ABD-Suudi Arabistan ilişkileri zayıflamaya devam ediyor
Suudi Arabistan'daki rejime, iç ve dış tehditlere karşı uzun yıllar boyunca fiili güvenlik garantileri sağlayan ABD'nin bu politikasının son dönemde köklü bir değişime uğradığı görülüyor.
Dr. Necmettin Acar / Anadolu Ajansı
ABD’nin uzun süredir Orta Doğu siyasetine yönelik ilgisinde ciddi bir gerileme olduğu bilinen bir gerçek. Bu durumun en önemli göstergesi bölge güvenliğine yönelik ABD’nin fiili güvenlik garantilerinde son dönemde tanık olunan azalma. ABD’nin bölge güvenliğindeki garantörlük rolünün zayıflaması tüm Körfez ülkelerini olumsuz etkileyecektir. Fakat bu yeni durumdan en olumsuz etkilenecek aktör hiç şüphesiz Suudi Arabistan olacak. Bu yüzden Suudi Arabistan yönetimi, ABD’nin bölge güvenliğine yönelik ciddi motivasyon kaybı yaşamaya başladığı 2010 yılından günümüze kadar ABD’yi yeniden bölge güvenliğinin garantörü olmaya ikna etmek için oldukça çaba sarf etti. Ancak gelinen nokta itibarıyla Suudilerin, ABD’nin bölge güvenliğine ilgisindeki azalma eğilimini tersine çevirmeye yönelik çabalarının başarısız olduğunu söyleyebiliriz.
Ağustos ayı sonlarından itibaren yaşanan bazı gelişmeler, ABD-Suudi ilişkilerinde bir canlanmanın aksine zayıflama eğiliminin yeni bir ivme kazandığını ortaya koyuyor. ABD yönetiminin Afganistan’da, ülke yönetimini Taliban’a bırakarak çekilmesinin ardından başkent Riyad yakınındaki Prens Sultan Hava Üssü’ndeki gelişmiş hava savunma sistemlerini geri çekmesi ve 11 Eylül olaylarına ilişkin gizli belgelerin erişime açılacağını ilan etmesi, ABD-Suudi ilişkilerinde bir süredir devam eden zayıflamaya ivme kazandıran gelişmeler olarak sayılabilir.
ABD’nin Körfez güvenliğine ilgisindeki azalmanın sebepleri
İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Orta Doğu güvenlik mimarisinin başat aktörü olan ABD’nin son dönmede bölge güvenliğine yönelik ilgisinde ve motivasyonunda ciddi bir azalma ile karşı karşıyayız. ABD’nin uzun yıllardır bölge için sağladığı güvenlik garantilerini azaltma girişimi, küresel siyasi atmosferde ve enerji piyasasında yaşanan köklü dönüşümlerle yakından ilgili. Zira küresel siyasal atmosferde yaşanan gelişmeler ABD gücünün aşınmasına, enerji piyasasında yaşanan gelişmeler ise ABD’nin Körfez enerji kaynaklarına bağımlılığının sonlanmasına yol açtı.
Bugün ABD hâlâ süper güç; askeri, ekonomik ve teknolojik açıdan en büyük küresel aktör. Fakat ABD’den sonra gelen ikinci küresel aktör Çin, ABD ile arasındaki mesafeyi hızla kapatıyor ve yakın zamanda ABD’yi geçeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Dolayısıyla ABD’nin son dönemde yaşadığı güç aşınması ABD’nin askeri, ekonomik ve teknolojik açıdan zayıflamasından değil, ikinci küresel aktörün beklenenden çok daha hızlı büyümesinden kaynaklanıyor. İçinde bulunduğumuz dönemde küresel ekonomi ve siyasetin ağırlığının Atlantik’ten Pasifik’e doğru yön değiştirdiği bir “güç kaymasına” şahit oluyoruz.
