdi sen fakir, mahpus ve yalnızsın…
Oysa sen de bazı üniversite hocalarının yaptığı gibi devam eden eğitim faaliyetleri ile hayatını yaşayabilir, öğrencilere ders notlarını satarak gelir elde edebilirdin… Ama sen bunu yapmadın… Aileni Allah’a ve korumasına bıraktın… Eğer O olmasaydı, biz gerçekten bir trajedi yaşardık… Sen üniversitede hoca iken, kazanç sağlamak için bugün yapıldığı gibi yapmadın, kendi ders notlarını veya kitabını basmayı reddettin… Bunun yerine öğrencilerine: “Güvenilir ve tanınan herhangi bir tefsir kitabını okuyun, sonuçta hepsi aynıdır” dedin…

Bu alışverişin kazançlı oldu, sevgili eşim… Evet, alışveriş kazançlı oldu… Sen çok için azı… ebedi olan için geçici olanı… değerli için değersiz olanı… yanındakini Allah’ın yanındaki için terk ettin… dünya ve ahiretin genişliği için dünyayı terk ettin…

Sevgili eşim!
Sen hayatını muallim, mucahid ve zahid olarak yaşadın…
Biz seni hep cesur, sabırlı, oruçlu, gece namazlarına kalkan ve sevabını yalnız Allah’tan bekleyen biri olarak tanıdık. Sen ömrünün uzun bir bölümünü Feyyum’daki evinde gözaltında ve dışarı çıkma yasağıyla geçirdin… Herkes senin sevincinin, cemaatle namaz kılmak, salih Müslümanlarla buluşmak ve insanlara doğru yolu göstermek olduğunu biliyordu… Ama sen, yaşadıklarına tahammül edip sabrettin ve Allah’ın takdirine razı oldun… Ta ki şafak yeniden atana kadar… O zaman sen davetin ve sevdiklerinle buluşmak için bir kez daha dışarı çıktın…

Sevgili eşim!
Şuheda Camiinin kuşatıldığı günü hatırlıyorum. O gün sen yere düşmüş ve başına gelenler gelmişti… İnsanların hepsi sana bakıyorlardı, sen ise âmâ bir hocaydın. Kur’an okuyuşun onları ağlatıyordu… İşte o insanlar, yerden sürüklenen hocalarını ve liderlerini görüyor; ama bir şey yapamıyor ve onu savunamıyorlardı… Ona yapılan bu çirkinlikler karşısında sadece ağlıyorlardı… Lisan-ı halleri, onun yere düşen beyaz sarığı için şöyle diyordu:
Eğer beyaz olmasaydı, onunla alay etmezlerdi
Fakat dine saygı yok olup gitti.
Senin başından işte böyle şiddetli sıkıntı ve zorluklar geçmişti… Sanki hiçbir şey olmamış gibi bunlar da diğerleri gibi geçip gitti… Senin lisan-ı halin ise şöyle diyordu:
“Artık bana güzel bir sabır gerekiyor. Bu anlattıklarınıza karşılık yardımına sığınılacak olan ancak Allah’tır.” Yusuf, 12/18.

Sevgili eşim!
Çeyrek yüzyıl önce senin hapishaneye girdiğin günü hatırlıyorum. O zor zamanda hapishanelerde uygulanan bir kural vardı. Her gelen kişi, adı yerine kendisine bir kadın adı takmak zorundaydı. Ad aldıktan sonra o kişi şiddetli bir şekilde dövülürdü. Kişinin iradesini ve erkekliğini kırmak, hapishaneye girdiği andan itibaren onun burada zelil ve uysal bir şekilde, boynu eğik olarak yaşamasını sağlamak için böyle yapıyorlardı. Kendisine bir kadın adı takmayan kimseye türlü türlü işkenceler yapılıyordu… Sen de işte o gün cesaret ve kararlılıkla bu kurala uymayı reddettin… Bu yüzden birçok işkence gördün… O ağır işkencelere tahammül ettin… Her defasında “Benim adım Ömer Abdurrahman’dır” demeye devam ettin… Allah seni korusun ve bu yaptığın fedakarlığı kabul etsin ey hocam ve eşim…
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: “Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz” derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” Bakara, 2/156-157.

