AB-Polonya İlişkilerinde Yeni Bir Kriz Daha
Kamuoyu baskısına ve AB’nin hukuki soruşturma başlatmasına rağmen, Polonya'nın yargı reformunu yürürlüğe koyması, Varşova-Brüksel hattındaki çatlağı gittikçe derinleştiriyor.
Emrah Dokuzlu / Anadolu Ajansı
Varşova’nın sağ kanat hükümeti ile Avrupa Komisyonu son iki yıldır birçok konuda karşı karşıya geliyor. Daha önce kürtaj yasağı, mültecilerin kabulü, Yahudi soykırımını inkâr yasası gibi konularda almış olduğu kararlarla eleştirilerin hedefinde olan Varşova, bu kez yargı reformu konusunda Brüksel ile çatışma yaşıyor.
Geçen yıl Polonya hükümeti tarafından gerçekleştirilen yargı reformu, hukukun üstünlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupa Komisyonu tarafından eleştirilmiş ve Avrupa Birliği (AB) anlaşmasının 7. maddesinin uygulanması hususunda tavsiye kararı alınmıştı. Bilindiği gibi 7. madde AB’nin temel değerlerini çiğneyen ülkelere karşı önlem alınmasını, AB değerlerine saygı göstermeyen ülkelerin karar mekanizmasının dışında bırakılmasına ve veto haklarının elinden alınmasına kadar giden cezai önlemleri öngörmekte.
Polonya hükümeti konuyla ilgili ihtilafların aşılması için bazı değişiklikler gerçekleştirmek yoluyla müzakereleri bir yıl süresince devam ettirmişti. Ancak geçtiğimiz günlerde kamuoyu baskısına ve AB’nin bu karardan dolayı hukuki soruşturma başlatmasına rağmen reformların yürürlüğe konulmuş olması, Varşova-Brüksel hattındaki çatlağı gittikçe derinleştiriyor.
Yargı reformu neyi hedefliyor?
Polonya hükümeti AB Komisyonu ile uyuşmazlığa neden olan ve bazı değişikliklerle yeniden hazırlanan yasa tasarılarını, birtakım revizyonlar gerçekleştirmek suretiyle yaklaşık bir yıldır müzakere ediyor. Peki Cumhurbaşkanı Andrzej Duda tarafından 2017 sonundan itibaren muhtelif tarihlerde onaylanan Yargıtay, Ulusal Yargı Konseyi ve genel mahkemelere ilişkin reformlar ve yasalar neleri içeriyor?
Söz konusu reformlar Ulusal Yargı Konseyi (Krajowa Rada Sądownictwa) üyelerinin atama usullerinin değiştirilmesi (25 Ulusal Yargı Konseyi üyesinin 15’inin bundan sonra hakimler yerine milletvekilleri tarafından seçilmesi), Yargıtay kararlarına itiraz haklarının bazı kurumlarla sınırlandırılması (bu hakka sadece Başsavcılığın ve Ulusal Ombudsman’ın sahip olması), yargıçların zorunlu emeklilik yaşının 65 olarak belirlenmesi ve göreve devam etmelerinin cumhurbaşkanının onayını gerektirmesi, idari mahkeme kararları dışında bütün mahkeme kararlarının Yargıtay’a taşınabilmesi ve bu davalara ilişkin kararların meslekten olmayan hakimlerle de alınabilmesi, Yargıtay’a tüm mahkemelerin 1997 yılından itibaren alınan kararları inceleme yetkisi verilmesi gibi değişiklikleri ihtiva ediyor.
Reformun hedeflerinden bir diğeri de adalet bakanının mahkeme başkanlarını atama ve görevden alma yetkisinin artırılmasına yönelikti. Ancak bu yasa tasarısının eleştiriler üzerine Cumhurbaşkanı Duda tarafından veto edildiği ve daha sonra da yumuşatıldığı biliniyor.
Yargı reformunun gerekçeleri
Yargı reformları AB Komisyonu tarafından ciddi şekilde eleştirilmesine ve bu zamana kadar genel olarak teoride kaldığı düşünülen AB anlaşmasının 7. maddesinin işletilmesine kadar uzanan bir süreci başlatmış olmasına rağmen, iktidar partisi yetkilileri geri adım atmamakta ısrarlı.