Küresel siyasette yaşanan bu gelişmeler ABD’li karar vericileri, ülke dış ve güvenlik politikasının önceliklerini yeniden değerlendirmeye zorluyor. Eski Başkan Barack Obama döneminde ortaya çıkan “Asya Pivot” stratejisi bu değerlendirmenin bir sonucuydu. ABD’nin içinde bulunduğumuz dönemde de istikrarlı bir şekilde takip ettiği bu politika “ABD açısından stratejik geleceğin Afganistan ve Irak’ta değil, Asya-Pasifik bölgesinde” olduğu savına dayanıyordu. ABD’nin, Asya-Pasifik bölgesine yönelik dış ve güvenlik politikalarında giriştiği bu yeni ayarlama Çin’in Asya-Pasifik bölgesindeki iddialı politikalarını dengelemek için ABD’nin askeri konuşlanmasını değiştirme ve bölgedeki müttefikleriyle savunma bağlarını güçlendirme taahhüdü içermekteydi. ABD’nin geliştirdiği Çin’i dengeleme stratejisinin bölge açısından en önemli sonucu Orta Doğu’daki ABD güvenlik taahhütlerinin azalması ve ABD askerlerinin bölgeden kademeli olarak çekilmesi oldu. 2021 yılında ABD’nin Afganistan’daki tüm askerlerini ve Irak’taki muharip güçlerini çekmesi işte bu yeni ayarlamanın bir sonucu.
ABD’nin Körfez bölgesine yönelik ilgisinde yaşanan azalmanın ikinci sebebi ise kaya gazı devrimiyle ABD’nin bölge enerji kaynaklarına olan bağımlılığının sonlanması. Bu yeni durum ABD’nin bölge enerji kaynaklarına şiddetli bir biçimde bağımlı olduğu dönemde Suudi Arabistan ile imzaladığı “petrol karşılığı güvenlik” zımni anlaşmasını ortadan kaldırdı.
Ağustos ayı sonlarında Prens Sultan Hava Üssü'ndeki gelişmiş hava savunma sistemlerini geri çekmesi, ABD’nin bölge enerji kaynaklarının güvenliği için üstlendiği garantörlük rolündeki azalmayı gösteren en kritik gelişme. Zira başkent Riyad’ın 115 km güneydoğusundaki bu savunma sistemleri, 2019 yılı Eylül ayı ortalarında, Yemen kaynaklı olduğu iddia edilen ARAMCO saldırıları sonrasında konuşlandırılmıştı. Bu tarihte Suudi Arabistan ülke tarihinin en büyük saldırılarından birine maruz kalmış, ülke petrol üretiminin yarısı ve küresel üretimin yüzde beşi devre dışı kalmıştı.
Suudi Arabistan, Trump yönetimiyle elde ettiği yakınlık sayesinde gelişmiş ABD hava savunma sistemlerini petrol endüstrisinin kalbini korumak için bu bölgeye konuşlandırılmasını sağlamış ve bu sayede ülke petrol üretim ve ticaretine yönelik olası saldırıları caydırmak istemişti. Bugün Suudi petrol endüstrisinin en zayıf halkası olarak da anılan ve Riyad’a çok yakın bir mesafede bulunan Abkayk ve Hureys petrol rafine ve üretim alanları hava savunmasından mahrum kalmış durumda. Bölgedeki hava savunma sistemlerinin devre dışı kalmasıyla, uzun süredir devam eden, Yemen kaynaklı balistik füze ve drone saldırıları Suudi petrol endüstrisinin güvenliği için daha büyük bir endişe kaynağı haline gelecektir.
Suudilerin ABD ile ilişkilerindeki zayıflamayı tersine çevirme çabaları
Suudi yönetimi 2010’lu yıllardan itibaren ABD’nin bölge güvenliğine ilgisindeki azalmanın somutlaşmaya başlamasıyla bunu tersine çevirmek adına büyük çaba sarf etti. Trump yönetiminin ticaret ve finansal araçları önceleyen yaklaşımı ABD-Suudi ilişkilerinde kısmi bir iyileşmeyi ortaya çıkarmıştı. Bu dönemde Suudi Arabistan yüz milyarlarca dolarlık anlaşmalara imza atarak ABD yönetimini yatıştırmaya ve Riyad-Washington arasındaki ilişkileri eski seviyesine çıkarmaya uğraştı. Aynı zamanda ABD’nin tanımladığı bölgesel statükoya sahip çıkma adına ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasına ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn gibi Körfez ülkelerinin İsrail’le normalleşmelerine zımni olarak destek verdi.
