90 Yıldır Bitmeyen Hamaset: 30 Ağustos
Mozole önlerinde ölü bir adama bağlılık andı içilerek başlanılan bildik günlerden birisiydi bu 30 Ağustos...
Yılmaz Bilgen / Haksöz-Haber
Hikaye malum. Osmanlı başta Padişah olmak üzere tüm idarecileri ihanet içerisinde olan bir devlettir. İşgal memleketi sarmış. Şehirler, ovalar, köyler, dağlar acımasız düşmanlar tarafından işgal edilmiştir. Ordu terhis edilmiş, memleket; tersanelerine varıncaya dek müstevliler tarafından teslim alınmıştır. İşte bu ahval ve şerait içerisinde korkusuz bir kahraman, (M.Kemal) tek başına bitmez tükenmez bir şevkle kurtuluş meşalesini yakarak milleti yok olmaktan kurtarmıştır!
Bu ideolojik tekrar her 30 Ağustos’ta olduğu gibi yine vazgeçilmeyen beyin yıkama faaliyeti olarak sürmektedir. Maskelenen ve tersyüz edilen gerçekleri büyük bir ustalıkla hakikat diye dayatan Kemalist statüko, apoletli sözcüleri aracılığı ile gazetelerden ve tv ekranlarından aynı teraneleri bu yıl da dillendirmeye devam ediyorlar.
M.Kemal, Milli Mücadele, Kurtuluş, Cumhuriyet, Sofra gibi konular, aradan geçen 90 yıla rağmen karanlık giz bulutlarıyla örülü olarak varlığını sürdüregelmiştir. Bu giz bulutunda görevlendirilmiş maharetli tarih sihirbazları, 30 Ağustos ve benzer günlerde başlarını çıkararak cahil Türkiye halkını aydınlatma!!! Görevlerine devam etmekteler.
Peki ya gerçekler…
Her şeyden önce M.Kemal ne Çanakkale’de ne Balkan Cephesinde ne de Yıldırım Orduları komutanlığında en küçük bir başarısı bile olmayan sıradan bir subaydır. Onunla ilgili uydurulmuş tüm başarı öyküleri 1923’ten sonraki dönemin gereksinimlerine binaendir.
İhanet meselesine gelince; 1927 yılında M.Kemal tarafından kaleme alınan ‘Nutuk’ta Vahdettin ruh hastası İngiliz işbirlikçisi ilan edilmektedir. Oysa M.Kemal, 17 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’da çıkardığı kendi gazetesi olan Minber’de ‘İngilizlerden daha hayırlı bir dost olamayacağını’ beyan etmektedir. Yine işgalci İngiliz makamlarından uygun görülen bir yerde görev talebinde bulunan da M.Kemal’den başkası değildir.
“Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim…” (Mustafa Kemal)
Kasım 1918’de “Bu harpte yanlış cephede savaştık, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik.’’ diyen kişi M.Kemal’den başkası değildi.
1932 yılında aynı Atatürk’e İngilizlerin en büyük devlet ödülü olan ‘Dizbağı Nişanı’na layık görülen isimde yine M.Kemal olmuştur.
Mustafa Kemal Osmanlı Subaylığı dışında kendi idaresi döneminde hiçbir zaman İngilizlerle karşı karşıya gelmemiştir. Yine kendi ifadesiyle ‘İngilizler onu sevmiştir.’ O da İngilizlerin bu sevgisini boş çevirmemiştir.
Atatürk’ün hayat hikayesini yazan ünlü yazarlardan Lor Kinross, ’Mustafa Kemal, İngilizlerin ahlak ve politika bakımından tutumlarını her zaman beğenirdi.’ tespitinde bulunur.
Cumhuriyet döneminin ve M.Kemal’in Vahdettin sövücülüğü 1923 sonrasında hız kazanmıştır. 1920-1921 ve hatta 1922 yılında bilfiil M.Kemal imzalı bildirilerde sonradan aşağılanan Padişah, Saltanat ve Hilafet için seçme övgüler yer alıyordu.
“En son niyazım şudur ki, duaları kabul eden Büyük Allah, sevdiği Hz. Muhammed hürmetine bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu, kıyamete kadar Hz. Muhammed’in dininin en sadık koruyucusu olan necip milletimiz ile saltanat ve yüce hilâfeti korusun ve mukaddesatımızı düşünmekle sorumlu olan heyetimizi başarılı kılsın! Amin” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. I, s. 3, Ankara 1961,)
M.Kemal’in 4 Eylül 1919 Sivas Kongresinde kürsüden hararetle ettiği yemin metninde yer alan sözler hiç de nutukla bağdaşır türden değildi:
“Makam-ı Celil –i Hilafet ve Saltanat’a, İslamiyet’e, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-i şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına yemin ederim.”