Söz konusu yasalarla, yargıçların amirlerinin baskısı altında kalmaksızın bağımsız karar alabilmeleri, genel mahkemeler yasası çerçevesinde mahkemeler arası iş yükünün paylaşılarak azaltılması ve daha hızlı kararlar alınması planlanıyor.
Yargı reformunun bir diğer nedeni olarak ise ülkenin komünist geçmişini temizleme gösteriliyor. Komünist dönem kadrolarının yanı sıra, bazı yargıçların hâlâ komünist dönemin etkisinde olduğu vurgusu da dikkat çekici. Polonya toplumundaki Rus algısı dikkate alınırsa, komünizm karşıtlığıyla yapılacak birçok siyasi hamlenin toplumsal alanda meşru bir zemine oturacağı muhakkak.
Yargıda halkın etkisinin artırılması da yargı reformunun bir diğer gerekçesi. Yasalar tasarı aşamasında değerlendirilirken Cumhurbaşkanı Duda’nın üzerinde ısrarla durduğu maddelerden birinin, üst düzey yargıç atamalarında adalet bakanının etkisinin azaltılması olduğu belirtiliyordu. Özellikle Yargıtay’a özel şikâyette bulunma ve Ulusal Yargı Konseyi’ne yargıç adayı gösterme haklarının sağlanmasıyla, halkın yargı üzerindeki etkisinin artırılması hedefleniyor. Fakat Ulusal Yargı Konseyi üyelerinin çoğunluğunun milletvekilleri tarafından seçilecek olmasının, iktidar partisinin konumunun güçlenmesine katkı sağlayacağını da belirtmek gerek.
AB Polonofobik mi?
AB değerlerini kim tanımlıyor? Yargı reformuna ilişkin müzakereler devam ettiği esnada Polonya Adalet Bakanı ve Başsavcı Zbigniew Ziobro’nun AB Komisyonu’na tepki olarak söylediği “Brüksel’deki görevliler tarafından tanımlanan bazı değerlerin sorgusuz sualsiz Polonya tarafından kabul edilmesinin beklenemeyeceği” ifadesi, AB değerlerinden ne anlaşılması gerektiği sorusunu gündeme getiriyor. AB’nin her isteğinin yerine getirilmeyeceği, her talep edilen değişikliğin yapılması durumunda Polonya’nın onur ve haysiyetinin kalmayacağı, siyasi kulislere hakim olan düşünce. Polonya’nın Brüksel bürokrasisine direnmesi gerektiği düşüncesi, mevcut iktidar partisinin motivasyon enstrümanlarından biri.
Söz konusu eleştirilerin, Polonya tarafından AB Komisyonu’nun yetkilerinin sorgulanmasına neden olduğunun, içişlerine ve milli yetki alanına müdahale şeklinde yorumlandığının altını çizmek gerek. Yapılmak istenen reformların Avrupa ülkelerinden farklı olmadığı, fakat asıl sorunun mülteci kabulünde Polonya’nın izlediği farklı tutumdan kaynaklandığı ve ülkelerine göçmen kabul etmedikleri için Brüksel elitleri tarafından cezalandırılmak istendikleri kanaati oluşmuş durumda.
Ülkenin AB’ye giriş sürecinde Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) aktif rol aldığı, AB’nin Polonya’nın menfaatlerine uygun olduğu düşüncesinden vazgeçmedikleri, fakat AB üyesi ülkelere zorluk çıkartarak birtakım yaptırım tehditleriyle çalışılamayacağı, ülkelerini ilgilendiren menfi hususlarda sessiz ve pasif kalmayacakları iktidar partisi yetkililerince uzun bir süredir ifade edilse de, her iki tarafın da müzakere sürecini AB değerlerine uygunluk meselesinden ziyade, karşılıklı taviz koparma olarak gördüğü anlaşılıyor.