Her ne kadar Riyad yönetimi ABD ile ilişkileri onarma konusunda büyük gayret sarf etse de bu dönemde ilişkilerdeki gerilimi artıran oldukça önemli gelişmeler de yaşandı. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda öldürülmesi, Yemen savaşı ve savaşın yol açtığı insani kriz manzaraları -her ne kadar Trump ile Veliaht Prens Muhammed bin Selman arasındaki ilişkiler sıcak seyretse de- Washington’daki Suudi algısını önemli ölçüde kötü etkiledi. Trump’ın başkanlık seçimlerini kaybetmesi sadece nevi şahsına münhasır yöntemlerle Riyad’la iyi ilişkiler kurmayı becerebilen bir ABD başkanının görevinin sona ermesi değildi. Bu gelişme aynı zamanda ABD Kongresi ve Senatosundaki Suudi dostu üyelerin de sayısını önemli ölçüde azalttı. Yani son dönemde Washington’daki Suudi karşıtlarının elleri epey güçlendi.
ABD’nin Körfez güvenliğindeki rolünü azaltama konusundaki kararlılığı
Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla ABD’nin Orta Doğu ilgisindeki azalmanın daha da hızlandığı ve ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yönelik önceliklerinin güçlendiği bir sürece şahit olduk. Bugün ABD’li karar vericilerin, Asya-Pasifik bölgesine yönelik yeniden konuşlanma politikasını ülkenin en önemli önceliği olarak kabul ettiğini ve askeri kaynaklarını Çin’i çevrelemek için seferber etme konusunda son derece kararlı olduklarını söyleyebiliriz.
ABD’nin Afganistan ve Irak’tan askerlerini, Suudi Arabistan’daki hava savunma sistemlerini çekmesi ve Washington-Riyad hattında gerilimi tırmandıracak bilgilerin ortaya çıkma ihtimaline rağmen 11 Eylül olaylarına dair gizli belgelerin yayınlanmaya başlanması ABD’nin bu karalılığını göstermesi bakımından önemli. Aslında bu kararlılığı “Orta Doğu’yu İranlı düşmanlarınızla paylaşmalısınız” demek suretiyle en net ifade eden Obama olmuştu.
Bugün baktığımızda ABD-Suudi ilişkilerinin geri döndürülemez şekilde zayıfladığını söyleyebiliriz. Hava savunma sistemlerinin geri çekilmesinin ve 11 Eylül saldırılarına ilişkin gizli belgelerin yayınlanmaya başlanmasının ABD’nin Afganistan’dan çekilmesine müteakip gerçekleşmiş olması bu açıdan mühim. Nitekim uzun süredir Körfez’deki ABD müttefiki rejimler “zamanı geldiğinde ABD’nin Körfez’den de çekilebileceği” endişesiyle karşı karşıyalar. Bu yaşananlar ise ABD’nin yavaş yavaş bölgeden çekildiğini göstermek suretiyle bu endişeyi haklı çıkarıyor.
Özellikle 11 Eylül olaylarına ilişkin gizli belgelerin yayınlanmaya başlaması önümüzdeki günlerde gerilimin dozunu artırabilecek bir potansiyel taşıyor. İlk yayınlanan belgelerde saldırıya katılan iki Suudi vatandaşına Suudi konsolosluğunda “üst düzey konuma” sahip bir ismin, tercümanlık, seyahat, konaklama ve finansman konusunda destek sağladığının ortaya konulması gelecekte bu belgelerin yeni gerilimler üretebileceğini gösteriyor. Son dönemde 11 Eylül olaylarında Suudi yönetimini sorumlu tutan ABD kamuoyunun ve mağdur ailelerin Biden yönetimine baskısının arttığını da söylemek mümkün.
Suudi Arabistan’daki rejimin güvenliğini garanti eden ve rejimi uzun yıllar içerideki ve dışarıdaki tehditler karşısında koruma konusunda fiili güvenlik garantileri sağlayan ABD’nin bu politikası son dönemde köklü bir değişime uğradı. Suudi ARAMCO tesislerinin korunması için 2019 yılında konuşlandırılan hava savunma sistemlerinin geri çekilmesi ve 11 Eylül olaylarına ilişkin gizli belgelerin yayınlanmaya başlanması ABD’nin bu politika değişikliğini göstermesi açsından kritik önemde. Bu durum aynı zamanda Riyad yönetiminin Trump’ın başkanlık dönemi boyunca ABD’yi yeniden ülkedeki rejimin güvenlik garantörü olmaya ikna etmek için sarf ettiği çabaların başarısız olduğunu da gösteriyor.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır]
HABERE YORUM KAT