Sevgili eşim!
Sen vaazlarında, hutbelerinde, derslerinde ve konferanslarında nice defalar bize İbn Teymiyye’nin şu sözünü hatırlatıyordun:
“Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki? Benim cennetim ve bahçem göğsümdedir. Nereye gidersem o da benimle birliktedir. Eğer beni zindana koyarlarsa, zindanım bana halvet yeri olur… Beni öldürürlerse, öldürülmem şehadet olur… Beni sürgün ederlerse, sürgünüm seyahat olur…”

Sevgili eşim!
Şimdi sanki seni dinliyorum… Senin güzel sesin sanki bütün varlığımı sarsıyor… Sanki sen bize, peygamberleri ve kavimlerinin onlara yaptıkları eziyetlere karşı nasıl sabrettiklerini anlatıyorsun. Bu eziyetlere karşı söyledikleri şu kelimeleri söylüyorsun:
“Bize yollarımızı gösterdiği halde ne diye biz, meyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. O halde Allah’a dayanıp güvenenler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” İbrahim, 14/12.

Eziyetlere karşı sabretmek ve Allah’tan hoşnut olmak, sıddıkların azığı ve salihlerin şiarıdır. Dinde rehberliği ve müminlerin önderliğini üslenecek olanlar ancak bunlardır. “Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler tayin etmiştik.” Secde, 32/24.

Sen dindeki bu önderlik ve rehberliğe öylesine hiçbir bedel ödemeden ulaşmadın… Sen bu uğurda kat be kat bedeller ödedin… Özgürlüğünden bedel ödedin…

Ailenden ve çocuklarından uzak kalarak gurbetle bedel ödedin… Sen onbeş yıldan beridir ailen ve çocuklarınla hiç mutlu olmadın… Onlarla ilgili bir şey bilmiyorsun… Sen sağlığınla da bedel ödedin… Ve son olarak:
İşte şişlikler, sağlığının geri kalanını almak için sana saldırıyor… Sen Rabbine karşı hiçbir cimrilikte bulunmadın… Her şeyi verdin… Hiçbir minnette bulunmadan ve başa kalkmadan… Gürültü yapmadan ve ilan etmeden… Sessizce… Dünyevi herhangi bir karşılık beklemeden… Kendini önemli bir sorun yapıp, insanlardan kendi uğruna savaşmalarını ya da üzerinden ticaret yapmalarını istemeden… Rabbine sonsuz şekilde güvenen biri gibi, karşılığını yalnız ve yalnız yüce Rabbinden dileyerek verdin… Sevabını bu dünyada değil, ahirette sadece Allah katında bekleyerek verdin…


Sevgili eşim!

Günümüzde savcılığın dört ay hapsettiği bir kimse için kıyametin nasıl koptuğunu, dünyanın nasıl ayağa kalkıp oturmadığını düşün… Bu kimse, içerde yaşadığı sıkıntıları bir kitapla nasıl da anlatıyor. Oysa onun yaşadığı sıkıntılar, senin gibilerin yaşadığı sıkıntılara göre bir nimettir.


Sevgili eşim!
Yardım edip destek verenler azaldı… Ama sen üzülme… Sık sık tekrarladığın yüce Allah’ın şu ayeti ile yaşamaya devam et: “Allah, kuluna yetmez mi?” Zumer, 39/36.


Zindanda Allah sana yetsin… Bu sıkıntıda Allah seni koruyup gözetsin… Gurbetinde Allah seni himaye etsin… Hastalığında Allah sana şifa versin… Yalnızlığında Allah sana dost olsun… Yaşadığın bu maddi karanlıklarda Allah sana merhamet etsin… Sana basiret nuru ve sabır ışığı ile merhamet etsin… Zira “Sabır, nurdur.” Hadis. Allah Kur’an nuru ile, iman nuru ile ve yakîn nuru ile sana merhamet etsin…

Sevgili eşim!
Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh (Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) sözünü çokça söyle… İbn Teymiyye’nin naklettiği bir rivayette şöyle denilmiştir: “Meleklere arşı taşıma emri verilince, melekler:
“Ey Rabbimiz! Biz, senin azamet ve yüceliğinin üzerinde bulunduğu arşı nasıl taşıyabiliriz?” dediler.
Bunun üzerine Allah: “Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh (Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) deyiniz” buyurdu.
Melekler bu sözü söyleyince, arşı taşıdılar.