İslamiyet, Yüce Hilafet, Osmanlı Devleti ve Saltanat namına tertemiz bir iman ve azimle çalışacağına namusu ve bilcümle mukedassatı üzerine yemin eden M.Kemal 1927 yılında yazdığı Nutuk’ta ise yukarıda yer alan ifadelerle ilgisiz sözler ediyordu:
Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir! Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu Saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor.
Cumhuriyet yazıcıları hiç yoktan ürettikleri kurtarıcı kahramanın yedi düveli dize getirdiğini en yüksek perdeden haykırdılar ve bu yalan kampanyası tüm sırıtan yanlarına rağmen sürmektedir…
9 Eylül 1922’de fiilen biten Yunan harbinden sonra İngiliz, İtalyan, Fransız birliklerine tek bir kurşun atmadan üretilen bu yedi düveli dize getirme safsatasının neden, niçin ve nasılını elbette hiçbir Kemalistten ya da tarih simsarından duymak mümkün olmayacaktır.
2 Ekim 1923 yılına dek Türkiye’de kalan ve hiçbir muharebe olmaksızın işgale son veren İngiliz, Fransız, İtalyan güçlerini bu topraklardan vazgeçiren gerekçelerin Türk ordusunun korkutan gücü ve M.Kemal’in uydurulan eşsiz kahramanlığı olmadığı kesindir. Yedi düveli dize getirme işinin ne ölçüde ucuz bir efsane bezirganlığı olduğu ise apaçık ortadadır.
Başta İtalya olmak üzere Fransa ve İngilizler 1920 başlarında Venizelos Hükümetinin düşmesiyle tahta çıkan Kral Konstantin’den desteklerini çeken ülkelerdi. Bununla da yetinmeyen bu iki ülke M.Kemal’e silah ve mühimmat desteği de veren ülkeler arasında yer aldılar.
1921-1922 yılları arasında Anadolu’da M.Kemal’in liderlik ettiği bir mücadele verilmiştir. Bu Yunanistan istilasına son veren savaşın Zafer mi, hezimet mi olduğunu milletini din, şeriat, hilafet, şehadet, hürriyet söylemleri ile yürüten M.Kemal’in sonraki uygulamaları tartışılır kılmıştır. Uğruna savaş verilen bu değerler Yunan harbinden sonra kurulan devletin en büyük düşmanı oldu. Yunanlılara karşı 10 bin civarında şehit veren Türkiye halkı yeni dönemde 100 binlerce insanını kurtarıcının devrimlerine kurban vermekten kurtulamadı.
Öldüğü güne dek Atatürk’e en yakın isimlerden olan Falih Rıfkı Atay 1933 yılında yazdığı ‘Eski Saat’ isimli eserinde irticaya karşı verilen savaşın Yunan’a karşı verilenden çok daha kanlı olduğunu itiraf ediyordu:
İrtica ile boğuşmanın istilayı söküp atmaktan daha lazım ve zor olduğunu belirtmek isteriz. Onun içindir ki Kurtuluş savaşındaki 10.000 (on bin) can kaybının 50 kat fazlasını (500,000) irtica ile savaşta verildiğini hatırlatmak gerekir.
30 Ağustos’ zaferini getiren büyük taarruz 26 Ağustus’ta sabah namazı toplu olarak ifa edildikten sonra başladı. Yunan’ı mağlup ederken askerlerin dilinden düşmeyen Allahu Ekber nidaları Cumhuriyet’in kurucusu tarafından kurtarıldı denilen ülkenin semalarında 1932 yılından itibaren yasak edildi.
Daha da vahimi 21 Ağustos 1934 gecesi İstanbul Park otelde yaşanan hadisedir. Gece otele gelen Gazi M.Kemal pistte dans ettiği esnada ezan okunmaya başlar ve yakın olan mescidden yükselen ezan sesiyle birlikte orkestra susar. Sonrası ise felakettir. Afyon Kocatepe’de ordunun topluca kıldığı namazı ve düşmanı kahreden tekbirleri memnuniyetle karşılayan M.Kemal, bu duruma oldukça kızar ve o cami ertesi gün minaresi ile birlikte yıkılır.
Andrew Mango ‘Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk’ kitabında bu hadiseyi detayları ile anlatmaktadır.
Gizlenen gerçekler ve dışa vuran yalanlar sarmalında bir 30 Ağustos’u daha değişmeyen retorikle idrak ettik ya da ettirildik.
Mozole önlerinde ölü bir adama bağlılık andı içilerek başlanılan bildik günlerden birisiydi bu 30 Ağustos da..
HABERE YORUM KAT