Polonya tarafı AB Komisyonu eleştirilerini ve 7. maddenin işletilmesi kararının hukukun üstünlüğü ilkesinin ihlal edildiği gerekçesine dayanmadığını, kararın tamamen siyasi olduğunu düşünüyor. Benzer yasalara AB üyesi diğer ülkelerde de rastlanabileceğini söylese de AB Komisyonu ikna olmuş değil.
AB Komisyonu’na yöneltilen bir diğer eleştiri ise yasaların henüz tasarı aşamasında olduğu sırada Komisyon’un 7. maddeyi işleme koyma kararı alması. Tasarıların yasalaşma süreci tamamlanmadan 7. maddeyle yüz yüze gelmek, zaten gergin bir zeminde yürüyen Varşova-Brüksel ilişkilerinde AB’ye olan güveni sarsmış durumda.
Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın da konuya ilişkin yorum yaparak mevcut hükümetin kendini hukukun üstünde konumlandırdığı ve bunun Polonya mahkemelerinin bağımsızlığını ortadan kaldıracağı yönündeki eleştirisi de basında yer aldı. Fakat Avrupa Konsey Başkanlığı’nı yürüten Polonyalı Donald Tusk’ın daha önce merkez sağ siyasi bir parti olan Sivil Platform’dan (Platforma Obywatelska) geldiğini ve partisinin şu anda muhalefette olduğunu da belirtmek gerek.
Gelişmeler karşısında Avrupa Konseyi Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu (GRECO), Yargıtay ve Ulusal Yargı Konseyi’ne ilişkin reformların Konsey’in yolsuzluk karşıtı standartlarıyla uyuşmadığını bildirdi. Ulusal Yargı Konseyi’ne yapılacak atamalarda parlamentonun artan etkisinin eleştirildiği raporda, adalet bakanının yargı üzerinde artan yetkilerinin de uygun görülmediği bildirilerek Polonya parlamentosuna çağrıda bulunuldu. Güçler ayrılığı ilkesi ve yargı bağımsızlığının korunması için, yargı mensuplarının seçim sürecinin hükümetten ve özellikle politik etkilerden bağımsız bir şekilde yapılması gerektiği vurgulandı.
Yargıtay üyelerinin emeklilik yaşının düşürülmesinin de eleştirildiği rapora Polonyalı yetkililer, emeklilik yaşıyla yargı bağımsızlığının bir alakası olmadığı, rapordaki birçok değerlendirmenin kabul edilemeyeceği, Avrupa ülkelerinde de bu konuyla ilgili net bir standardın olmadığı şeklinde karşı bir eleştiriyle cevap verdiler. Bu türden rapor, beyan ve açıklamaların, Polonyalı yetkililerin başta AB olmak üzere uluslararası kamuoyu tarafından baskı altında tutulduklarını düşünmelerine neden olduğu bir gerçek.
Vişegrad grubu AB’yi bölüyor mu?
İktidara geldiği 2015 yılından itibaren birçok alanda köklü değişiklik yapan PiS AB ile birçok konuda uyuşmazlık yaşıyor. İç politikada muhafazakarların oyunu toplayan partinin kırsal kesimde de destekçileri bir hayli yüksek. Dış politikada ise Brüksel elitlerine karşı desteksiz değil. Özellikle dahil olduğu ve kendisini bölgesinde etkin güç haline getiren Vişegrad grubu veya başka bir ifade ile Vişegrad dörtlüsü (Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya) oluşumu, Polonya’nın kendine has bir alan açmasını kolaylaştırıyor. Bu konudaki en büyük destekçilerinden biri hiç şüphesiz bir diğer AB üyesi olan Macaristan.
AB’nin mülteci kabulüne ilişkin kararlarında ortak muhalefet sergileyen iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça güçlü. Siyasi açıdan bu derece güçlü olan ilişkilerin arkasında, iki ülkenin toplumsal ve tarihi tecrübelerinin kesişmesi de görmezden gelinemez. Öyle ki iki ülke toplumu arasında “Leh-Macar kardeş” sözü çok yaygın.