Senin yaşadığın sıkıntı ve zorluklar gerçekten ağırdır… Bela ve musibetler her geçen gün öncekine göre çoğalmaktadır… Sevgili eşim, sen de artık yetmiş yaşına yaklaştın. Eskiden beri şeker ve tansiyon hastasıydın… Şimdi de şu karaciğer (veya pankreas) hastalığı geldi…


Senin zayıf bedenin tüm bu hastalıkları kaldıramaz… Yaşadığın sıkıntı ve zorluklar artık zirveye çıktı… Umarım kurtuluşun yakın olur… “Ey kriz! Şiddetlen, kurtuluş yakındır” sözü, her zaman doğruluğuna inandığımız büyük bir sözdür. Bu sözün doğruluğuna bugünlerde daha çok inanıyor, daha çok hissedip yaşıyoruz… Biz şafak vaktinin artık yaklaştığına, belalı gecelerin de gitmek üzere olduğuna inanıyoruz… Seni ölmeden önce bir kez daha görmek istiyoruz… Biz seninle, sen de bizimle mutlu olmak istiyoruz… Etrafına dolanıp seni sarmak istiyoruz… Aileni ve çocuklarını bağrına basmanı istiyoruz… Bıraktığın emanetin kaybolmadığını görmekle sevinmeni istiyoruz… Çocukların din, ahlak ve edep bakımından en güzel şekilde yetiştiler, en güzel hal üzere bulunuyorlar…


Allah sana şifa versin ey sevgili eşim!
Allah sana şifa versin ey esir üstadım!
Allah sana şifa versin ey hasta mücahid eşim!
Allah sana şifa versin ey alim ve zahid eşim!
Büyük arşın Rabbi Yüce Allah’tan sana şifa vermesini diliyorum…
Bu duamı yedi defa söylüyorum…
Belki denizleri ve okyanusları… gökleri ve yağmurları… dağları ve ovaları aşıp sana ulaşır…
Allah duaları işitendir, halimizi bilendir…
Yüce Allah’tan benim gibi sıkıntılı ve darda olanların dualarını kabul etmesini dilerim…


Sevgili eşim!
Bu duygulu anlarda şair kardeşimiz Muhammed Hasan’ın şu dizeleri aklıma geliyor. Sana seslenerek diyor ki:
Üstadım! Sabret, sabredenlere ne mutlu!
Allah ebediyet yurdunda sana karşılığını verecektir ey Ömer!
Allah’a andolsun ki sen, asla alçaklığa razı olmadın
Bir gün bile zalimlere ve tağutlara boyun eğmedin.
İnsanlar susunca, sen hakkı söyledin
Böylece sen hep yükselirken, başkaları alçalıyordu.
Ben utanan ve korkaklıkla özür dileyen biriyken,
Sen, hapishanede ve zincirlerin özür dilediği birisin.
Sen, Allah’ın alçalttığı bir ülkede zindandasın
O ülke ki, en kötüler bile o azgın yerden kaçar gider.
Orada demokrasi ve adalet var dediler
Orada zulüm, intikam ve işkence olmaz dediler.
Tüm bunlar, gerçeğini dışa vuran boş isimler,
Ve boyunlarına inci takılan domuzlar gibidir.
İçi boş ve yalan özgürlüğe yazıklar olsun
O ki yurdunda aslanlar ve eşekler birbirine eşittir.
Küfür, ne kadar güzel elbiseler giyip süslense bile
Bir süre sonra mutlaka ayıpları ortaya çıkar.
Sen, parlak bir kalple gören birisin
Onlarsa, gözleri görse bile kalpleri kördür.
Sen bir neslin okuluydun, hala da öylesin; orada
Geceleri bile uyumadan dine yardım eden erler yetişir.
Dostları göreceğimiz gün bir gelse! O gün,
Sıraya dizilip kendileriyle alay edenlerin üzerine pislediklerini görsek…

Sevgili eşim!
Sana Şehid Seyyid Kutub’un –Allah kendisine rahmet etsin- şu güzel sözünü hatırlatmak isterim:
“Sözlerimiz, hareketsiz ve cansız birer ceset gibidirler. Eğer onların uğruna ölürsek, işte o zaman dipdiri ayağa kalkar ve canlılar arasında yaşarlar.”

Sevgili eşim!
Mektubumun sonunda diyorum ki:
Selamlarım, özlemlerim ve dualarım hep sanadır…
Bugün sana geçmişten daha çok ihtiyaç duyan çocuklarının özlemi de sanadır…
Onlar senin varlığına, babalığına, merhamet ve şefkatine muhtaçlar…
Senin ilmine ve ahlakına muhtaçlar…
Sen de bugün, geçmişten daha fazla onların yardımına, sevgilerine, merhamet ve takdirlerine muhtaçsın… Onlar senin kendileri için yaptığın fedakarlık ve gayretleri takdir etmek isterler…

Sevgili eşim!

Allah sana yeter, O daima seninle olsun…
Bizim de O’ndan başka kimsemiz yok. O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi kimse de yok…
Son olarak; sana veda etmiyorum, görüşmek üzere diyorum…
Vefakar eşin..

Mühendis Fatin Şuayb, Ummu Ammar

HABERE YORUM KAT

9 Yorum