Polonya’ya yöneltilen eleştiri ve yaptırımlar hakkında Macaristan’ın destek açıklaması da gecikmedi. Macaristan yönetimi AB Komisyonu’nun aldığı kararı haksız bularak veto edeceğini ve Polonya’nın haklarını korumaya devam edeceğini ifade etti. Macaristan tarafından yapılan bu tür destek açıklamaları, Vişegrad grubunu ve Polonya-Macaristan ilişkilerini takip edenler için sürpriz değil. İki ülke arasındaki dayanışma, karar alma ve veto süreçlerinde AB içindeki fay hatlarını da ortaya çıkarmış oluyor. İlerleyen günlerde Orbán-Kaczynski işbirliğinin artarak devam edeceğini tahmin etmek güç değil; özellikle Brüksel elitlerine karşı denge arayışında, iki ülkenin birbirine verdiği desteğin elzem olduğu göz önünde bulundurulursa.
Polonya’ya verilen destek sadece Macaristan ile sınırlı değil elbette. Almanya’nın aşırı sağ partisi Almanya için Alternatif (AfD) lideri Jörg Meuthen ile AB ve göçmen karşıtı politikalarıyla bilinen Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) lideri Nigel Farage de Polonya’yı haklı bulan ve destek veren isimler arasında.
Vişegrad grubu gerek göçmen karşıtı tutumu gerekse de AB kararlarına eleştirel yaklaşımıyla, grup üyesi olmayan diğer AB üyesi ülkelerin aşırı sağ ve radikal partilerini yanına çekmeyi başarıyor.
Doğu Avrupa Brexit’in önüne mi geçiyor?
AB’nin son yıllardaki en önemli sorunu Brexit müzakereleriydi. Britanya’nın AB’den ayrılma kararının ardından başlayan müzakereler, tahmin edilenden daha zor geçiyor. Özellikle AB’nin oluşum ve karar alma süreçlerinde ortaya çıkan ekonomik ve siyasi zafiyetler, birliğin geleceğine ilişkin şüpheleri artırmış durumda. Bu açıdan yargı reformu tartışmaları, AB’ye daha geç dönemde üye olan Doğu Avrupa ülkelerindeki demokratik değerlerin yeniden sorgulanmasına neden oluyor. Öyle ki söz konusu ülkelerin Brüksel ile ortak hareket etmediği her alan, “demokratik değerlerden uzaklaşma” olarak görülmesine neden oluyor ve konu Brexit müzakerelerinden daha ciddi bir sorun haline getiriliyor.
Peki kısaca tüm bu reformlar ne anlama geliyor? Polonya’nın ulusal menfaatleri doğrultusunda, ülkenin iç ve dış dinamikleri göz önünde bulundurularak bu reformları yapması gerektiği iktidar partisinin temel görüşü. Fakat muhalifler ise ortaya çıkan fotoğrafı iktidar partisinin yargı sistemini ele geçirip kontrol etmesi olarak yorumluyor. Ayrıca geçmişe dönük kararların incelenmesine olanak sağlanması, “Bir hesaplaşma mı yaşanacak” sorusunu akıllara getiriyor. Atamalarda milletvekillerine yetki verilmesi gibi değişiklikler de kadrolaşmanın önünü açmak olarak yorumlanıyor.
2019’daki seçimler öncesinde, medya başta olmak üzere birçok alanda hakimiyeti sağlayan Kaczynski’nin, yargı reformuyla bir hamle daha yaparak yargı üzerindeki kontrolünü güçlendirdiği söyleniyor. Fakat yargı reformu süresince Cumhurbaşkanı Duda’nın bazı yasa tasarılarını veto ederek geri gönderdiğini de hatırlamakta fayda var. Vetoların Duda’nın siyasi konumunu güçlendirdiği aşikâr. Şu ana kadar yapılan yoklamalar, 2019 seçimlerinde de Kaczynski’nin partisinin iktidar olacağını gösteriyor. Fakat Duda kendi yolunu çizmeye kalkar, farklı bir siyasi söylem üzerinden kendi oluşumunu sağlarsa, PiS’in oylarını kesin şekilde bölecektir.
[Emrah Dokuzlu Polonya Bilimler Akademisi Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'nde (GSSR) Avrupa’daki Türklerin siyasileşme süreci hakkında akademik çalışmalarını sürdürmektedir]
HABERE YORUM KAT